Yaklaşık sekiz yıl önceydi. Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizin yoğun olduğu günlerdeydi. 4 Aralık 2000 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi’nde Türkiye’nin kısa vadede on ayrı alanda yasal düzenlemelerini gözden geçirmesinin gereğine değinilmişti. Bunların başında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesi doğrultusunda ifade özgürlüğünün kullanılması için yasal ve anayasal güvencelerin güçlendirmesi geliyordu.
Hemen sonrasında Türkiye’nin yol haritası olan Ulusal Program kabul edilmişti. Türkiye kabul ettiği 24 Mart 2001 tarihli Ulusal Program’da siyasî, idarî ve yargı reformlarına ilişkin çalışmalarını 2001 yılında hızlandıracağı ve tamamlayacağını taahhüt etmişti. Özgürlükçü, katılımcı, güvenceli, devlet organları arasında görev ve yetkileri dengeleyen, hukuk devleti ilkesini üstün kılan Anayasa ve yasa hükümlerinin uluslararası taahhütler ve AB standartları çerçevesinde geliştirilmesi amaç olarak kabul edilmişti.
Ulusal programda ilk ele alınan “Düşünce ve ifade özgürlüğü” olmuştu. Anayasa gözden geçirilerek değiştirilecek ve diğer yasalarda AİHS’nin 10.maddesi çerçevesinde düzenlemeler yapılması için “kısa vade hedefleri”; Türk Ceza Kanununun o tarihlerde sorun yaratan 312 inci maddesinin ve Terörle Mücadele Kanununun yine sorunlu 7. ve 8. maddelerinin, RTÜK ve Basın Kanununun gözden geçirilerek değiştirilmesi olarak sayılmıştı.
Bakanlar Kurulu, İkinci Ulusal Programı diyebileceğimiz “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair