Gerçekten deprem bölgesinde yaşıyoruz.
Ülkeyi sallayan tartışmalar bitmek tükenmek bilmiyor. Öyle ki gündemin giderek artan hızına yetişebilmek için sosyal medya kullanıcısı olmak elzem hale geldi. Ülke siyasetinin içerdiği entrikalar ortaya saçıldıkça diziler izlenmez oldu.
Daha altı ay öncesine kadar parkları, alanları doldurup gece gündüz demeden hak talep ederek siyaseti belirleyenler; ayakkabı kutuları, tapeler, paralellikler ile dolup taşan siyasi gündemi artık elde çay, çekirdek olduğu yerden izliyorlar.
O kadar da haksız değiller; ellerini göğe açıp beddua edenler mi dersin; argo lügatini geliştirecek türden tapeler mi dersin, ayakkabı kutularından çıkan üç beş kuruş milyon dolar mı dersin? Gerçek olduğuna bin şahit isteyecek bu kara komedi gelecek nesillere nasıl anlatılacak bilmem…
Bu satırları bana yazdıran ise bir iki gün önce, Aziz Nesin’in bir öyküsünde olduğu gibi “du bakali nolecak*” bugün diye beklerken görüverdiğim bir başka kayıt. Nitekim insanın çalışma alanı hukuk felsefesi ve sosyolojisi olunca devlet ve hukuk yeniden meşruiyet kazanana dek kalem oynatmak oldukça zor. Yani kendimi işin dışında tuttuğum sanılmasın gündemin sıkı takipçilerinden biriyim, öyle ki çaya çekirdeğe bağımlılık geliştirdim. Ancak, Kabataş kayıtlarının açığa çıkması ve ardından başlayan tartışmalar, biraz silkelenip içine çekilip düşünmekten ve sorgulamaktan gitgide aciz hale geldiğim bu gündeme biraz daha farklı bakmaya başlamama neden oldu. Sanki izlemekte olduğum gerçekliği inandırıcılığa bağlı kurgunun içerisinde kendimi bulmuş, kimin iyi kimin kötü olduğu bir türlü belli olmayan bu filmin içindeki bu yeni kare beni her şeyin en başından düşünmeye zorlamıştı.
Bu tumturaklı satırları bir yana bırakıp ne kastettiğimi daha açık şekilde anlatmak için Kabataş’taki saldırının gerçekleştiği öne sürülen günlerden bahsetmem daha iyi olur sanırım.
Haziran başında çokları gibi ben de elimden geldiğince –ancak o günlerde kendimi ait hissettiğim- İstanbul şehrinin sokaklarındaydım. Gördüğüm coşku ve içinde bulunduğum dayanışmayı sanırım ömrümün sonuna kadar yüzümde bir gülümseme ile anımsayacağım. (Türkiye toplumsal mücadele tarihinin en önemli zamanlarından birini, gelip geçen güzel bir hayalmiş gibi tanımlamak belki yalnız benim, belki hepimizin ayıbı.) Elbette yorulmak ve yılmak bilmeyen o günler sadece direniş, dayanışma ve duyarlılıklarla örülü değildi. Sokaklarda gaz bombaları, TOMA’lar ve kulağımıza çalınan oldukça can sıkıcı cinsiyetçi küfürler ve saldırı vakaları da vardı. Kabataş’taki saldırı vakası bunlardan biriydi.
Hepinizin bildiği gibi Gezi Parkı olaylarının ilk günlerinde, Kabataş’ta beraberinde bebeği olan bir başörtülü bir kadının, kalabalık bir eylemci grup tarafından saldırıya uğradığı iddia ediliyordu. O vakitler yurtdışında yaşayan bir arkadaşım, kaygı ile bana buna benzer bir durumun gerçekten yaşanıp yaşanmadığını sormuştu. Çok istememe rağmen, ne yazık ki, böyle bir olayın yaşanmadığını, yaşanamayacağını söyleyememiştim. Bilmediğimi, insanların farklılıklarına ve kimliklerine yönelik duyarlılığın giderek artmakta olduğunu söylemiştim.
Doğrusu, hala, olayın yalan olduğunu belgelediği ileri sürülen görüntüleri izledikten sonra da, kesin konuşmak mümkün görünmüyor bana. Öncelikle; toplumun ataerkil yapısı düşünüldüğünde, buna benzer taciz yahut saldırı vakalarında, kadının beyanının esas alınması gerektiğini düşünüyorum. Elbette bu benim bakış açım ve buna yönelik olarak dile getirilecek eleştirileri şimdiden duyabiliyorum. Örneğin, hukukun ataerkil toplum yapısını meşrulaştıran normatif bir yapı olduğu düşünülmeksizin ceza hukuku ilkelerine atıfla kişinin iddiasını kanıtlamak zorunda olduğu savunulabilir. Ya da daha siyasi bir perspektiften bakılarak beyan esas alındığında Taksim’de başlayan toplumsal direnişin dar bir laik-dindar çatışmasına sıkıştırıp kötülendiği söylenebilir.
