Önceki gece Hatay’da yitirilen 22 yaşında tazecik bir canın acısını yüreğinde duyanlar ülkenin dört bir yanında sokaklardaydı. Aynı anda, Mayıs ayından beri süren kitlesel protestoları halka yansıtmakta “kamu yararını” gözeterek son derece hassas davranan ana akım medya, Ahmet Atakan’ın ölüm anına ait olduğu iddia edilen düşme görüntülerini ekranlara getirmeye başladı. Pek çok kanalda peş peşe ve dakikalarca yayınlanan görüntüler aniden boşluğa savrulup yere düşen bir karartıdan ibaretti. Tekrar tekrar izledikçe insanda bir kendiliğindenlik duygusu yaratan bu video kaydı, sorumluların açığa çıkarılması için ortaya konan bir belgeden çok, her gün ana haberlerin sonuna doğru televizyonlarda görmeye alışkın olduğumuz kaza görüntülerini andırıyordu.
Bu noktada; belki mesleki bir araz nedeniyle, belki de her şeyi bulanık ve insanı çaresiz hale getiren göreceliliğe inat, dünyanın öbür ucundan da gerçeğin yine aynı gerçek olarak görülebileceğini hatırlamak çabası içinde Susan Sontag’a atıf yapmak istiyorum. 2004 yılında hayata veda eden ABD'li yazar, düşünür, eleştirmen ve sinemacı Susan Sontag, “Başkalarının Acılarına Bakmak” adlı kitabında, modern dünyada gelişen iletişim olanakları nedeniyle sürekli savaş, katliam, soykırım görüntüleri ile karşı karşıya kalan insanın, bütün bunlara nasıl olup da kayıtsız kalabildiğine yanıt arar. Sontag'a göre, bu tür görüntülere maruz kalan insanlar, verdikleri tepki ne olursa olsun, herhangi bir savaşı ya da vahşeti durdurabileceklerine inanmazlar. Vahşet görüntülerinin çoğalması gerçeklik duygusunu yıpratır. Ancak acının gerçek oluşu yani varlığı onun seyirlik bir manzaraya dönüşmesini engellemelidir. Bu nedenle, televizyonlarda izledikleri görüntülere inanmamakta direnen pek çok insan söz konusudur. Yine de, izlenen karşısında oluşan şefkat duygusu istikrarsız ve gelgeç bir duygudur. Eyleme dönüşmediği anda yok olup gider. Burada sorun, uyandırılmış, ayağa kaldırılmış duyguların, aktarılmış olan bilgilerin nasıl eyleme dönüştürüleceğidir.
Ahmet’in ölümüne ait olduğu söylenen kayıtları izlerken Sontag’ın yazdıklarından aklımda kalan bu satırları düşünüp durdum. O an sokaklarda, Ahmet’in ölümünü protesto eden insanlar yani şefkat duymakla yetinmeyip eyleme geçen insanlar vardı. Görüntüler ise ısrarla bir kazaya işaret ediyordu. Ahmet’in bedeniyle birlikte insanların yuvarlanması istenen boşlukta; o gün Ahmet, Hatay sokaklarına ODTÜ’deki protestolara destek vermek ve “Gezi” ayaklanmasında öldürülen Abdullah Cömert’in faillerinin bulunmasını talep etmek için çıkmamıştı. Ahmet, toplumsal kaygılara ve başkalarının acısına duyarsız kalmadığı için yer aldığı bir eylem sırasında hayatını kaybetmemişti. O sırada sokaklarda akrepler ve TOMA’lar da gezinmiyordu.
Bu topraklarda gerçekliğin uzun yıllar yok sayıla geldiği düşünüldüğünde; acıların beşiği Ortadoğu’nun, hesabına düşeni fazlasıyla almış ve bugüne dek de bıçak kemiğe değmeden sesini çıkarmamış halklarının “gidiveren” her canın ardından sokaklara dökülür olması; belli ki iktidarı yeni çözümler üretmeye zorlamıştı. Korkunun bittiği yerde devreye sokulabilecek en etkili duygu şüphesiz kayıtsızlıktır. Kapitalist ekonomik sistemin üst yapı kurumu olarak polis devleti yerine hukuk devletini tercih etmesinin gerisinde bile insanın korku duvarını aştığı anda yapabileceklerine ilişkin şüphe yatar. Öyleyse yapılması gereken orantısız güç kullanımlarına rağmen geri adım atmayan kitleleri kayıtsız hale getirmektir. Geç de olsa medyaya servis edilen “ölüm anı görüntüleri” ise şüphesiz “bakın bir kazadır olmuş, size ne” demenin oldukça etkili bir yoludur. Ancak acı gerçektir, gerçeklik kurgulanamaz. Ahmet’in babası Ali Atakan’ın çığlığı söze dökülüp kulaklara çoktan ulaşmıştır. “Şu an yüreğimiz yanıyor, acımız çok büyük, bunu yapanlar utansın. Bu polisi kahraman edip, kendisine bu gücü verenler utansın…. Sorumlular, o polise güç verip, 'Benim polisim kahramandır' diyenlerdir.”
Bu sözlerin açığa vurduğu bir başka gerçeklik ise, şiddetin uygulayıcılarının da şiddete ve karşısındakinin acısına duyarsızlaşmış oluşudur. Aslında birer kamu görevlisi olan polislerin yani kolluk gücünün “emir kuluna” dönüşmesini sağlayan itaat ilişkileri, eylemlerin kararı ile birlikte sorumluluğunun da devrini sağlar. İtaatin özü, bireylerin kendilerini başkalarının isteklerini gerçekleştiren vasıtalar olarak görmeleri ve bu nedenle kendi eylemlerinin sorumluluğu kabul etmemeye başlamalarıdır. Tersinden düşünüldüğünde ise, kişi sorumluluk taşımadığı konuda kendisini bir fail olarak değil, daha çok bir aracı olarak değerlendirmekte; gerçekleştirdiği eylemin kararının hiçbir şekilde kendisine ait olmadığını düşünmekte ve sonuçları ile ilişkilenmemektedir. Sosyal psikolojinin; itaat ve sorumluluğa ilişkin bu önemli belirlemeleri, AİHM’nin verdiği onlarca işkence ve yaşam hakkı ihlali kararı sonucu ödenen ve devlet bütçesini zorlayan tazminatları ısrarla kolluk gücüne rücu ettirmeyen devlet politikası ile beraber değerlendirilince polisin neden kahramanlaştırıldığı, cezalandırılmak yerine ödüllendirildiği anlaşılabilir.
Derinlemesine soruşturulması ve sorumluları belirlenerek cezalandırılması gereken ölümler ortada dururken, anayasal haklarına sahip çıkan insanların, “kahraman” olarak adlandırılarak gerçeklikten koparılan ve bütün sorumluluklardan azade kılınan kolluk güçleri ile karşı karşıya getirilmesi ancak iktidarın toplumsal barışın kurucusu hukuk ve demokrasi gibi kavramlara ne kadar uzak olduğunun bir ifadesi olarak görülebilir. Toplumsal barış ve uzlaşmanın sağlanamadığı noktada, iktidarın varlığını sürdürebilmesi ise kitlelerde korku ve kayıtsızlık yaratmaya bağlıdır. Mayıs ayından beri sokaklara taşan toplumsal talepleri, korku salarak geriletmek mümkün olmayınca; 12 saniyelik bir video kaydının tekrarları ile bir gencin ölümü kazaya indirgenerek yok sayılmaya, insanlar kayıtsızlığa sürüklenerek sorunlar gözlerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Ancak gerçeklerin gizlenmesi ya da değiştirilmesi sokakları kana bulayan, insanları can güvenliğinden yoksun hale getiren polis şiddetinin üzerinin örtmeye yetmez. Bu nedenle, gerçeğe gözlerini yummayı reddedenler dün olduğu gibi bugün de başkalarının acılarına duyarsız kalmamalı; dün ağaçlara sahip çıkanlar, bugün “fidanlara” sahip çıkmalıdır. Başka türlü, çocukken hep bir ağızdan söylediğimiz gibi, yurtta ağaçların fidana, fidanların ağaca dönme şansı olmayacaktır. (CA/HK)