Kölelik insanlık tarihinin en eski ve en utanç veriçi hak ihlallerinden biridir. Köleliğe karşı mücadele bugünkü insan hakları mücadelesinin en eski temellerinden birini oluşturmasına ve “Köleliğe Karşı Sözleşme”nin de uluslararası insan hakları sözleşmeleri içindeki en eski sözleşmelerden biri olmasına rağmen, köleliğin resmen yasaklanmasına dair ilk teşebbüsler ancak 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşebilmiştir.[1] “Köleliğe Karşı Sözleşmenin” tarihi ise 1926’dır.
Bugün halen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1926 sözleşmesindeki tanımına dayanarak hareket etmektedir[2]. Sözleşmeye göre “Kölelik, üzerinde mülkiyet hakkına bağlı yetkilerden herhangi biri ya da tümü uygulanan bir kimsenin statüsü ya da koşuludur”. Buna bağlı olarak “Köle ticareti, bir kimsenin kölelik konumuna sokulmak üzere yakalanması, edinilmesi ya da elden çıkarılmasını içeren tüm eylemleri; satılmak ya da değiştirilmek amacıyla edinilmesini içeren tüm eylemleri; satılmak ya da değiştirilmek amacıyla edinilen bir kölenin satış ya da değişim yoluyla elden çıkarılmasına ilişkin tüm eylemleri ve genel olarak her türlü köle ticaretinin ya da taşımacılığını kapsar.”
Bu tanımlar doğrultusunda sözleşme köleliğin tümüyle önlenmesini, bastırılmasını ve kaldırılmasını öngörür.
Sözleşme 1953 Protokolü ve Ekiyle birlikte Birleşmiş Milletlerin (BM) yürürlükte olan bir sözleşmesi haline gelmiş, 1956’da kabul edilen ek sözleşmeyle “borç yükümlülüğü”, “serflik”, “kadınların zorla evlendirilmesi, kocasının ölümünden sonra miras yoluyla başkasına devredilmesi” ve “çocukların ücretli veya ücretsiz kendisinin veya emeğinin sömürülmesi amacıyla başkasına verilmesi” kapsamındaki esaret uygulamaları da kölelik kapsamına alınmıştır.
Bugün “insan ticareti” başta olmak üzere köleliğin çok farklı çağdaş biçimleri bulunabilmektedir. Bu nedenledir ki halen konuyla ilgili olarak BM bünyesinde bir özel raportör ve çalışma grubu görev yapmaktadır.
Kadim dönemlerin “savaş ganimeti” olarak nitelendiği kölelik, günümüzde silahlı çatışmalar sırasında diğer “cinsel şiddet” biçimleriyle birlikte “seks köleliği” olarak cereyan ettiğinde ise yeni form kazanır.
Bu cinsiyet ayrımcılığının, ırkçı ve dinsel nefretin, insanlığa karşı suçların ve savaş suçlarının iç içe geçerek kombine hale geldiği iğrenç bir hak ihlali formudur.
1990’lı yıllarda Avrupa’da eski Yugoslavya topraklarında ve Afrika’da Sierra Leone’de ve birazdan Nadia Murad’ın da anacağı üzere Ruanda’da yaşananlar ve benzer nitelikteki pek çok başka örnek bulunmaktadır.
Üstelik çok uzaklara gitmeye de gerek yoktur, aynı yıllarda Türkiye’de doğu ve güneydoğu illerinde yaşananları hatırlamak yeterli olacaktır. Karşı tarafı terörize edip yıldırmak ve korkutmak amacıyla bir savaş silahı olarak kullanılan “tecavüz”, özellikle de Sierra Leone ve Ruanda’da yaşananlarla yeni bir boyut daha kazanmıştır.
Dönemin Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Özel Raportörü Radhika Coomaraswamy 1998 tarihli raporunda silahlı çatışmalar sırasındaki tecavüz ve cinsel şiddet olaylarını şu şekilde izah etmiştir:
“Kadınlara karşı cinsel şiddet, kendi kadınlarını korumada başarısızlığa düşmüş öteki grubun erkeklerinin diğer tarafa karşı zafer gösterisi anlamına geliyor. Bu düşman grubunu hadım ettikleri ve güçten düşürdükleri mesajını taşır. Bu, erkeklerin kadın bedenleri üzerinde sürdürdüğü bir savaştır.”[3]
Buna paralel olarak Ruanda raporunda ise özel raportör “asker” ifadesinin değiştirilmesi gerektiğini, zira askerden ya da savaşan kişiden anlaşılan şeyin “erkek” olduğunu oysaki pek çok cinsel şiddet vakasına vakti zamanından kendisi de karşı tarafın cinsel şiddetine maruz kalmış kadınların eşlik edebildiğini belirtmiştir[4].
