Savaşlar, doğal felaketler, otoriteryan ve totaliter rejimlerin gerçekleştirdiği insanlığa karşı suçlar, baskı ortamı, ekonomik adaletsizliğin yarattığı yoksulluk ve daha pek çok diğer sorun, günümüzde II. Dünya savaşından bu yana görülen en büyük ve seri halde patlak veren insani krizlere yol açmış durumda.
Uluslararası Toplum ve bugüne kadar yaratmış olduğu sistem ise kelimenin tam anlamıyla çökmüş durumda. Ancak bu yaşanan kriz sadece Uluslararası Toplum ve Sistemi değil, aynı zamanda insani yardım alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri (STÖ) ve/veya hükümet dışı örgütler de (HDÖ) etkilemiş görünüyor ve onlar da krizden payına düşeni alıyor.
İnsani yardım alanında faaliyet gösteren örgütlerin başına gelenler ne yazık ki sadece dışsal faktörlere bağlı değil. Pek çok insani yardım çalışanı bir yandan özellikle de silahlı çatışmaların ve baskıcı rejimlerin olduğu bölgelerde devletlerin ve diğer silahlı grupların saldırılarına maruz kalırken, diğer yandan kendi çalışanlarının veya kurumlarının karıştığı skandallarla mücadele etmek zorunda.
İnsani yardım örgütlerinin karıştığı ve/veya neden olduğu skandallar 2018 hemen başında arka arkaya gündeme düşmeye başladı. Özellikle de cinsel taciz skandalları uluslararası kamuoyunu son derece rahatsız etmiş durumda. En azından duyarlı olanları: UNICEF (BM Çocuklara Yardım Fonunun) Hollanda biriminden, Oxfam’dan, ONE’dan, Save the Children’dan yükselen cinsel taciz skandalları karşısında, Reuter haber ajansı en büyük 10 insani yardım örgütüne konuyla bir dizi soru yöneltti. Aralarında Sınır Tanımayan Doktorlar, Norveç Mülteci Konseyi gibi örgütlerin de bulunduğu dünyanın en büyük 10 insani yardım kuruluşundan altısının benzer nedenlerle bazı çalışanlarının işine son verdiğini ortaya çıktı. Diğer dördü ise cevap vermemiş! Uluslararası Kızıl Haç Komitesi’nin ise Oxfam skandalının insani yardım örgütleri için bir dönüm noktası olduğunu ve konuyla ilgili veri toplamaya başladıklarını anlaşıldı.
Peki insani yardım faaliyetleri nereden geliyor? Amacı ne? Bugün içinde bulunduğumuz sorunlara yeterince cevap olabilecek nitelikte mi?
Aslına bakarsanız insani yardım faaliyetleri temelde hayırseverlik yaklaşımına bağlı ve son derece eski bir gelenek. Bununla birlikte insani yardım faaliyetlerinin örgütlü ve uluslararası düzeyde yürütülmesi 1863’de Uluslararası Kızıl Haç Komitesinin kurulmasıyla başladı. Fikir sahipliğini savaş hukukunu düzenleyen Cenevre Sözleşmelerinin de yaratıcısı ve Nobel Barış Ödülünün ilk sahibi Henri Dunant’ın yaptığı Uluslararası Kızıl Haç Komitesi, bugün Uluslararası Kızıl Haç ve Kızılay Komitesi olarak halen uluslararası düzeyde insani yardım faaliyetlerini organize etmeye devam ediyor.
Uluslararası Kızıl Haç komitesinin kurulmasından bugüne kadar çok sayıda insani yardım örgütü kuruldu. Bunların çoğu uluslararası düzeyde farklı alanlarda insani yardım faaliyetleri yürütüyor. Bir kısmı aynı zamanda insan hak ve özgürlükleri içinde mücadele ediyor. Yine önemli bir bölümü Birleşmiş Milletler gibi hükümetler arası organizasyonlarda danışma statüsüne sahip. Binlerce çalışanı ve milyonlarda dolar veya avroluk bütçeleriyle insani yardım örgütleri zor zamanların, acil durumların hayat kurtarıcıları olarak faaliyet gösteriyorlar. Tüm bu süreçte pek çok ilke veya etik davranış usulleri geliştirmiş durumdalar. Bunların bazıları insani yardım örgütlerinin veya insani yardım faaliyetlerinin genel ilkelerini belirlerken bir kısmı da doğrudan çalışanlarının uyması gereken davranış kurallarını belirliyor. İnsani yardım çalışanları için cinsel taciz yasağının ve yardım götürülen insanlara saygı göstermenin hemen hepsinde ortak bir nokta olduğunu hemen belirtelim.
Dört temel etik ilke
Genel etik ilkelere gelecek olursak başta BM insani yardım ajansları dahil olmak üzere, çok sayıda sivil toplum örgütünün geliştirdiği ilke söz konusu.
