Şehrin kalbinde binbir renk taşıyan meydanında bugün bağrı deşilmiş bir feryat, yayalaştırma adına betonlaştırılmış gri ve suratsız bir düzlük var. ‘Meydanlarda ağaç olmazmış’ öyle buyurdu belediye başkanımız ama halk madem ağaç istiyormuş onu da yaparlarmış. Bir el çabukluğu marifet şeklinde oldubittiye getirilmeye çalışılan Taksim Meydanı belli ki daha çok ameliyata nesne olacak…
Cami projesinden AKM’nin akıbetine halledilmemiş bir sürü mesele var ne de olsa. Haziran direnişi ile Gezi parkı kurtuldu ama Tarlabaşı’ndaki büyük yıkım, Dolmabahçe’deki yeni stat projesi ve Harbiye çevresine dair saklı mutenalaştırma operasyonları da düşünülünce tahribatın boyutu daha net bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Yanlış anlaşılmasın meydanın eski hali ne kadar güzeldi diyecek kadar araç ve egzostperver değilim; yalnızca tüm bu ‘ben yaptım oldu’ tavrının kent yaşamının bugünü ve geleceğini ipotek altına almak olduğunun farkına varmalıyız diyen seslere kulak veriyorum.
Taksim ve Beyoğlu: Bir başka masal
Sadece İstanbul’da yaşayanlar için değil; bir şekilde bu büyülü şehre temas eden herkes için kritik bir öneme sahiptir Beyoğlu ve Taksim meydanı…
Kendinizi sürekli akan bir enerjinin içerisinde kimi zaman ürkek, kimi zaman şaşkın ama her daim özgür hissettiğiniz az sayıda mekândan biridir. Sadece başınızı kaldırdığınızda dahi sizi hayretler içerisinde bırakan tarihi binaları, kiliseleri, ara sokakları, kuytu köşeleri ile de değil; koşturanları, duranları, eylem yapanları, kavga edenleri, dilenenleri, öpüşenleri, anket yapmak için pusuda bekleyenleri, kameraları ile kendi başına bir dünyadır.
Bir yanı ile bedeni kadim bir sandıkta ama ruhu özgür bir tadı vardır, rutubet kokar yıllanmışlığı; diğer yanı ile capcanlı ve bugündür; kimi zaman kasvetlidir, gözü yaşlıdır, 6-7 Eylül’ün sızısı vardır hala nefesinde ama çoğu zaman şenşakrak, neşelidir; aynı renge boyamak için diretenlere inat gökkuşağıdır.
Irkına, dinine, etnisitesine, cinsel kimliğine bakmaksızın herkesindir. Onu emsalsiz kılan da zaten herkesin kendinden bir şeyler bulması, herkesin onun çağrıştırdıklarıyla geçmişten geleceğe yeniden var olmasıdır. Tamamlanmamış düşlerin, adı konmamış aşkların, saklı masalların, aleni kavgaların, ürkek bakışmaların, filitresiz küfürlerin mekânıdır.
Beyoğlu’nun tüm bu özellikleri tarih boyunca sadece gündelik yaşama değil politik-düşünsel mecraya da damgasını vurmuştur elbette. Taksim ise Beyoğlu’ndan Nişantaşı’na, Maçka’ya, Beşiktaş’a açılan kocaman kanatlı bir kapı olarak her daim hareketli ve biriciktir.
Modernitenin gerilimlerinde sembol Beyoğlu
Taksim’i ve Beyoğlu’nu yalnızca nasıl yaşadığınız değil nasıl anlattığınız da kimliğiniz hakkında ipucu verir. Levantenlerin İstanbul’u başkadır; göçle gelenlerin başka, kaç kuşaktır Beyoğlu sokaklarını arşınlayanların ise bir başka…
Türkiye topraklarının modernleşme ve ulus-devletleşme sürecindeki tüm gerilimleri kişisel anlatılar ve kolektif manzumeler üzerinden Beyoğlu tasvirlerine yansımıştır. O yüzden Beyoğlu; muhafazakârlık ile özgürlüğün, yerellik ile evrenselciliğin müzmin çekişme alanının sembolik merkezidir. Hem İstanbul’un kendi kaderi ile doğrudan ilintilidir ama aynı zamanda semtleriyle tarihini kendi yazacak kadar isyankârdır.
İmparatorluk payitahtı olan İstanbul “şanlı” sıfatını cumhuriyet Türkiye’sinde kaybedince epey bir süre devlet tarafından ihmal edilir. Yeni rejimin ağırlığını verdiği şehir Ankara’dır; zira o baştan cumhuriyetin “vizyonu”na göre biçimlenmesi öngörülendir. İstanbul ise bu çerçevede Osmanlı saltanatını hatırlatan bakiyesi ile adeta “üvey çocuk” haline gelir. İşgalcilere bilâistisna alkış tuttuğu iddia edilen gayrimüslimlere dair aşağılayıcı ve intikamcı söylemler Beyoğlu tasvirlerine iliştirilir.
