Sivil toplum kavramının ortaya çıkışı Ortaçağ’ın sonlarında ya da Rönesans döneminin başlarında, antik çağın eserlerinden Latinceye yapılan çevirilere dayanır.
Aristoteles’in “Politika”adlı eserindeki “politik toplum” (koinōnía politikḗ) -ki insan politik bir hayvandır (zōon politikón) - İtalyan hümanist, tarihçi, devlet adamı Leonardo Bruni tarafından Latinceye “societas civilis” yani “sivil toplum” olarak çevrilir. Böylece sivil toplum kavramsal olarak politika sahnesinde tartışıla gelen bir konu olmuştur.
Bununla birlikte kavramı kelimesi kelimesine ele alıp, ilk kez derinlemesine bir şekilde analiz etmeye çalışan Hegel’dir (1770 – 1831). Hegel’in “Hukuk Felsefesinin İlkeleri” adlı çalışmasının üçüncü bölümü olan “Etik Yaşamı” (Die Sittlichkeit) üç bölümde ele alır: Aile (Die Familie), Sivil Toplum (Die bürgerliche Gesellschaft) ve Devlet (Der Staat). Sivil toplum kavramının bir merak konusu olmaya başlamasıyla, sivil toplumun bir parçası olarak toplumsal hareketlerin de ortaya çıkışı aynı dönemlere denk gelmektedir. Batı’da geliştiği şekliyle, Charles Tilly toplumsal hareketlerin 1750 sonrasında ortaya çıktığına işaret ediyor ve kavramı ilk kullanan kişinin de 1850’de Alman sosyolog Lorenz von Stein olduğunu belirtiyor. Özellikle de sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan işçi sınıfının sendikal mücadelesi başta olmak üzere, kölelik karşıtı örgütlenmelere ve Süfrajetlere kadar pek çok toplumsal harekete tanık oluruz. Yani bugünün “Sarı Yeleklilerine”! Toplumsal hareketlerin bir parçası olarak “Sivil Toplum Örgütü” ifadesi için ise II. Dünya Savaşının sonunu beklememiz gerekecektir.
II. Dünya Savaşı’nın sonunda barış, demokrasi ve insan haklarının korunması amacıyla Birleşmiş Milletler Şartının kabul edilmesiyle birlikte, “sivil toplum örgütü” kavramının da tarihteki yerini aldığını görürüz. Dilimize “Sivil Toplum Örgütü” olarak yerleşen kavram ilk kez “Hükümet Dışı Organizasyon” (Non-Governmental Organisation) olarak 1945 tarihli BM Şartının 71. Maddesinde kullanılmıştır:
“Ekonomik ve Sosyal Konsey, kendi yetkisine giren sorunlarla uğraşan sivil toplum kuruluşlarına (hükümet-dışı organizasyonlara) danışmak için uygun düzenlemeler yapabilir. Böyle düzenlemeler uluslararası örgütlerle ve gerektiğinde, Birleşmiş Milletlerin ilgili üyesine danışıldıktan sonra ulusal örgütlerle de yapılabilir.”
BM Şartının 71. Maddesi doğal olarak iki şeyi ön gerektirmektedir. Bunlardan birinci “Sivil Toplum Örgütlerinin” varlığını; ikincisi ise bu örgütlere danışılmasını yani karar verme süreçlerine dahil olmalarını. Bu nedenledir ki, “örgütlenme özgürlüğü” ve “katılım hakkı” başta BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere, uluslararası insan hakları sözleşmelerinde ve diğer belgelerde garanti altına alınmış ve bu konuda devletlere belli yükümlülükler getirilmiştir. BM’nin kurucu üyesi olarak Türkiye’nin de gerek BM İnsan Hakları Sözleşmelerine ve gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine de taraf olduğu, yeri gelmişken bir kere daha hatırlatalım.