Oysa kadının beyanı bir tarafa bırakılsa da -velev ki böyle bir saldırı olmamıştır-toplumumuzda son on yılda yaşanan kamplaşmayı gerçekçi bir gözle gören herhangi bir kişinin; değil, kitlesel hareketin fazlası ile yoğun olduğu o hızlı günlerde, Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir zamanda böyle bir olayın asla yaşanamayacağını söylemesi imkansızdır. Şahsen ben, yazık ki, defaatle -altında gerçekte sınıfsal bir çatışma gizli bulunan- benzer sözlü tacizleri kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm. Çoğu zaman dayanamayıp bir taraf haline gelince, görünen saçlarımdan utanmam gerektiği yolunda “aydın” teyze ve kardeşlerimce pek çok kez tembihlendim.
Gezi saldırı karşısında ne yapmıştı?
Öyleyse, Kabataş’taki saldırı iddiası gerçek olsa da olmasa da, bunun veya bir benzerinin gerçekleşmiş olmasının ihtimal dahilinde olduğunu söylemek yuhalanmak için gerekçe oluşturmamalıdır. Burada esas dikkat çekilmesi gereken husus ise, bana kalırsa bu noktadan sonra görünür hale gelmektedir.
Taksim ya da Gezi bu saldırıya nasıl cevap vermiştir?
Unuttuğumuz, unutturulan ve yeniden hatırlamamız gereken de budur.
Hatırlanırsa, olayının duyulmasının hemen ardından Gezi direnişine katılan pek çok kişi, başta kadınlar, saldırıya tepki vermiş, basın açıklamaları ve yürüyüşlerle, kadına yönelik her türlü şiddet ve taciz kınanmış, “tacize son direnişe devam” sloganı ile direniş içinde dini inançlara ve kadınlara ilişkin duyarlılıklar geliştirilmeye başlanmıştır.
Hak talep eden insanları, gaz bombaları ve tazyikli sularla sokaklardan silip süpürmeye çalışmış olan siyasi iktidar; o vakitte, görevli bulunduğu gibi, iddia edilen saldırıya ilişkin kapsamlı bir soruşturma yapmak; varsa suçluları ortaya çıkarıp cezalandırmak yerine bu olayı kendi çıkarına hizmet edecek şekilde kullanmış ve insanları “ait oldukları kamplara” geri döndürmeye çalışmıştır.
Oysa Taksim’in, Gezi’nin farkı tam da bu noktada ortaya çıkmış; iktidarın su ve gaz misali ortaya saçtığı demagojiye rağmen; dini, cinsel duyarlılıklardan başlayarak direniş içinde başta her şeye kaynaklık eden çevresel duyarlılık olmak üzere her türlü toplumsal duyarlılık gelişmeye başlamıştır. Üstelik birbiri ardına devrilen domino taşları gibi, ilk hamlelerin ardından neredeyse kendiliğinden denebilecek kadar kolay şekilde gerçekleşmiştir bu durum. O güne kadar kendi kamplarında benzerleri arasına sıkıştırılan insanlar, kendi duyarlılıkları üzerinden farklı olanı anlamaya başlamış, farklı iken de yan yana durulabileceğini anlamışlardır. Gezi parkının çimenlerinin fillerin tepiştiği bir yer olmaktan çıkarak filleri neredeyse boğan dalgalara dönüşmesi de işte bu ahenkli dayanışmanın bir sonucuydu.
Peki nasıl oldu da bu noktaya geri döndük?
Bu çekirdekler nerden çıktı?
Çay da soğumuş…
Ben nerdeyim? Burası neresi?
Başbakan ne diyor: “Haziran ayında sokak ayaklanması yapanlar yaktılar, yıktılar. Başörtülü kızlarımıza saldırdılar. Kabataş'taki kızımıza saldırı görüntüleriyle oynamışlar. O amiral gemisinin bugün attığı manşete bakın. Size söylüyorum o manşetin de altında kalacaksınız. Adli Tıp raporlarını nereye saklayacaksınız. Nerenize koyacaksınız?”
Kadın erkek eşitliğine inanmadığını gururla söyleyen Başbakan için bile şaşırtıcı ölçüde cinsiyetçi bir üslupla savunulan ve “başörtülü kadın bedeni”ni neredeyse kendi otoritesinin vücuda gelmiş haline dönüştüren bu ifadeler, beni kendime getiren nokta oldu.
“Birbirlerini yesinler izleyelim” derken nasıl yeniden çiğnenen çimenlere dönüştüğümüzün, nasıl kendimize çekilip her şeyi yeniden kendi kamplarımızdan algılamaya başladığımızın, gerçekliği dönüşmekten çok kurgunun bir parçası haline gelişimizin resmiydi izlediğimiz.
“Ünlü Türk düşünürü” Okan Bayülgen’in dediği gibi Haziran’da hava sıcak olduğu için çıkmadıysak parklara, birbirimizi ve birbirimize bakarak kendimizi yeniden anlamak, tanımak için tekrar yan yana gelmenin vaktidir. Yapmayın hava o kadar da soğuk değil, Ukrayna’dakiler ne yapsın? (CA/HK)
* Aziz Nesin’in aynı adı taşıyan hikayesi, boyunca bu sözü söylerek başına gelenleri izlemekle yetinen kahramanın sonuçta başına gelenlerin oldukça acıklı olduğunu söylemeden geçmeyelim.