Kayıp annelerinin/yakınlarının şiddetten arınmış, vicdani ve tamamen etik temelli karşı duruşu, iktidardaki zalimlerin kibrini alaşağı eder, uyguladıkları zulüm politikalarını boşa çıkartır, onları şaşkına çevirir ve zavallı durumuna düşürür.
“Komite, kızının kaybedilmesi, akibeti ve nerede olduğuyla ilgili devam eden belirsizliğin, annesinde ıztırap ve strese neden olduğuna idrak etmiştir. Başvurucu kızına ne olduğunu bilme hakkına sahiptir. Bu açıdan, kızının başına gelenlerden dolayı başvurucunun kendisi de Sözleşmenin (BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi), özellikle de 7. Maddenin (işkence ve kötü muame yasağı) ihlal edilmesinden dolayı mağdurdur.”
(BM İnsan Hakları Komitesi Kararı - Quinteros v. Uruguay - 21 Temmuz 1983, No: 07/1981 para.14)
“Mahkeme uzun süreli ve sürekli olarak maruz kaldığı belirsizlik, şüphe ve endişenin başvuranda ciddi zihinsel sıkıntı ve acıya sebep olduğu kanaatindedir. Başvuranın oğlunun kaybolması suçunun yetkililere yüklenebileceğine dair vardığı sonuçla ilgili olarak, Komisyon başvuranın 3. Madde (işkence ve kötü muamele yasağı) kapsamında insanlık dışı ve küçük düşürücü muameleye maruz kaldığını tespit etmiştir.”
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı - Kurt v. Türkiye, No: 15/1997/799/1002, para.131).
“De te fabula narratur / Anlatılan senin hikayendir.” (Horatius)
“BM Bütün Kişileri Zorla Kaybedilmeden Korumak İçin Uluslararası Sözleşme” (Zorla Kaybedilme Sözleşmesi)[1], BM Genel Kurulu’nda 20 Aralık 2006’da kabul edilerek, 6 Şubat 2007’de imzaya açıldı ve 23 Aralık 2010 tarihinde yürürlüğe girdi.
Bu zözleşme “zorla kaybedilmeyi”, devletin ajanları ya da devletin yetkisi, desteği veya rızasıyla hareket eden kişiler veya bu kişilerin oluşturduğu gruplar tarafından gerçekleştirilen tutuklama, gözaltı, kaçırma ya da özgürlükten yoksun bırakmanın diğer biçimlerini takiben bir kişiyi kanun koruması dışında bırakacak şekilde özgürlükten yoksun bırakma gerçeğinin reddi ya da kayıp kişinin akıbetinin veya nerede olduğunun gizlenmesi olarak tanımlanıyor.
“Zorla Kaybedilme” kavramı, Uluslararası Af Örgütü’nün de belirttiği üzere hukuki bir terim olarak son derece “hantal” olabilir, ancak zorla kaybedilen insanların hikayeleri gayet basittir[2].
Sevdiklerinden, ailelerinden, toplumlarından zorla alınıp kaybedilen her insanın basit birer hikayesi vardır.
Sebla Arcan’ın da belirttiği üzere bu hikayeler yeni olmadığı gibi, duymak için Latin Amerika’ya ya da Nazi Almanyası’na gitmeye de gerek yoktur. Üzerinde yaşadığımız topraklara bakmak ve 1915’e uzanmak bize gereken bilgiyi sunacaktır.[3]
Bununla birlikte sadece zorla kaybedilenlerin değil, arkalarında bıraktıkları insanların da acı ve ızdırap yüklü birer hikayesi bulunuyor. Ama onların hikayeleri aynı zamanda, zor zamanlarda, zorba ve baskıcı rejimler ve hükümetler altında adalet ve özgürlük için verilen onurlu mücadalelerin hikayesidir ve dün olduğu gibi bugün de bize bir şeyler öğretmeye devam etmektedirler. İşte işin bu kısmı Latin Amerika’da başlar.
Şili ve arpilleras
Mücadelenin ilk olarak Şili’de başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Şili’de Salvador Allende’ye karşı ABD destekli General Augusto Pinochet’in 1973’de gerçekleştirdiği kanlı darbeye işkenceler, tutuklamalar ve “kayıplar” eşlik etti.
Costas Gavras’ın “Kayıp” (Missing -1982) filmi Şili’deki kanlı darbenin iç yüzünü en iyi anlatan yapıtlardan biridir. Ancak Şili’li yazar Ariel Dorman’ın “Sadece Birkaç Saatliğine” adlı şiirini okumak dahi olanları anlamak için yeterli olacaktır[4].
Pinochet diktatörülüğünün zulüm politikalarına ilk tepki kayıp yakınlarından gelmiştir. Şili’deki kayıp yakınları ya da kayıp anneleri, arkalarına Katolik Kilisesini de alarak “arpilleras” (çuval bezi parçaları) dokumaya başladılar. Yaptıkları her “arpilleras” ile Şili’de Pinochet zamanında (1973-1990) meydana gelen zulmü ifade ettiler. Çuval bezinden dokunmuş bu resimler, Şili’nin geleneksel sanatıyla protestoyu birleştirdi. Bu nedenledir ki, Şili’de ki kayıp annelerine aynı zamanda “arpilleras anneleri” denir. Kuşkusuz ki mücadele biçimleri sadece bundan ibaret değildi, gördükleri tüm zulme rağmen, farklı protestolarla kayıplarını aradılar.
Arjantin ve Plaza de Mayo
Bununla birlikte kayıpların tüm dünyada duyulmasını sağlayan ve baskıcı rejimlerde şiddetten arınmış yöntemler kullanarak neler yapılabileceğini gösteren Arjantin’deki Plaza de Mayo (Mayıs Meydanı) Annneleri olmuştur.
Arjantin’in tarihe “kirli savaş” olarak geçen 1976–1983 yılları arasında darbeyle ülke yönetimini ele geçiren generaller, kurdukları askeri dikta rejimi döneminde “Ulusal Uzlaşma Süreci” adı altında devasa insan hakları ihlalleri gerçekleştirdiler. “Gözaltı kayıpları” (detenidos desapericidos) kavramı da, darbenin hemen ardından Arjantin halkının yaşamına girdi. Bu dönemde hapishaneye konanlar hariç en az otuz bin insanın “kaybedildiği” kayıtlara geçmiş durumda. Ülkede her şey Hıristiyan değerlerini korumak ve komünizmi engellemek adı altında yasaklanmıştı. Sokaklarda iki kişiden fazlasının yan yana gelmesi ve konuşması suçtu.
Ancak 1977’de bir grup anne ve büyükanne hükümet binası önünde bulunan Plaza de Mayo’da (Mayıs Meydanı) her şeyi göze alarak bir araya gelme kararı aldı. Askeri cuntanın bulunduğu hükümet binasına yüz metre uzaklıktaki Plaza de Mayo’da, 13 Nisan 1977 günü biraraya gelen on dört beyaz başörtülü kadın, ikişer ikişer meydana girmeye ve meydanın ortasındaki piramidin çevresinde tur atmaya başladı. Anneler bunu her perşembe öğlen saatlerinde tekrarladılar. Aynı yılın sonunda beyaz başörtülü annelerin sayısı üç yüzü buldu.
Kayıplar için toplanan 24 bin imzayı 15 Ekim 1977’de Başkanlık Sarayı’na teslim etmek için harekete geçen üç yüz anneyi polis cop, kalas ve göz yaşartıcı bombalarla dağıttı. Aralarında bir Fransalı ve dokuz Plaza de Mayo annesinin de bulunduğu bir grup, 8 Aralık 1977’de Uluslararası İnsan Hakları Günü vesilesiyle La Macion gazetesine ilan vermeye gittiler. Anneler, ilanı gazeteye verdikten sonra, geri dönerken kaçırıldılar.
Bu kaçırma operasyonundan birkaç gün sonra, bir kaçırma olayı daha yaşandı. Plaza de Mayo Anneleri’nin örgütleyicisi ve lideri durumundaki Azucena de Vicenti, Buenos Aires yakınlarında, yanında bulunan biriyle birlikte kaçırıldı.
Plaza de Mayo annelerinden başkaları da ve avukatları da kaçırılarak kaybedildi. Cunta hükümeti annelere karşı “perşembe delileri”, “teröristlerin anaları” söylemini kullandı. Bu baskılara ve zulme ragmen sayıları giderek arttı, birçok soruşturmaya ve dayağa maruz kaldılar, ancak başlarına beyaz başörtülerini takıp meydana çıkmaktan vazgeçmediler. Tüm dünya onları bu şekilde tanıdı. Aralık 1978'de kayıp yakınlarının eylemleri ve toplanmaları kesin olarak yasaklanınca, kiliselerde toplanmaya başladılar.
Dünya Kupası maçları 1978’de Arjantin’de yapıldı. Anneler, bu olayı seslerini dünya kamuoyuna ulaştırmada bir araç olarak kullanmaya çalıştılar. Kupa dolayısıyla pek çok yabancı basın mensubu Arjantin’de bulunmaktaydı. Plaza de Mayo Anneleri “Çocuklarımızdan, torunlarımızdan, babalarımızdan haber alamıyoruz” yazılı pankartlarıyla kameraların önünden geçtiler. Bu cunta şeflerinin hoşuna gitmedi. Çok kısa bir süre sonra Kayıp Yakınları Komisyonu’nu savunan avukatların çoğu kaçırıldı. Dolayısıyla onların da adı “kayıplar” listesine eklendi.
Cuntanın 1982’de Falkland Savaşı’nı fırsat bilerek anneleri “hain anneleri” olarak damgalama girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Kasım 1981’de düzenlenen “Barış, Emek ve İş” yürüyüşüne katılan elli bin kişi, anneleri destekleyen sloganlar attılar. Başkanlık Sarayı’nın önünde 1982 Şubat’ında düzenlenen, sendikalar ve annelerin başını çektiği “Askeri Diktatörlük Sonuna Yaklaştı” gösterisine on beş bin kişi katıldı. 1983 yılında Arjantin’in Falkland Savaşı’nı kaybetmesi askeri cuntanın devrilmesine yol açtı.
Cunta sonrasında kurulan Alfonsin hükümeti “toplumsal barışı” sağlamaya yönelik soruşturmalar başlattı. Bu soruşturmalar sonucunda cunta şefi General Videla ile Amiral Emilio Massera ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Ancak darbe sırasında insan hakları ihlallerinden sorumlu olan pek çok kişi o dönem serbest kaldı. Bununla birlikte anneler ve büyük anneler onların peşini bırakmadı. Mücadele halen devam ediyor.
Arjantin normal bir yönetimine kavuştuktan sonra yapılan araştırmalar kayıpların çoktan öldüğünü ve cesetlerinin yok edildiğini ortaya çıkardı, yine de anneler generallerden hesap sorulması için eylemlerine devam ettiler. Devlet Başkanı Nestor Kirchner’in cuntayı yargı karşısına çıkarma sözünü ve yaşlarının 77–93 arasında değiştiğini göz önüne alan anneler, yirmi beş yıldır başkent Buenos Aires’teki başkanlık sarayı önünde, her Perşembe yaptıkları yirmi dört saatlik yürüyüşlerinin sonuncusunu Ocak 2006’da gerçekleştirdiler. Son yürüyüşlerine çok sayıda insan hakları savunucusu ve sanatçının eşlik ettiği anneler, evlatlarının akıbetinin aydınlığa kavuşması için mum yakma eylemini sürdürüyorlar ve insan haklarıyla ilgili başka kampanyalara destek veriyorlar.
Bu tür bir kampanyanın mevcut şartlarda örgütlenmesi tamamen bir vicdan meselesidir. Dolayısıyla kendi bedenlerinden başka hiçbir gücü olmayan annelerin başlattığı kampanya hakkında bir değerlendirme yapmak çok güçtür.
Bir grup annenin neredeyse tüm olumsuz şartlara ve zayıf yönlerine rağmen harekete geçmesi tamamıyla etik ve vicdani bir duruşun ifadesidir. En güçlü yanlarını en zayıf yönlerinden aldılar. Tüm olanaksızlıkları olanak haline getirdiler. Kampanyaları tamamen klasik yöntemlerle, Twitter'ın, Facebook'un, web sitelerinin ve e-posta’nın olmadığı, cep telefonlarının kullanılmadığı bir dönemde örgütlendiler. Bu nedenle günümüz kampanyalarıyla kıyaslanması da pek mümkün değildir.