Bu ilkeleri bir insani yardım şartı başlığı altında toplamaya yönelik girişimlerde mevcut. Oxford Üniversitesi’nin “Etik, Hukuk ve Silahlı Çatışmalar Enstitüsü”nden Dr. Hugo Slim “İnsani Etik” başlıklı kitabında söz konusu ilkeleri temelde dört temel başlık altında toparlıyor:
Bunlardan ilki insani hedefler: İnsanın acı çekmesini önlemek veya azaltmak (humanity) ve bunu yaparken herhangi bir ayrım gözetmeksizin yapmak (impartiality).
İkincisi ise politik ilkeler: Herhangi bir taraf tutmamak (neutrality) ve buna bağlı olarak çatışan tüm taraflardan bağımsız hareket etmek (independence) söz konusu iki temel politik ilkeyi oluşturuyor.
Üçüncüsünü ise onur ilkeleri oluşturuyor: Yardım götürülen topluluğun kültürüne ve geleneklerine saygı (respect), yardımdan faydalananların yardım sürecine katılımını sağlamak ve onlar birlikte hareket etmek (participation), ve insanları yardıma bağımlı kılmak yerine güçlendirmek ve kendi kendilerine yeter hale gelmelerini sağlamak (empowerment).
Dördüncü ilke ise yönetim ilkeleri: yönetim ilkelerinin birincisi yapılan yardım sonucunda yaratılan olumsu etkinin sürdürülebilir (sustainability) geliyor. Diğer ise yapılan harcamalardan, dağıtımlara ve diğer faaliyetlere varınca kadar geniş bir alanda hesap verebilirlik (accountability).
Temel ilkelerdeki sorunlar
Tüm bu genel ilkeler kuşkusuz ki kendi içinde son derece ayrıntılı detaylara sahip. Ama bahsini yaptığımız ilkelerin insani yardım faaliyetleri için belirlenen genel çerçeveyi yansıttığı söyleyebiliriz. Ancak bu ilkelerin bazıları kendi başına bile sorunlu görünüyor. Örneğin kız çocuklarına ve kadınlara ya da cinsel yönelime, cinsiyet kimliğine kültürel veya geleneksel açıdan saygı gösterilmeyen bir yerde, kültüre ve geleneğe saygı göstermek için kız çocuklarına, kadınlara ve LGBTİ+’lara insani yardım vermemek mümkün müdür? Daha da ötesi insani yardım örgütleri gerçekten taraf tutmaksızın ve bağımsız olarak hareket edebiliyorlar mı? İnsani yardımı götürürken ayrım gözetmeksizin bu yardımı götürmek gerçekten de mümkün oluyor mu? Aslına bakarsanız hayır.
“Yardım Belası”
Yönetmenliğini Ricardo Pollack'ın yaptığı “Yardım Belası” (The Trouble With Aid) başlıklı belgesel, dünyayı kurtarmak ve değiştirmek için yola çıkan idealistlerin ağzından, insani yardımın nasıl rotasından şaştığını duymak son derece ibret verici bir çalışma. Biafra 1967 krizinden başlayarak, Kamboçya, Etiyopya, Somali, Kosova ve Afganistan’a kadar uzanan süreçte, Sınır Tanımayan Doktorlar, Oxfam, Save the Children, Kızıl Haç Komitesinin arşivlerine ve çalışanlarının tanıklıklarına dayanılarak hazırlanan belgesel, insani yardımın her zaman doğru şekilde ve doğru kişilerin eline ulaşmadığını gözler önüne seriyor. Daha da ötesi yardım yapılan yerlerde hala aynı sorunların devam etmesi, düzenlenen yardım kampanyalarının, bağışların tam olarak ne işe yaradığı konusunda soru işaretleri oluşturmaya devam ediyor. Diğer bir mesele de uluslararası alanda faaliyet gösteren insani yardım örgütlerinin Sınır Tanımayan Doktorlar gibi sadece birkaç tanesinin hükümetlerin veya hükümetler arası organizasyonların fonları olmaksızın hareket edebiliyor olması.
TIKLAYIN - İnsani Yardım "Belası"/ Murat Türker
Bu fonlara başvurmak ise ayrı bir beceri ve ilişkiler ağı gerektiriyor. Örneğin yerel bir STÖ’nün neredeyse hiç şansı yok. Tekerleme gibi olacak ama onlar ancak bu fonlardan faydalananların fonlarından faydalanabilirler.
Türkiye’de durum
İnsani yardım konusunda artık Türkiye’nin de hatırı sayılır bir geçmişi ve hatta ağırlığı var. Aslında 1990’ların bu konuda sivil örgütlenmelerin ortaya çıktığı dönem olarak tanımlanması pek de yanlış olmayacaktır. Eski Yugoslavya’da başlayan iç savaşın hemen sonrasında Bosna-Hersek için yürütülen kampanyalardan, 17 Ağustos 1999 depremi ve sonrası bunu en somut örnekleri.