Tüm bu gerilimlere rağmen Taksim’i sembolik bir biçimde yeni rejime bağlamak için Cumhuriyet Anıtı yapılması, bölgenin önemini bir kez daha açığa vurur. Amaç işgal altındaki İstanbul’un yeni rejimin kurucuları tarafından “özgürleştirildiğini” göstermektir. Öyle ki anıtın açılışında İstanbul milletvekili Hakkı Şinasi Paşa şöyle der: “Ey Türk! İstanbul’un düşman ayakları altında en çok ezilen ve için için kanayan meydanı! Bütün bu kuruluş ve yükseliş tarihini en canlı çizgilerle belirten bu şanlı abideyi göğsünde taşımaya lâyık olan sendin, bunun için onu senin göğsüne diktik.”
Ankara’da yeni rejim kendi seçkinlerini etrafında toparlayıp bir simge şehir olma azmi ile propagandaya hız verirken İstanbul’da hâlihazırda bir entelijansiya mevcuttur. Birikimleri, yaşam ritimleri, alışkanlıkları ile İstanbul’dan kopamayan bir kuşak, şehirle kurdukları ilişkiler çerçevesinde kendi politik duruşlarını da var etmişlerdir.
Taksim ve Beyoğlu, İstanbul’da kalan entelektüeller için erken Cumhuriyet döneminde ve sonrasında da cazibe merkezi olmayı sürdürür.
1930’ların, 40’ların Türkiyesinde her ne kadar İstanbul devlet tarafından ülkenin vitrini olarak görülmese de Beyoğlu-Taksim capcanlıdır. Sinemaları, eğlence mekânları, lokalleri, vitrinlerine başka alemleri sığdıran mağazaları ile biriciktir.
Gücünü çok renkliliğinden, çok sesliliğinden alan Taksim ve Beyoğlu, yalnızca hinterland’ının değil tüm şehrin aktığı kocaman bir kalptir. Beyoğlu’nun bu mistik çekiciliği ve heterojen kimliği, onu Türkiye’deki modernleşme serüveni üzerine doğrudan ya da dolambaçlı bir şekilde yazan her kalemin mürekkebine düşürmüştür. Yönelimleri farklı muktedirlerin, yazar ve çizerlerin birçoğu Taksim çevresinden uzak durmak isteseler dahi bunu yapamazlar ve bölgeyi aşk-nefret gerilimi içersinde anlatma ortak paydasında buluşurlar. Tüm kötülüklerin platformu olarak tasvir edilen Beyoğlu, şeytani bir albeniye de sahiptir betimlemelerde. 2000’lerin muhafazakâr yazınında halen bu imgelemin mirasını görmek mümkün.
Sosyalleşme mekânı olarak Taksim ve Beyoğlu
Levent Cantek, Cumhuriyetin Büluğ Çağı’nda çok yerinde bir tespit ile Beyoğlu’nun yazarların muhayyilesinde hep dişileştirildiğinin altını çizer. Zira ister muhafazakâr olsunlar ister cumhuriyetçi bir püriten, Taksim-Beyoğlu’na atfettikleri “baştan çıkarıcılık” ancak buna uygun bir kadın analojisi ile zihinlerinde ete kemiğe bürünür.
Ataerkil düşüncenin fantezi dünyasının bir ürünü olarak Taksim-Beyoğlu, genellikle şuhmeşrep Batılı bir kadındır. Kadının “tekinsiz baştan çıkarıcılığı” Batılılaşmayı “yanlış” anlayanları ağına düşürecek, onları “öz kültüre” yabancılaştıracak bir hüviyettedir. Kandırılanlar da yalnızca “şehirli züppeler” değildir; taşralı hacıağalar, delikanlılar da “tuzağa” düşer. Kimi tükenir gider kimi ise “doğru yolu” bulur.
Sosyal mobilizasyonun iyiden iyiye arttığı 1960’lı ve 70’li yıllarda Taksim ve Beyoğlu’ndaki taşradan gelen suretler daha çok görünür olur. Taksim meydanı bir akış ve arayış merkezi, Beyoğlu’nun arka sokakları ise yeni gelen misafirlerine sosyalleşme imkânı sağlayan mekânları ile ünlenir. Bu arada “Beyoğlu nostaljisi” diyebileceğimiz bir şey artık dillerdedir. Cadde-i kebirin Frenk usulü misafirleri yerine her renkten, her meşrepten insan arz-ı endam eder Beyoğlu’nda… Bir başka ifade ile zaten arka sokaklarda çoğalan çeşitlilik ana caddeye ve meydana taşar. Kelimenin tam karşılığı ile Taksim ve Beyoğlu artık radikal biçimde demokratikleşmiştir.
1990’lı yıllardaki köy boşaltmalar neticesinde İstanbul’a gelen Kürtlerin büyük bir kısmı yine Beyoğlu ve çevresinde politik sosyalizasyonlarını tamamlamıştır. Beyoğlu bu sefer de evlerinden zorla koparılan, yersiz yurtsuzlaşan insanların ayakta durma mücadelesine eşlik eder.
2000’lerde şehre gelenler bir kuşak öncesinin sağladığı imkânlar üzerinden yine Taksim ve Beyoğlu’nda istihdam imkânı bulur; bir kısmı aktif siyasetin içine girer. Halen keşfedilmeyi bekleyen öykülerin sahnesidir Beyoğlu’nun, Taksim’in sokakları…
Siyasi cepheleşmenin ortasında Taksim ve Beyoğlu
Türkiye’de siyasal gücünü kanıtlamak isteyen her yönetim bir şekilde Taksim’e ve Beyoğlu’na el atar. Cumhuriyet Türkiye’sinin tek parti iktidarının Taksim anıtının dikilmesi ardından meydan ve çevresinde yapmaya başladığı düzenlemelerin tarihçesini (Prost master planı vb.) Gezi parkı direnişi esnasında yeniden hatırladık.
Siyaset, aslında Taksim meydanının ve Gezi’nin ruhunun hep bir parçası oluvermiştir. Uzun yıllar boyunca mitingler, geniş katılımlı siyasi münazaralar hep Taksim ve Gezi’de gerçekleşir. Örneğin Cumhurbaşkanı İnönü 1950 seçimlerinin hemen dört gün öncesinde Taksim Gezi’sinde konuşmuştur.
1950 seçimlerinde işler değişir ve Demokrat Parti (DP) iktidara gelir. DP de iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Taksim’i yeniden tanzim etme işine soyunur. 1956 yılında gündeme gelen Taksim ve çevresini tanzim etme projesinin gerekçesi olarak şehrin “zaruri ihtiyaçları” gösterilir. Taksim belediye gazinosunun olduğu yere “Hilton evsafında” bir otel yapılması ilk etapta dillendirilenler arasındadır.
Opera binasının yapımına hız kazandırmak da bahsi geçen imar projesinde zikredilen hususlardan biridir. Opera binasının önünde yer alan binaların yıkılacağı kamuoyuna duyurulur ki bu binalardan biri İETT tarafından kullanılmaktadır. 1957 kışında Taksim Gezi’sine yeni tesisler yapmak için dokuz firma belediyeye resmen başvurur. Gezi parkında yapılacak inşaat projesi kapsamında belediyeye gelir getirmek üzere o dönem tramvay yolu güzergâhındaki alana dükkân yapılması kararlaştırılır. Ama asıl tanzim planı yılsonunda açığa çıkar.
Bu plana göre Cumhuriyet Gezi’sinin seviyesinin Taksim Gazinosu seviyesine çekilmesi, Gezi sahasının seviyesi indirildikten sonra Cumhuriyet Abidesinin bu kapsamda gezi yerinin ortasına alınması; Gümüşsuyu caddesinin meydanla eşitlenecek bir şekilde alçaltılması gibi aşamalar söz konusu olur. 1960’ın ilk aylarında Taksim meydanı tanzim tartışmalarına dair yeni projeler basına yansıtılır. Taksim Gezi’sinin ortasına bir havuz yapma fikri de İstiklal caddesinin trafiğe kapanması da o dönemde aşamalandırılır. DP adım adım meydanı ve çevresini düzenleme faaliyetlerini yürürlüğe koyar.
27 Mayıs sonrasında bu sefer de cuntacılar Taksim’e el atar. Taksim önce ihtilâle destek gösterilerine sahne olur sonra da yeni başladığı müjdelenen dönemin simgelerine ev sahipliği yapar.
Malum 27 Mayıs darbesi ile iklim değişmiş; DP’liler hem konumlarını hem itibarlarını yitirmiş ve DP’nin tüm icraatları tartışılır, eleştirilir hale gelmiştir. Bu çerçevede Demokratların şehirlerdeki tanzim projeleri de yerden yere vurulur.