Buna rağmen Plaza de Mayo Anneleri’ne dünyanın pek çok ülkesinden destekler geldi. 1977’de on dört annenin başlattığı kampanya sonraları örgütlü bir hal aldı.
Arjantin’deki Dünya Kupası’ndan sonra 14 Mayıs 1979 tarihinde, Plaza de Mayo Anneleri Derneği kurulmuştu. Bu tarihten sonra kampanya dernek tarafından sürdürüldü. İnsan hakları ve kadın örgütleri derneğe destek verdiler.
1980’de tekrar meydana dönmeleriyle birlikte anneler, bir kez daha ordunun ve polisin şiddetli baskısıyla karşılaştılar. Yalnız bu kez etkinlikleri sayesinde giderek seslerini daha çok duyuran anneler, uluslararası sempati ve destek gruplarına erişmişti. Diğer kuruluşlar annelere bağışta bulundu. Özellikle Hollanda’dan bir kadın grubu bir büro satın alınmasının masraflarını karşıladı.
Plaza de Mayo Anneleri’nin yaptıkları eylemler karşılıksız kalmadı. 1992’de Uluslararası Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nü aldılar. Ardından 1999 yılında daha önce Mother Teresa ve ünlü eğitim bilimci ve aktivist Paulo Freire’ye verilen UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) Barış Eğitimi Ödülü’nün 19.’su Plaza de Mayo Annelerine verildi. 10 Aralık 2003’de ise Plaza de Mayo Büyükanneleri’nin Başkanı Estela Barnes de Carlotto, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ödülü’nü aldı.
Ülkede askeri diktatörlük dönemine yönelik yargılamalar yeni devlet başkanı Christina Fernandez döneminde büyük hız kazandı. Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki askeri faşist diktatörlük döneminde işkence merkezi olarak işlev gören başkent Buenos Aires’teki Donanma Mekanik Okulu, devlet başkanı Cristina Fernandez de Kirchner’in kararıyla 2009 yılında Birleşmiş Milletler
İnsan Haklarının Teşviki Merkezi’ne dönüştürüldü. Yaklaşık beş bin solcunun işkence gördüğü ve tamamına yakınının katledildiği merkezde insan haklarının geliştirilmesine yönelik program ve projeler yürütülmesi kararlaştırıldı. Arjantin Hükümeti’nin UNESCO’yla birlikte idare edeceği merkeze ilişkin UNESCO eski Genel Direktörü Koichiro Matsuura, yaptığı açıklamada, kıtada diktatörlük dönemine dönük hız kazanan yargılamalara da atıfta bulunarak “Bu Merkez, Latin Amerika’nın
insan haklarının küresel seviyeye ulaşmasına dönük çabalarının da bir sembolüdür” demiştir. Plaza de Mayo Anneleri dünyaca ünlü sanatçılardan da destek aldı. Joan Baez 1982’deki “Joan Baez in Latin America: There but for Fortune” belgeselinde Plaza de Mayo Annelerine destek verdi. İngiliz sarkıcı Sting Buenos Aires’te Uluslararası Af Örgütü’nün konserinde ‘‘They Dance Along’’ (Onlar Yalnız Dansediyor) şarkısını, İrlandalı rock grubu U2 ise 1987’de ‘‘Mothers of Disappeared’’ (Kaybedilenlerin Anneleri) adlı parçalarını Plaza de Mayo Anneleri’ne adadı. U2’nun 1998’de Buenos Aires’te verdiği konserde Plaza de Mayo Anneleri de sahneye çıkarak, müzik devam ederken izleyicilerle birlikte tek tek çocuklarının adlarını saydılar.
Güney Amerika’dan Türkiye’ye
Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’nin mücadelesi birçok ülkeye örnek olmuştur. Türkiye’de de, politik kimliğinden dolayı devlet tarafından zorla kaçırılan Hasan Ocak için arkadaşları ve ailesi, İnsan Hakları Derneği’nin de (İHD) desteğini alarak bir kampanya başlattı. Hasan Ocak’ın işkenceyle katledilmiş cesedini 55 günlük bir aramadan sonra bulan kampanya yürütücüleri, bu olayın ardından kayıplara karşı mücadeleyi sürekli kıldılar ve Cumartesi Anneleri’nin yaratıcısı oldular.