Kampanya yürüten örgütlenmelerden bir tanesi var ki, bugün insani yardım faaliyetlerini neredeyse tüm dünyada yürütür hale geldi. İHH İnsani Yardım Vakfı.
Vakfın tam adı “İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı”. İHH şu anda BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi (ECOSOC) danışman statüsünde.
Gazze’ye yönelik Mavi Marmara eylemiyle de Vakfı duymayan kalmadı diyebiliriz. İHH’nın dünyanın pek çok yerine insani yardım götürdüğüne hiç kimsenin bir şüphesi yok. Ayrıca İHH’nın yaptığı insani yardım faaliyetlerinin insanların acılarını azalttığı da bir gerçek. Ancak daha birkaç gün önce ABD, İngiltere ve Fransa tarafından Suriye’ye düzenlenen füze saldırılarının hemen ardından, İHH Vakfının Genel Başkanınca yapılan açıklamalardan sonra, İHH’nın insani yardımlarını ayrım gözetmeksizin ve taraf tutmaksızın yaptığını söylemek mümkün müdür?
İşte burası biraz tartışmalı. Açıkçası “Bugün atılan füzeler içimizi serinletmedi. Çok az vuruş yapıldı ve o tesislerin yok edilmediğini, tesislere bir zarar verilmediğini düşünüyoruz. Danışıklı dövüş gibi bir atış yapıldığını düşünüyoruz” şeklinde yapılan bir açıklamanın “insani yardımla” ve “insan hak ve hürriyetleriyle” bağlantısını kurmak epeyce zor. Bu açıklamayı yeri gelmişken hem Cumhuriyet hem de Akit gazetelerinden aynı anda okuduktan sonra yaptığımı da hemen belirteyim. Durum onu göstermektedir ki, Vakıf Başkanı vakfın çalışma alanını insani yardım ve insan hak ve hürriyetlerinden, halen etik açıdan son derece tartışmalı olan “insani müdahale”ye doğru genişletmiş durumda. Daha da ötesi tarafını çoktan tutmuş görünüyor. Kısacası bizi insani yardımı hak edenler ve hak etmeyenler olmak üzere bizi bir ayrıma sürekler durumda. İnsani yardımı hak etmeyenlerin müstahakkı ise “insani müdahale”!
"İnceltilmiş ya da yumuşatılmış savaş" söylemi
“İnsani Müdahale” (humanitarian intervention) “soykırım” gibi son derece büyük çaplı insan hakları ihlallerini önlemek için askeri güç kullanımını tanımlamak üzere kullanılan bir kavramsallaştırma. Bu kavramın teorik arka planları son derece eski olsa da sık bir şekilde 1990’lı yıllarda Kosova, Sierra Leone, Ruanda ve Somali gibi ülkelere BM ve NATO kapsamında yapılan askeri müdahalelerle gündeme geldi. Bu inceltilmiş ya da yumuşatılmış savaş söylemi, kavramın Irak ve Afganistan’a yapılan ABD müdahaleleriyle keyfi ve başka diğer ihlallere yol açacak şekilde kullanılmasıyla birlikte sorgulanmaya başlandı. Zira yapılan müdahalelerin hemen hepsinde siviller gene hedef oldu ve gene insanlar öldü.
Peki müdahaleler sonrasında bu ülkelere insan hakları, demokrasi ve barış geldi mi? Cevap gayet kısa ve net: Hayır! Öte yandan “bir yerde soykırım ve insanlığa karşı suçlar işlenirken, uluslararası toplumun buna tarafsız ve sessiz kalması mümkün müdür?” sorusu “insani müdahale” kavramının önümüze koyduğu en büyük yük. Ancak savaşları önlemek, barışçıl çözümler yaratmak, diplomasiyi kullanmak, insan hakları ihlallerinin önüne geçmek için iş birliği yapmak, “insani müdahale” olmaksızın, uluslararası toplumun temel ödevi değil midir? Ya da soruyu bir açıdan soralım uluslararası toplumun asıl görevi gerek “insani yardım” ve gerekse “insani müdahale” için gerekçeleri ortadan kaldırmak değil midir?
Savaşlar, ekonomik adaletsizlikler, çevre felaketleri, baskıcı rejimler yani sorunun asıl kaynakları ortada öylece dururken, meseleyi yardımla veya bir başka savaş çıkarak mı çözeceğiz? Bu sorulara denk gelecek net cevaplar arayışı devam ede dursun, “insani” olarak yarattığımız değerlerin şimdilik bir çöküntü içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, birilerinin iddia ettiğinin tam aksine savaşa ve şiddete karşı olmanın etik açıdan en doğru ve insani açıdan en onurlu duruş olduğunu söyleyerek burada bitirelim. (HA/HK)
* Fotoğraf: İHH/AA