Gezi’nin sembolik önemi de tam burada gündeme gelir. DP iktidara gelmeden önce İnönü’nün at üzerindeki heykeli yerleştirilmek üzere Gezi’ye bir kaide konmuştur. Ancak CHP iktidardan düşünce kaide üstünde heykel olmaksızın öylece bırakılmıştır. Kaidenin etrafındaki tahta perdeler darbeden hemen sonra “bir gençlik hareketi” ile açılır. Bundan sonra kaidenin akıbetine dair tartışma gündemde bir süre yer işgal eder. Kimileri kaidenin bir devrin hatırası olarak boş bırakılmasından yanayken bir kısmı kaidenin üzerine “inkılâp hareketini” anlatan bir anıtın yerleştirilmesinden yana tavır koyar. Ancak 27 Mayısçılar Taksim’e başka bir anıt düşünüyordur. Öyle ki meydana AKM’nin tam karşısına defne yaprağına sarılı dev bir süngü dikerler.
27 Mayıs ile özdeşleşen anıt, 12 Eylül sonrasında 1981 yılında yine cuntacılar tarafından kaldırılır. Turgut Özal döneminde ise Tarlabaşı bulvarının genişletilmesi ile yeni bir imar politikası uygulanır. Refah Partisinin 1990’ların ortasındaki yükselişi ve İstanbul büyükşehir belediyesini kazanmasını takiben de Taksim’de cami tartışmaları yeniden kamuoyunun gündemini işgal ederi.
Siyasal iktidarların son büyük değişiklik atağı ise hepimizin malumu AKP döneminde gerçekleştir. AKP’nin Taksim Topçu kışlasını ‘ihya etme’ girişimi ile Gezi parkını bitirme projesi Türkiye’nin tarihinin en önemli toplumsal isyanlarından birini ateşler; biz halen Haziran direnişinin atmosferinde yaşıyoruz.
Taksim Meydanı ve Beyoğlu, tarihi boyunca siyasi gösterilerin en önemli adreslerinden biridir. Hem sağın hem de solun kitlesel eylemleri için seçtiği başlıca mekândır Taksim Meydanı. Beyoğlu ise eylemlerin öncesinde hazırlık, sonrasında muhasebe yapılan sokaklara ev sahipliği yapar. Resmi törenler haricinde devlet destekli tertiplenen Kore Savaşı sırasındaki mitingler de Kıbrıs için “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganıyla toplanan kitleler de Taksim’i seçer. Solun imgeleminde ise Taksim Meydanı 1 Mayıs meydanıdır. Taksim Osmanlı’nın son deminde 1 Mayıs’ın kutlandığı merkezdir.
1970’lerde Enternasyonal’in çalındığı, 1 Mayıs marşının hep bir ağızdan söylendiği yerdir. 1977’nin kanlı 1 Mayısı solun kolektif belleğinde Taksim ile bütünleşerek müthiş bir anı-mekân yaratır. 12 Eylül sonrasında da 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere devlet baskısı sürer. Örneğin 1 Mayıs 1989’da polis Taksim’deki eylemcileri kurşun yağmuruna tutacak kadar ileri gider. Meydanın demokrasi güçleri tarafından 2010’da uzun mücadelelerle kutlamalara açılması ve bu yılın 1 Mayısında Taksim’deki düzenlemeyi bahane ederek iktidarca meydandaki kutlamanın yasaklanması gerilimin halen devam ettiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Bugünün Taksimi
Taksim meydanı son on beş yılda birçok kez elden geçti. Ancak her defasında daha fazla taşlaştı, daha fazla yoksullaştı. Neo-liberalizmin lokomotifine dönüşen iktidar, müteahhitlerle ve büyük sermaye ile kol kola Topçu kışlası projesinden çok önce daldı Taksim’e ve Beyoğlu’na iştahla…
Beyoğlu evvel ezel kitapçıları ve kendine özgü tatları ile yaşamaya alışmışken önce zincir mağazaların sıradanlığının istilasına uğradı sonra da alışveriş merkezi çılgınlığının hukuk dinlemez gaddarlığına. Aşina olduğumuz kitapçılar, tiyatrolar, sinema salonları tek tek kapanmaya, uğrak yerimiz olan mekânlar ise zincir kafelere ve restoranlara yenik düşmeye başladı. Yine de Taksim ve Beyoğlu kozmopolit sihrini bir şekilde koruyor. Direniyor, değişiyor ve yine direniyor. Sokak sanatçılarıyla, ayyaşlarıyla, LGBT bireylerle, öğrencilerle, seyyahlarla direniyor.
Fakat bundan bir adım öteye geçmek gerek; Taksim ve Beyoğlu sadece mekânsal sınırları içinde direnmekle heterojenliğini koruyamaz. O nedenle Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Harbiye’de, Beşiktaş’ta, Fikirtepe’de ezcümle talanın yaşandığı her yerde omuz verme zamanıdır semt mücadelelerine…(GGÖ/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat