Kadim zamanların fabl ustası Ezop (Aisopos – M.Ö.6) “At, Geyik* ve Avcı” masalında şunları anlatır:
"Bir geyikle bir at, aynı çayırda otluyorlarmış. Ancak Geyik bir yandan keskin dişleri diğer yandan güçlü boynuzlarını kullanarak otlaktaki her şeyi yiyip bitirmeye başlamış. At bu duruma çok kızmış, öcünü almak için gitmiş bir avcı bulmuş: "Kurtar beni şu Geyikten!" demiş. Avcı: "Peki, kurtarayım, kurtarayım ama ben o işi tek başıma başaramam ki! Gel, senin ağzına bir gem vurayım, üstüne bineyim, sen de yardım et!" demiş. At o kadar öfkeliymiş ki hiç düşünmeden razı olmuş. Avcı atın üstüne binmiş, geyiğe birlikte saldırmışlar. Sonuçta geyiği öldürmüşler. Ardından At Avcıya “Artık çıkar şu gemi, işimiz bitti demiş.” Ancak Avcı “Dur bakalım o kadar acele etme!” diyerek Atı eve götürüp ahıra bağlamış. At artık Avcının kölesi olmuş.
İntikam almanın tatlı başlayıp, acıyla bittiğini anlatan bu hikâye, evvel zaman içinde başlayıp günümüze kadar uzanan bir süreçte, çeşitli yazarların, düşünürlerin referans noktası olmuştur. Bu referanslar “intikam” kavramına yönelik moral bir eleştiri getirdiği gibi, politika açısından özgürlüğe atıfta bulunur. Aristoteles Retorik adlı eserinde bu hikâyeyi Stesikhoros’un ağzından aktarır. Himera yurttaşları kendilerini korumak için güçlü bir lider arayışına girmişlerdir. Yapılan tartışmalardan sonra ittifak halinde Phalaris’e giderek kentin yönetimini üstlenmesini talep ederler. Bunu kabul eden Phalaris kentin Tiran’ı olur. Kent halkı aynı zamanda Phalaris’e bir ordu vermeyi konuşurken, tehlikeyi gören Stesikhoros, Himera yurttaşlarına Ezop’un “At, Geyik ve Avcı” hikayesini aktararak, şöyle der: “düşmanlarınızdan intikam alayım derken At’ın yazgısına düşmeyin, Phaliris’i Tiran yaparak şimdiden gemi ağzınıza taktırdınız. Ona muhafızlar vererek sırtınıza binmesi için izin verirseniz, daha o an onun kölesi olursunuz”. Hikâyenin göründüğü bir başka yer ise Horatius’un Epistulaları’dır. Mektup gibi kaleme iki kitaplık Epistulala’rın birinci kitabında yer alan, X. Epistula Horatius’un dostu Aristius Fuscus’a hitaben yazılmıştır. X. Epistula özgürlüğün ve doğayla uyum içinde yaşamanın önemine vurgu yaparken, “At, Geyik ve Avcı” hikayesine atıfta bulunur.
Son zamanlarda ise hikayemiz, Harvard Üniversitesi karşılaştırmalı siyaset bölümünde çalışan iki profesörün, Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt tarafından kaleme alınan “Demokrasiler Nasıl Ölür?” (How Democracies Die) başlıklı kitapta göründü.
Steven Levitsky özellikle 1989’dan sonra eski Sovyet Cumhuriyetlerinden ortaya çıkan yeni otoriteryan sistemler hakkındaki çalışmalarından tanıdığımız bir isim. Steven Levitsky, Lucan Way ile birlikte hazırladığı kitabında bu rejimleri “Rekabetçi Otoriteryanizm” (Competitive Authoritarianism) olarak tanımlamıştı. Bu sefer Daniel Ziblatt ile birlikte “demokrasilerin ölümüne” odaklanan Steven Levitsky, kitapta 1930 yıllardan başlayarak günümüze kadar uzanan süreçte, belalı devletlerin hangi süreçlerden geçtikleri, demokrasiye ve özgürlüklere nasıl tehdit oluşturdukları detaylı bir şekilde mercek altına alıyor. Yazarlar kitapta ağırlıklı olarak, “demokrasi için bir tehdit “olarak görülen ABD Başkanı Trump’ın seçilmesine odaklansa da bunu Latin Amerika ve Avrupa’daki demokrasi karşıtı politik liderlerle karşılaştırarak gerçekleştiriyor. Bununla birlikte kitabın birinci bölümüne verilen başlık öyle sanıyorum tüm sıcaklığıyla en fazla bizi, Türkiye’yi ilgilendiriyor: “Ölümcül İttifaklar!”