109 ülkede sivil toplum alanı kapalı
Gelinen noktada evrensel bir tanıma erişilmemiş olsa dahi, “Sivil Toplum Örgütü”, “Demokratik Kitle Örgütü”, “Hükümet-Dışı Organizasyon”, “Kar Amacı Gütmeyen Organizasyon”, “Gönüllü Kuruluşları” vb. nitelikte farklı ifadelerin kullanılmasına rağmen, üç aşağı bel yukarı ne denmek istendiği konusunda genel bir konsensüs bulunuyor. Sonuçta karşımızda hükümetlerden bağımsız olarak siviller tarafında kurulup idare edilen, faaliyet gösteren ve kendi irademizle, özgürce üye olup, üyelikten ayrılabileceğimiz örgütlenmelerden bahsediyoruz. Bu haliyle sivil toplum örgütlerinin (STÖ) etkin bir şekilde ortaya çıkışı da 1960 sonrasına, yine toplumsal hareketlerde yükseldiği bir döneme denk gelir. Avrupa bölgesinde 2009 krizi sırasında ister yerel ister ulusal ve isterse uluslararası düzeyde faaliyet göstersin STÖ’lerin varlığının önemine dikkat çekmek için Marcis Liors Skadmanis tarafından başlatılan bir inisiyatif ise, her yıl 27 Şubat gününün “Dünya Sivil Toplum Örgütleri” günü olarak tanıması için çaba harcıyor. İlk olarak Baltık Denizinde kıyısı bulunan ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin desteğini alan bu fikir, giderek Avrupa bölgesindeki ülkelerin ve en nihayetinde Avrupa Birliği’nin, Avrupa Konseyinin, UNESCO, UNOPS gibi BM’nin uzman kurumlarının da desteğini alarak, 27 Şubat’ın BM Genel Kurulu tarafından Dünya Sivil Toplum Örgütleri Günü olarak kabul edilmesi için çaba harcıyor. Meraklısı için link şöyle: http://worldngoday.org . Asıl amaç ise STÖ’ler hakkında farkındalık yaratmak, fikir alışverişinde bulunmak, dayanışmayı sağlamak. Buraya kadar her şey güzel olsada, içinde bulunduğumuz koşullar itibariyle her şey STÖ’ler için hiç de o kadar güzel görünmüyor. Neden mi dersiniz?
Avrupa Konseyi’nin sivil toplum örgütleriyle diyalog ve iletişim mekanizması olan Uluslararası Sivil Toplum Örgütleri Konferansı (INGO Conference) bu yıl 27 Şubat’ta Dünya STÖ Gününde, Strasburg’da düzenleyeceği etkinliğe şöylesi bir başlık atmış. Daha doğru bir soru sormuş: “STÖ’lere neden ihtiyacımız var?”.
Aslında STÖ’lere ihtiyacımız olup olmadığını sorgulamaktan ziyade, bu soru STÖ’lere ihtiyacımız olduğu ve var olması gerektiğine dair ontolojik bir ön kabule sahip. Ancak aynı ön kabulün Avrupa Konseyine üye devletlerce de geçerli olduğunu söylemek son derece güç. Bu sadece Avrupa Konseyine üye devletler için değil, dünya genelinde hortlayan popülist, sağcı, otoriter anlayışların iktidarda olduğu tüm devletler için geçerli bir durum. Bu durumu “Sivil Olmayan Toplumun Yükselişi” olarak ifade eden CIVICUS’a göre 2018 itibariyle 109 ülkede sivil toplum alanı kapanmış, baskı altına alınmış veya engellenmiş bir halde. Sivil olmayan toplum ilk bakışta konuya dikkatleri çekmek için üretilmiş oksimoron bir ifade gibi görünse de, STÖ’lerin içinde bulundukları ortamı gayet iyi ifade ediyor.
10 eğilim
CIVICUS’a göre sivil toplum alanında 10 eğilimle karşı karşıyayız.
Bunların ilki kuralsız pazarlar ve tehlikeli alternatifler. Buna en iyi örnek kapalı bir toplum olarak Çin.
İkincisi ise kutuplaşmış siyaset ve bölünmüş toplumlar. Güçlü bir liderlik arayışının sonucu olarak buna en iyi örnek Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin. Ancak yalnız değil Macaristan’da Viktor Urban, Hindistan’da Narendra Modi, İsrail’de Benjamin Netanyahu, Filipinler’de Rodrigo Duterte, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Uganda’da Yoweri Museveni ve ABD’de Donald Trump, Putin’e eşlik eden liderler arasında gösteriliyor. CIVICUS’a göre “bu tür sert liderler iktidarlarını devam ettirmek için toplumun tümünden ziyade kendilerini destekleyen belirli bir kesimine dayanıp muhalif sesleri ve azınlıkları dikkate almazlar”.
Üçüncü eğilim tek adam rejimi ve demokratik kurumların baltalanması. Buna göre “adalet mekanizması” tek adam rejimiyle yer değiştirmiş bir halde. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kısıtlanarak sivil topluma kamusal alan kapatılıyor. Aktivistlere göz dağı veriliyor. Yasal kısıtlamalar arttırılıyor. Tacizler gerçeleşiyor. En barışçıl gösterilere bile sert bir şekilde müdahale ediliyor.