Nadia Murad’ın anlattıklarından hareket edecek olursak IŞİD ile bu korkunç tabloya yeni bir iğrençliğin daha eklendiğini söyleyebiliriz:
Seks köleliğinin, savaş anındaki “ganimet & ödül”, “kastrasyon”, “korkutma, yıldırma ve cezalandırma” amaçlarının yanı sıra savaş anındaki spontan hareketlerle sınırlı olmayan, savaşın hemen öncesinde planlanıp, programlanmış ve asker toplamak amacıyla alenen ilan edilen bir “taahhüt”, bir “vaat” olarak sunulması hali.
Böylesi bir şeyi daha iyi anlamak için öyle sanıyorum ki insanların evlerinden alınıp, trenlere bindirilip, Nazi toplama kamplarına getirilip, buralarda toplu halde yok edilme süreçlerine, bu katliam sürecinin organizasyon şemasına bakmak gerekir.
Sözü fazla uzatmadan Nadia Murad’a gelecek olursak…
Nadia Murad, Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) düzenlediği bir saldırıda, kuzey Irak’taki, Sinjar’da yeralan Kocho köyünden, Ağustos 2014’de diğer Ezidi kadınlarla birlikte kaçırıldı. Kendisiyle birlikte kızkardeşleri de kaçırıldı, altı erkek kardeşini ve annesini ise kaybetti.
Nadia Murad en nihayetinde kendisini tutsak eden ve seks kölesi haline getiren IŞİD’in elinden kurtulmayı başardı. Irak dışına çıkarak 2015’in başlarında Almaya’ya mülteci olarak gitti.
Almanya’ya gittikten sonra, bir yandan IŞİD’in yaptığı zalimlikleri anlatmaya başladı diğer yandan “İnsan ticaretinin” önlenmesi için başlatılan farkındalık yaratmak kampanyasının bir aktörü oldu.
Kongolu jinekolog Denis Mukwege ile 2018 Nobel Barış Ödülünü aldı. Birazdan okuyacağınız yazı kendisinin otobiyografisi olan ve Virago Yayınevi tarafından basılan “The Last Girl: My Story of Captivity and My Fight Against the Islamic State” ( Son Genç Kız: IŞİD’a Karşı Mücadelemin ve Tutsaklığımın Hikayesi) adlı kitaptan bir alıntıdır ve The Guardian gazetesi tarafından 6 Ekim 2018, Cumartesi günü, 2018 Nobel Barış Ödülü vesilesiyle yayınlanmıştır.
Benzer hikayeleri gerek Uluslararası Af Örgütü’nün “İşkenceye Karşı Kampanya”sı sırasında ve gerekse geçtiğimiz altı yıl içinde Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin mültecilere sunduğu destekler sırasında defalarca dinlemiştim. Ancak her hikayenin kendi içinde ayrı bir dinamiği ve benzersizliği bulunuyor. Nadia Murad’ın hikayesi gibi.
Nadia Murad’ın anlattıklarını anlamak ve şu sıralar İblid sorunu nedeniyle silahlı veya silahsız bir şekilde IŞİD belasının ortalığa dağılıp serbestçe dolaşmasını engelleyerek adalet önüne getirilmeleri için çok daha fazlasını yapmamız lazım.
Öyle sanıyorum ki, işe ilk olarak bir takım istatistiki veya sayısal veriler sunmanın ötesine geçip, Nadia Murad’ınki gibi benzer hikayelerin insanlar tarafından duyulmasını sağlayarak başlayabiliriz. Bir kere daha unutmamak gerekir ki insanlar sayılardan ibaret değildirler ve onların hepsinin birer hikayesi vardır. İşte bu da Nadia Murad’ın hikayesi.
“Son Genç Kız” Olma Umudu ve Nadia Murad
Köle pazarı gece açıldı. Militanların kayıt ve organize olduğu alt kattaki karmaşayı duyabiliyorduk ve ilk adam odaya girdiğinde tüm kızlar çığlık atmaya başladı. Bir patlama anına benziyordu. Zeminin üstünde yaralı, iki büklüm halde inliyor ve kusuyorduk, ancak hiçbiri militanları durduramadı. Bizler çığlıklar atıp, yalvarırken, odanın içinde dolanarak, bize dik dik baktılar. İlk olarak güzel genç kızlara doğru yöneldiler, “Kaç yaşındasın?” diye sordular ve onların saçlarını ağızlarını kontrol ettiler. Gardiyana “Onlar bakire, doğru mu?” diye sordular, başını sallayan gardiyan ürününün grurunu taşıyan bir esnaf gibi “tabii ki” dedi. Hemen ardından, hayvanmışız gibi, militanlarlar istedikleri her yerimize dokundu, ellerini göğüslerimizin ve bacaklarımızın üzerinde dolaştırdılar.