II. Dünya Savaşının hemen öncesinde İtalya’da Faşizmin ve Almanya’da Nazizmin yükselmesi, diğer pek çok şeyin yanında sosyal, ekonomik, politik sorunlardan kurtulmak ve “düşmanlara” haddini bildirmek, “sosyalist tehdidi” ortadan kaldırmak için girişilen ittifakların bir sonucu. Söz konusu “ölümcül ittifakların” oluşumunda liberallerin ve muhafazakârların önemli bir rolü var. Ancak örnekler kuşkusuz ki sadece II. Dünya Savaşından değil. Güncel haliyle Latin Amerika’daki otoriteryan rejimler ve son olarak Avrupa’da yükselen popülist-Yeni Sağ hareketlerin parlamentolara seçilmesi ve hatta Macaristan ve Avusturya örneğinde olduğu gibi iktidara gelmesi, girişilen ölümcül ittifakların bir sonucu olarak karşımızda bütün çıplaklığıyla duruyor. Tüm bunlara, Alexander Dugin gibi “Yeni-Avrasyacı” teorisyenler eşliğinde seyir eden Rusya Federasyonu, Azerbaycan ve diğer Orta Asya Cumhuriyetlerindeki otoriteryan rejimleri ve ABD’deki Trump yönetimi de eklediğimizde karşımızda geniş bir yelpazede demokrasiyi tehdit eden otoriteryan rejimlerden ve liderler geçidinden bahsedebiliriz.
Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt politikada otoriteryan davranışlara dair dört temel göstergeden bahsediyor: 1) Oyunun demokratik kurallarını reddetmek ya da demokratik kurallara yönelik taahhütleri zayıflatmak; 2) Politik muhaliflerin meşruiyetini inkâr etmek; 3) Şiddeti hoş görmek veya cesaretlendirmek; 4) Medyayı da içerecek şekilde, muhaliflerin sivil özgürlüklerini kısıtlamak üzere hazırolda durmak.
Türkiye’de de içinde bulunduğumuz koşullarda, yukarıdaki otoriteryan davranışların o ya da bu şekilde bir arada sergilendiği, son derece ölümcül bir ittifak döneminden geçiyoruz. Ancak bu türden ittifaklara Türkiye pek de yabancı sayılmaz.
Türkiye’nin 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yaşadığı “Milliyetçi Cephe” deneyimleri bunun somut birer örneğidir. Benzer şekilde 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, Turgut Özal’ın ANAP’ı kurarken ortaya attığı dört eğilim (Demokratik Sol, Liberal Sağ, Milliyetçi Sağ ve İslami Sağ) bir başka ittifak örneğidir. Bu dönemde askerlerden kurtulmak için, oyların yöneldiği ANAP, otoriter bir neo-liberal politikayı uygulamaktan ileriye gidemedi. Zira bu politikalar, özgürlükçü ve demokratik bir ortamda değil, 12 Eylül Anayasasının baskıcı kuralları altında ve kimi zaman muhalefete karşı zor kullanılarak gerçekleştirildi. Bu süreçte bırakınız demokratik sol’u ve liberal sağın bile esamesi pek okunmadı. Baskın olan her daim Milliyetçi ve İslami Sağ oldu. Dışa açılım politikaları karşısında otoriter devlet anlayışı her daim varlığını sürdürdü. Turgut Özal’ın otoriter neo-liberalizminden kurtulmak için başta DYP-SHP ortaklığı olmak üzere oyların yöneldiği 1990’ların koalisyon hükümetlerinden (ANA-SOL; REFAH-YOL; DSP-ANAP-MHP) ise günümüze karanlık “derin devlet” cinayetleri, yaygın ve sistematik insan hakları ihlalleri, kapatılan siyasi partiler, katliamlar ve 5 Nisan 1994 sonrasında yaşanan ekonomik yıkımı düzeltmek için dayatılan “kemer sıkma politikaları” ve “acı reçeteler” kaldı. Tüm bunlara bir gece ansızın gelen Genel Kurmay muhtıralarını da eklemeden geçmeyelim! Bugün 1990’lar “istikrar” adı altında “tek parti” iktidarı için olduğu kadar “tek adam” rejimi için de bir meşruiyet kaynağı ya da en azından söylemi olarak kullanılıyor.