Dördüncüsü saldırı altındaki bağımsız medya. Gazeteciler, özellikle de politika, gösteri, yolsuzluk, etnik, politik, dini farklılıklar, insan hakları, suç ve savaş haberleri yapan gazeteciler saldırı altında.
Beşinci eğilim ise interneti sansürlemek ve çevrimiçi manipülasyonla seçimleri yönlendirmek. Çevrim içi aktivistler tutuklanıyor, seçimlerde ABD örneğinde olduğu gibi hileli yöntemler kullanılıyor.
Altıncı eğilim sivil olmayan toplumun yükselişi. Burada mesele sadece hükümet yanlışı (dışı değil!) örgütlerin yeni GONGO’lar (Hükümet Yanlısı STÖ) ortaya çıkması değil, hükümet dışında kalıp ırkçı, cinsiyetçi, şoven, LGBTİ+, mülteci göçmen karşıtı akımların, düşünce kuruluşlarının ortaya çıkması. Üstelik bazıları sadece ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde etki sahibi.
Yedinci eğilim çok yönlü saldırılar. ABD’nin UNESCO’dan, İklim Değişikliği ve Nükleer Silah Anlaşmasından çekilmesi, reform girişimlerinin engellenmesi, Bahreyn, Mısır gibi ülkelerin uluslararası ilkeleri ve insan haklarını küçümsemesi buna örnek verilebilir.
Sekizinci eğilim ise özel sektöre işaret ediyor. Özel şirketlerin pervasız tutumu ve işçi haklarının hiçe sayılması bunun en somut örnekleri.
Dokuzuncu eğilim sistematik eşitsizlikler ve kadınların baskı altına alınması. Özellikle de kadın maruz kaldığı cinsel saldırılar “#MeToo” ve “Time’s Up” kampanyalarıyla daha fazla görünür kılınmaya çalışılıyor ve adalet arayışı devam ediyor.
Son eğilim ise her şeye rağmen devam eden direniş! Tüm baskıya ve zulme rağmen sivil toplumun direnişi devam ediyor. Olumlu gelişmeler, kazanımlar söz konusu. Ancak durum gene de STÖ’ler için pek parlak değil.
Devletlerin kabul edilemez gördüğü sesler
Bir yandan 27 Şubat için özel etkinlikler hazırlanırken, diğer yandan STÖ’lere yönelik kısıtlayıcı yasal düzenlemeler ve uygulamalar da 2019 itibariyle halen yürürlükte. Uluslararası Af Örgütü’nün (UAÖ) 21 Şubat 2019 tarihli “Susturmak için Tasarlanmış Kanunlar” (Laws Designed to Silence) raporuna göre STÖ üzerinde baskıcı kanunlarda küresel düzeyde bir artış söz konusu. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkede STÖ’lere yönelik kısıtlayıcı, engelleyici ve baskıcı yasalar bulunuyor. UAÖ’ye göre devletlerin “Kabul Edilemez olarak gördüğü “Sesleri” susturmak için tasarladığı kısıtlayıcı yasalar belli grupları ve konuları içermekte: Mülteci ve göçmen haklarını savunanlar, kadının insan haklarını savunanlar, LGBTİ+ grupları, yolsuzluk karşıtı gruplar, meşru insan hakların savunmanın ceza yasaları yoluyla yasaklanması, “yabancı etkisi” adı altında sivil toplum örgütlerinin “yasadışı” ilan edilip dayanışmanın önüne geçmek.
Dünyanın farklı ülke ve bölgelerinde 27 Şubat’ta “Dünya STÖ Günü” etkinlikleri hazırlanadursun, devletlerinde boş durmadığı çok aşikâr. Bazı devletlerin ve devlet başkanlarının “Dünya STÖ Gününden” ziyade “Dünya Sivil Toplum Örgüt(süzlüğü)” gününe hazırlık yaptığı çok açık. O halde bu yazının başında bahsettiğimiz BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine geri dönelim ve “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret” olduğunu bir kere daha hatırlatalım. Bu hatırlatma öyle sanıyorum ki, Sivil Toplum Örgütlerine neden ihtiyaç olduğunun, kısmen de olsa bir cevabını sunacaktır bizlere. (HA/HK)