Militanlar odada adımladıkları, kızlara göz gezdirdikleri, Arapça ve Türkmence sorular sordukları an kaostu.
Militanlar bize “Sakin olun!” diye bağırmaya devam etti. “Sessiz olun!” Ama onların talimatları bizi daha fazla çığlık atmaya itiyordu. Bir militanın beni alması kaçınılmaz olsa bile, bunu onun için kolay hale getirmeyecektim. Bağırdım, çığlık attım, okşamak için bana uzandığında ellerinden kurtulmaya çalıştım. Diğer kızlar da aynısını yaptılar, vücutlarını yerde cinsel organlarının üzerine kıvırdılar ya da korumaya çabalayarak kendilerini kardeşlerinin ve arkadaşlarının üzerine attılar.
Yerde yatarken, diğer bir militan önümüzde durdu. Salwan adında üst-rütbeli biriydi, Hardan’dan bir başka Ezidi genç kızla gelmişti, onu takas ederek boşamayı planlamıştı. “Ayağa kalkın” dedi. Ben kalkmayınca, beni tekmeledi. “Sen! Pembe ceketli kız! Sana söylüyorum, ayağa kalk!”
Gözleri, neredeyse tamamı kılla kaplanmış, geniş yüzünün içine gömülüydü. Bir insana benzemiyordu – bir canavar gibi görünüyordu.
Kuzey Irak’taki Sinjar saldırısı ve genç kızların seks kölesi olarak kullanılmak için alınması hırslı bir asker tarafından savaş alanında anlık verilmiş bir karar değildi. IŞİD bunu bütünüyle planladı: evimize nasıl gelebildiler, bir genç kızı daha fazla ya da daha az değerli kılan ne, hangi militanlar isteklendiren ödül olarak bir sabaya (seks kölesi) hak ettiler ve hangisi ödeme yapmalıydı. Onlar, yeni askerleri çekme teşebbüslerinde, kuşe kağıda basılı magazinleri Dabiq’de sabaya’yı çoktan tartışmışlardı. Ancak bu orijinal olarak IŞİD üyelerinin düşündüğü bir şey değildir. Tecavüz tarih boyunca bir savaş silahı olarak kullanılmıştır. Ruanda’daki kadınlarla ortak bazı şeylerimiz olacağını asla düşünmedim - tüm bunlardan önce Ruanda diye anılan bir ülkenin varolduğunu bilmiyordum – ve şimdi onlarla en berbat biçimde bağlantılıyım, IŞİD’in Sinjar’a gelmesinden sadece 16 yıl öncesine kadar işlediği için hiç kimsenin yargılanmadığı bir savaş suçunun mağduru olarak.
Alt katta, bir militan deftere tutanakları kaydediyordu, bizim isimlerimizi ve bizi alan militanların isimlerini sıralıyordu. Salwan tarafından alınacağımı, ne kadar güçlü göründüğünü, beni çıplak elleriyle ne kadar kolay ezebileceğini düşündüm. Ne yaptığı, nekadar çok direndiğim hiç önemli değildi, onunla asla mücadele edemezdim. Çürük yumurta ve kolonya gibi kokuyordu.
Benimle birlikte yürüyen genç kızların ve militanların ayak bileklerine, ayaklarına ve zemine bakıyordum. Kalabalıkta, bir çift erkek sandaleti ve sıska ayak bilekleri gördüm, neredeyse bir kadının gibiydi ve ne yaptığımı düşünmeksizin, kendimi ayaklarına doğru fırlattım. Yalvarmaya başladım. “Lütfen, beni sen al” dedim. “Ne istersen yaparım, sadece bu devle gitmek istemiyorum.” Bu ince adamın neden hemfikir olduğunu bilmiyorum, ama bana bir bakış attı, Salwan’a döndü ve “O benim” dedi. Salwan tartışmadı. Sıska adam Musul’da bir yargıçtı ve hiç kimse ona itaatsizlik etmiyordu. Masa başındaki sıska adamı izliyordum. Bana “İsmin ne?” diye sordu. Alçak ama kaba bir ses tonuyla konuştu. “Nadia” dedim ve o kayıt yapan militana doğru döndü. Adam militanı tanıyormuş gibi görünüyordu ve bilgilerimizi kayıt etmeye başladı. Yazarken isimlerimizi söyledi – “Nadia, Hajji Salman” – ve o beni tutsak edenin ismini söylerken, sanki korkmuş gibi biraz titreşerek çıkan bir ses duyduğumu düşündüm, ve sanki büyük bir hata yapmışım gibi endişelendim.