Geçmişte, 2000’li yılların hemen başında AKP’nin siyaset arenasına girmesi ve elde ettiği başarılarla birlikte, Türkiye’nin demokratik bir değişim sürecine girdiği tartışmasız bir gerçektir. Onca belalı yıldan sonra baskıdan, siyasi ve ekonomik krizlerden bıkmış olan toplumun ihtiyaçlarına karşılık gelen politikaları 2002-2006 döneminde üreten AKP’nin bugünkü durumu ise bambaşka. Anayasa’da 2010’da yapılan değişikliğe bağlı olarak, 2014’de yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinden bu yana, halimiz Himera yurttaşlarından hiç de farklı değil! Daha ötesi bu duruma alternatif üretmekte son derece zorlanıyoruz. Askeri vesayet rejiminden kurtulalım derken kendimizi bir başka vesayet rejiminin içinde bulduk. Bu da yetmiyormuş gibi, devlet içinde çetelenmiş Gülencilerin askeri darbesinden kurtulalım derken, kendimizi Olağanüstü Hal’in içinde bulduk ve en az bir askeri darbe kadar yıkıcı bir başka “ölümcül ittifaka” daha sürüklendik. Artık bunun alternatifi bir başka “ölümcül ittifak” olmamalı.
Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt bu durumdan kurtulmak için Oxford Üniversitesinden karşılaştırmalı siyaset profesörü Nancy Bermeo’nun “uzak tutma” kavramından hareketle, demokrasi yanlısı siyasi partilerin ve hareketlerin, otoriteryan partileri ve aşırılık yanlısı hareketleri izole edip, bozguna uğratabilme şanslarının olduğuna vurgu yapıyorlar. Bunun için her türlü anti-demokratik ittifaktan ve adaydan uzak durmak, aşırılık yanlılarına mutlak surette direnmek, onların oy aldıkları tabanla mümkün olduğunda ilişkisini kesmeye çalışmak ve onları sistematik bir biçimde izole etmek ve yüksek mevkilere gelmelerini engellemek için çabalamak, otoriter hareketleri ve aşırılık yanlılarını meşru gösterecek eylemlerden ve söylemlerden kaçınmak gibi değişik yöntemler bulunuyor. Tabii bunun için demokrasi yanlısı partilerin birlikte çalışması ve hareket temel bir zorunluluk. Nitekim Juan Linz’den yapılan alıntıda da vurgulandığı üzere, demokrasi yanlısı partiler ve hareketler “kendilerinden ideolojik olarak uzak olan muhalefete katılmaya ancak Demokratik bir sistemin hayatta kalması için taahhütte bulunmaya” istekli olmak zorundalar. Şu an için Norveç’i buna örnek göstermek mümkün. Aşırı sağcı “İlerleme Partisi” yavaş yavaş eritiliyor.
Sonuç olarak karşımızdaki sorunun tek başına bir aday gösterme ve/veya aday olmaktan ibaret olmadığı çok açık. Sorun tek başına AKP hükümetinin seçimleri kaybetmesi sorunu da değil. Sorun demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ile ilgili minimum standartlara nasıl erişeceğimiz sorunudur. İktidardaki “ittifakın” demokratik bir sistemin hayatta kalması yönünde bir taahhüttü bulunmuyor. Şimdiden Olağanüstü Hal’in gerekirse 8-9 defa uzatılacağı sinyali verildi bile. Peki muhalefetin bir taahhüttü var mı? Sizi bilmem ama ben henüz bu konuda tutarlı ve ısrarlı bir vurgunun yapıldığını işitmiş değilim. Bu konudaki tek vurgu Abdullah Gül’den geldi. Lakin aday olmayacağını açıkladıktan sonra. Şu anda elimizde bir yandan geçmişin karanlık dehlizlerinden gelenlerin ısrarcı bir adaylık ihtirası, diğer yandan sorumluluk ve risk almaktan sorumsuzca kaçan siyasetçiler var. Bize soran zaten yok. Eğer bu konuda yurttaşlar olarak bizler bir şeyler söylemez ve eylemezsek, Godot’yu bekler gibi bekleyeceğiz demektir. Demokrasiyi talep etmek artık bir hak olmaktan çıktı, bu artık bizim ödevimiz gibi görünüyor! (HA/HK)