Tüm bu süreçte İHD her aşamada Cumartesi Annelerinin/Yakınlarının yanında oldu. Cumartesi Anneleri/Yakınları, 27 Mayıs 1995’ten başlayarak, her cumartesi günü İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nin önünde oturma eylemi gerçekleştirdiler. Kayıp yakınları ilk oturma eylemlerini gerçekleştirdiklerinde yaklaşık 30 kişiydiler. Böylece Hasan Ocak Kampanyası bir süreklilik sağlayarak örgütlü kayıplar mücadelesinin başlangıcı kabul edildi.
Hasan Ocak Kampanyası sürecinde kurulan Demokratik Mücadele Platformu, Emekçi Kadınlar Birliği, İnsan Hakları Derneği, Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu ve birçok kurumun desteğini alarak 17–19 Mayıs 1996’da İstanbul’da ‘‘Susma’’ şiarıyla 1. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’nı gerçekleştirdi. Kurultaya Şili, Kolombiya, Uruguay, Filipinler, Sri Lanka, Zaire (Kongo), Irak, Filistin, İngiltere, Fransa ve Almanya’dan 32, Türkiye’den 100 kayıp yakını, insan hakları savunucusu, aydın ve sendikacı delege olarak katıldı. Türkiye’de yasaklamasına rağmen başarıyla gerçekleştirilen kurultay, uluslararası bir örgütlenme ihtiyacı duydu ve ICAD’I oluşturdu (International Committee Against Disappearances - Kayıplara Karşı Uluslararası Komite).
Kayıp yakınları basında Cumartesi Anneleri olarak anılmaya başlayınca, bu ismi kullanmaya devam ettiler. Ahmet Kaya 1995 tarihli “Beni Bul” adlı albümündeki aynı adlı şarkıyla annelere destek verdi.
Metin&Kemal Kahraman kardeşlerin aynı tarihli “Renklerle Yaşamak” albümünde Ariel Dorman’ın “Sadece Birkaç Saatliğine” şiirini besteleyip söylediler.
Bunu Nisan 1996’da Sezen Aksu’nun “Cumartesi Türküsü” takip etti.
U2 1997 tarihli “Pop” albümünde “Ekim 1995'de Türkiye'de kaybedilen Fehmi Tosun'u hatırlayın” mesajını yayınladı.
Ali Öz - 1996
Cumartesi Annelerine giderek artan destek zamanın hükümetini rahatsız etti. Askerlerin hükümet üzerindeki etkisini iyice arttırdığı 28 Şubat 1997’den sonra Polis Cumartesi Anneleri'ne 1998 Ağustosu'ndan başlayarak 7 ay boyunca her hafta copla biber gazıyla saldırdı.
Cumartesi Annelerine/Yakınlarına karşı Latin Amerika örneğinde olduğu gibi karalama kampayalarına girişti. Onları “hain”, “terörist” olarak damgalamaya, toplumdan soyutlamaya çalıştı. Yaşanan saldırılar ve gözaltıların sonucunda, Cumartesi Anneleri, 203. Oturma eylemi girişimlerinde, 13 Mart 1999'da “eyleme ara verdiklerini" açıkladılar. Ancak Cumartesi Anneleri 31 Ocak 2009’da oturma eylemlerine tekrar başladılar. U2 İstanbul’da verdiği 2010 konserinde Fehmi Tosun’u tekrar andı ve kayıplar konusunu yeniden gündeme getirdi.
Heykeltraş Mehmet Aksoy “İnsanlık Halleri” adlı 2010 sergisinde “Kayıp Anaları” heykeliyle Cumartesi Annelerine destek verdi.
Tüm bu süreçte zorla kaybedilmeler hakkında raporlar yazıldı, davalar açıldı. AİHM önünde Türkiye pek çok kez bu nedenle mahkumiyet aldı. Kayıplar hala aranıyor.
700. hafta
Son olarak Ceylan Ertem Cumartesi Annelerinin/Yakınlarının 700. Hafta Oturma eylemi nedeniyle Ahmet Kaya’nın “Beni Bul” şarkısını kayıp yakınlarıyla birlikte tekrar seslendirdi.
Cumartesi Anneleri/Yakınları 25 Ağustos 2018 günü İstanbul’da Galatasaray Meydanındaki oturma eylemiyle ve Türkiye’nin her yerinde aynı saatte yapılacak diğer etkinliklerle kayıplarını yeniden arayacaklar.
Zorla kaybetme zorba rejimlerin, baskıcı hükümetlerin en tiksinti verici eylemlerinden biridir.
Zorla kaybet üç aşamalı bir etki yaratır.
Öncelike mağdurun kendisine açı ve ızdırap vermeyi hedefler.
Ardından son derece kibirli bir şekilde acı ve ızdırap, yıldırma ve korku salam politikasına bağlı olarak mağdurun ailesine, arkadaşlarına ve üyesi olduğu gruba uzanır. Böylece zorba ve baskıcı rejimler kayıp yakınlarını ekonomik ve sosyal bir çöküntüye, marjinalleşmeye itmek ister.
Üçüncü aşamada hedef bütün bir toplumun kendisidir.
Baskıcı ve zorba rejimler/hükümetler zorla kaybetme yoluyla toplumuna korku salmak ve toplumda bir güvensizlik hissi yaratmak isterler. Böylece rejim bir biat kültürü yaratarak, baskıcı otoriteye itaat edilmesini arzular. Diğer tüm zulüm politikaları gibi hiçbir hakkaniyete sığmaz, gayr-ı meşrudur, ahlaksızlıktır, etik dışıdır. İnsan onuruna aykırıdır.
Bu nedenledir ki, kayıp annelerinin/yakınlarının şiddetten arınmış, vicdani ve tamamen etik temelli karşı duruşu, iktidardaki zalimlerin kibrini alaşağı eder, uyguladıkları zulüm politikalarını boşa çıkartır, onları şaşkına çevirir ve zavallı durumuna düşürür. Zalimleri işledikleri insanlık dışı suçlarla yüzyüze getirir, vicdan mahkemesi önünde onlardan hesap sorar. Bu kayıp annelerinin, büyükannelerinin, yakınlarının en büyük gücüdür. Bu güç karşısında hiçkimse dayanamaz. Bu nedenledir ki, kayıp anneleri, büyük anneleri ve yakınları “hain” ya da “terörist” anneleri olarak değil, başı dik, onurlu, vicdanlı, ahlaklı ve erdemli insanlar olarak tarihe geçmişlerdir. Onlar tarihin sayfalarına hak ettikleri saygı ve hürmetle geçecekler ve böyle anılanacaklardır. Onlara uğradıkları zulmu reva görenler ise tarih saylarında “zalim” sıfatından öteye gidemeyecekler, adlarını da bu sıfat haricinde hiç kimse anmayacaktır. Mahkeme kayıtlarıda ise, en azından görülen davalarda birer suçlu olacaklardır. İktidar sahipleri bunun hemen şimdi farkına varmalıdır. Annelere, büyükannelere, yakınlara çocuklarını vermelidir. Yarın, öbür gün değil, hemen şimdi vermelidirler. Onlar Cumartesiyi beklememelidirler. (HA/HK)
* Bu yazı ilk olarak editörlüğünü Özgür Gökmen’in üstlendiği ve 2009 yılında STGM için Banu Yamak’la birlikte hazırladığımız “Sivil Toplum Örgütleri için Kampanya Hazırlama Rehberi: Dünyadan ve Türkiye’den İyi Kampanya Örnekleri” kitabı için hazırlanmıştır. Cumartesi Annelerini 700. Hafta Eylemi nedeniyle Bianet için gözden geçirilmiş ve güncellenmiştir.
[1] Türkiye Cumhuriyeti ne yazık ki halen bu sözleşmeyi imzalayıp onaylamış değil.
[3] Artı TV, Ayşe Hür ve Erdoğan Aydın tarafından hazırlanıp sunulan “Tarihin Peşinde” programı, 19 Ağustos 2018 Pazar.
[4] Gönül Çapan’ın çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan şiir, aynı zaman Metin&Kemal Kahraman tarafından bestelenerek 1995 yılında “Renklerle Yaşamak” albümünde yer aldı. Bu aynı zamanda Türkiye’de Cumartesi Annelerinin mücadeleye başladıkları yıldı.
Yaklaşık 25 yıldır sivil toplum örgütlerinde aktif olarak çalışıyor. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesinin kurucularından ve Yurttaşlık Derneği'nin (eski adıyla Helsinki Yurttaşlar Derneği) üyesi. İnsan...
Yaklaşık 25 yıldır sivil toplum örgütlerinde aktif olarak çalışıyor. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesinin kurucularından ve Yurttaşlık Derneği'nin (eski adıyla Helsinki Yurttaşlar Derneği) üyesi. İnsan Hakları Derneği'nin İnsan Hakları Akademisi'nde ve diğer hak temelli örgütlerde faaliyet gösteriyor.
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.
Kahramanlara ve kahramanlığa inanmayan bir devrimci
İletişim Yayınları’nın “Sol Bellek” dizisi kapsamında yayımlanan bu kitap, sadece Dr. Selim Ölçer’i tanımakla kalmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin uzun ve zorlu bir dönemine dair bellek tazelemenizi de sağlıyor.
“Hekimlerin özlük hakkı için pek çok eylem yaptık, doğrudur. Bu eylemler hastaya zaman ayırma, basın toplantıları ve açıklamaları, muhtelif öneriler, sendikalaşmak için memur sendikalarının kurulması için çabalar, aktif olarak bunların içinde yer almak gibi birçok unsur içeriyordu. Ama günün sonunda diyebilirim ki, biz özlük haklarımız için en çok sokağı kullandık. Neredeyse altı ayda bir, senede bir yürüyüş yaptık. Hekimlerin özlük hakları ve mesleki şartları için. Bu yürüyüşlere katılımlar hiç de fena değildi. Hep iyi sevideydi. Ama nedense, bir kez, o da Turgut Özal döneminde maaşlarımıza yapılan yüzde yüz zammın dışında önemli ölçüde bir kazanımımız olduğunu söyleyemem. O kadar kullandık, o kadar uğraştık ama başarılı olduğumuzu söyleyemem. Özlük hakları bağlamında birtakım başarılar veya çözümler elde edebilmek için yaptığımız mücadele hep sonuçta bir şekilde akamete uğradı.”
Kitap, Özen B. Demir ve Onur Erden’in Dr. Selim Ölçer ile yaptığı, iki bölümden oluşan uzun bir söyleşiden oluşuyor. Ayrıca, Dr. Şükrü Hatun ve Dr. A. Selçuk Mızraklı’nın sunuş yazıları ile 2013 yılında Vecdi Erbay’ın Ölçer’le yaptığı bir başka söyleşi de yer alıyor.
İletişim Yayınları’nın “Sol Bellek” dizisi kapsamında yayımlanan bu kitap, sadece Dr. Selim Ölçer’i tanımakla kalmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin uzun ve zorlu bir dönemine dair bellek tazelemenizi de sağlıyor. Kitabı okudukça, bilmediğiniz pek çok şeyi öğreniyor, bazı konular üzerine yeniden düşünmeye başlıyorsunuz.
Kitabın arka kapağından:
“Selim Ölçer, '68’li bir hekim. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi (MK) Başkanlığı yapmış bir hekim hareketi eylemcisi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) kuruluşuna emek vermiş bir insan hakları savunucusu. Kürt kimliğinin tanınma mücadelesine bir toplum önderi -ve bir- muhabbet adamı. Silvan’dan başlayıp Ankara’da tıp fakültesi, Tatvan’da mecburi hizmet, Ankara Numune Hastanesi ve tabip odaları üzerinden, 2000 yılından beri Diyarbakır’da süren dopdolu bir hayat…”
Evet, kitap elinizde akıp giderken, yalnızca Dr. Selim Ölçer’in yaşamına değil, ülkenin toplumsal ve politik geçmişine de tanıklık ediyorsunuz. Ölçer, anlatımında oldukça samimi; hem öz eleştiri yaparken hem de birlikte mücadele ettiği insanları anlatırken içten bir dil kullanıyor.
1948’de Silvan’da doğan, 1962’de lise eğitimi için Ankara’ya gelen, 1972’de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Ölçer, öğrencilik yıllarında iki arkadaşıyla birlikte Sosyalist Fikir Kulübü’nü kurdu. Mecburi hizmetini Tatvan’da yaptı, ardından 1977-1980 yılları arasında Ankara Numune Hastanesi’nde Kulak Burun Boğaz (KBB) ihtisası yaptı ve uzun yıllar burada şef muavini olarak çalıştı. 1993 yılında Türkiye KBB Vakfı’nın kurucularından biri oldu. 2000 yılında memleketi Diyarbakır’a döndü ve 2004’te emekli olmasına rağmen mesleğini icra etmeye devam etti.
*Dr. Selim Ölçer (Fotoğraf: Gazete Duvar)
Dr. Şükrü Hatun’un sunuş yazısından bir alıntı:
“O yıllarda içinde birçok insanın olduğu, bir tür beraberce büyük bir halaya durduğu sıra dışı bir topluluktuk ve beraber soluk alıp veriyorduk diyeceğimiz kadar birbirimize yakındık ama bu topluluğun kalbi Selim Abi’ydi. Belki daha doğrusu ve onun tercih edeceği şekilde söylersem ‘Hepimiz birlikte atan büyük bir kalptik.”
Dr. Selim Ölçer, 1986-1990 yılları arasında Ankara Tabip Odası (ATO) Yönetim Kurulu Başkanı, 1990-1995 yılları arasında TTB Merkez Konseyi Başkanı, 2000-2003 yılları arasında ise TİHV Genel Sekreteri olarak görev yaptı. Ölçer, hekim ve insan hakları mücadelesinde uzlaşmacı kimliğiyle öne çıkarak çalıştığını belirtip ekliyor:
“Kavga-dövüşü benimsemedim, hep uzlaşmacı, hep barıştırıcı kimliğimi kullandım, öyle öne çıktım. Bunu ‘böyle yapayım, iyi olur’ diye yapmadım. Ben böyle bir insanım çünkü ya…”
1995 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili adayı olan Ölçer, Diyarbakır’da Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği ile Mezopotamya Vakfı’nın kurucuları arasında da yer aldı.
Kitabın 246. sayfasından bir alıntı:
“Velhasıl ben çok iyi şeyler de yaşadım, çok sıkıntılara da tanık oldum. Ama genel olarak iyi bir hayat yaşadığımı söyleyebilirim. Üzüntülerimle, sevinçlerimle… Zaten hayat tam da böyle bir şey değil mi? Kuşkusuz, ben de bir insanım. Hatalar yapmış olabilirim. Kimilerini üzmüş, kimilerini kırmış olabilirim. Kimilerine karşı ayıp da işlemiş olabilirim. Ama inan, hiçbir zaman asla bilinçli bir biçimde ben kimseye zarar vermedim, vermemeye çalıştım. Kimseyi kırmamaya çalıştım. Yalan söylemedim. İnsanların duygularını, ekonomik durumlarını asla ve kat’a sömürmeye çalışmadım. Bunları yaparken hep, işte o 68’deki inandığım şeylerle ayakta kalmağa çalıştım.
“Ben hala ‘o’yum aslında, biliyor musun? 68’in devrimcisiydim (…) Ben hep 68’in naifliğiyle hala ayakta duruyorum. Biz hayata çok güzel baktık. 68’in o naif, o insanları kırmayan, kavga dövüşe, şiddete, zulme eziyete karşı duran insanların, o devrimci naif tarafını hala kendi içimde taşıyorum (…) O zaman da demiştim, ‘Kahramanlıklara ve kahramanlara karşıyım,’ diye. Yani ben sadece kahramanlıklara ve kahramanlara inanmamakla kalmıyorum, aynı zamanda karşıyım.
“Eğer bir toplum kahraman üretiyorsa orada bir problem vardır. Orada insanların canını sıkan bir şey vardır. Yani onun için, mümkün olduğunca bu toplumda beraber, ortak, dayanışma içinde bir barış ikliminin kurulması ve yaşatılabilmesi için kendimce bir yaşam sürdüm. Ne kadar becerdim, bilmiyorum. Sürçülisan edip kimilerini kırdıysak, kimilerini üzdüysek de affola.”
Dr. Selim Ölçer kitabı, bellek tazelemek için önemli bir araç.
Özen B. Demir ve Onur Erden, Dr. Selim Ölçer: “Ne Kahramanlara Ne de Kahramanlığa İnanırım”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2025, 272 sayfa.
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web...
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web sitesi var.. Emekli.