Kasım 2015’de, IŞİD’in köyüm olan Kocho’ya gelmesinden bir yıl üç ay sonra, Almanya’dan azınlık konularına dair bir Birleşmiş Milletler (BM) forumunda konuşma yapmak için İsviçre’ye gittim. Bu geniş bir dinleyici önünde hikayemi anlatacağım ilk seferdi. Her şey hakkında konuşmak istiyordum – IŞİD’den kaçarken susuzluktan ölen çocukları, hala dağlarda bekleyen aileleri, halen tutsak olan binlerce kadın ve çocuğu ve katliam alanında kardeşlerimin gördüğü şeyleri. Ben sadece yüzbinlerce Ezidi mağdurdan biriydim. Benim toplumum dağıldı, Irak’ın içinde ve dışında mülteci olarak yaşıyorlar ve Kocho halen IŞİD işgali altında. Ezidilere neler yapıldığına dair dünyanın duyması gereken çok şey vardı.
Onlara daha yapılması gereken çok şey olduğunu söylemek istedim. Soykırım ve insanlığa karşı suçlar ve tüm Sijar’ın kurtulabilmesi için – liderlerinden onların vahşetine destek veren yurttaşlarına kadar - IŞİD’in yargılayabilmesine yönelik; Irak’ta dini azınlıklar için güvenli bir bölge kurulmasına ihtiyacımız var. Dinleyicilere Hajji Salman’ın bana defalarca tecavüz ettiğini ve tanıklık ettiğim bütün diğer ihlalleri söylemeliydim. Dürüst olmaya karar vermek şimdiye kadar verdiğim en zor ve en önemli olanıydı.
Konuşmamı okurken sarsıldım. Mümkün olduğunca sakin olmaya çalıştım, Kocho’nun nasıl ele geçirildiğini ve benim gibi genç kızların sabaya olarak nasıl alındığı hakkında konuştum. Onlara, defalarca nasıl tecüvüze uğradığımı ve dövüldüğümü ve sonunda nasıl kaçtığımı anlattım. Onlara öldürülen kardeşlerimi anlattım. Kendi hikayenizi anlatmak hiç de kolay olmuyor. Her daim konuşuyor ve anımsıyorsunuz. Bazılarına bir erkeğin bana tecavüz ettiği kontrol noktasını veya ben battaniyenin altındayken Hajji Salman’ın kamçısının hislerini ya da mahallede bir yardım işareti ararken karanlık Musul gökyüzünü anlattığımda, tüm bu anlara ve onların tüm terörlerine geri taşınıyorum. Diğer Ezidiler de bu belleği fazlasıyla yüklenmiş durumdalar.
Benim hikayem, dürüst ve gerçekçi bir şekilde konuşmak, terörizme karşı sahip olduğum en iyi silah ve bu teröristler mahkeme önüne getirilinceye kadar bunu kullanmayı planlıyorum. Hala çok şeyler yapılmasına ihtiyaç var. Dünya liderleri ve özellikle de Müslüman dini liderler ayağa kalmak ve mazlumları korumak zorundalar.
Özet konuşmamı sundum. Hikayemi anlatmayı bitirdiğimde, konuşmaya devam ettim. Onlara konuşma yapmak için yetiştirilmediğimi söyledim. Onlara bütün Ezidilerin IŞİD’in soykırım suçundan yargılanmasını istediğini ve dünyanın her yerindeki kırılgan grupları korumaya yardımcı olmak için güce sahip olduklarını söyledim. Onlara bana tecavüz eden erkelerin gözlerinin içine bakmak istediğimi ve onların adalet önüne getirildiğini görmek istediğimi söyledim. Herşeyden daha çok, dünyada benimki gibi bir hikayeye sahip son genç kız olmak istediğimi söyledim. (HA/EKN)
[1] Muzaffer Sencer, Belgelerle İnsan Hakları, Beta Yat., Haziran 1991, s.191
[2] Osman Doğru & Atilla Nalbant, Kölelik ve Zorla Çalıştırma Yasağı, Avrupa Konseyi, s. 318, https://goo.gl/HWPVG9 web sitesinde mevcuttur.
[3] İnsan Hakları Komisyonuna Rapor 26 Ocak 1998 (E/CN.4/1998/54)
[4] İnsan Hakları Komisyonuna Rapor, 4 Şubat 1998 (E/CN.4/1998/54/Add.1).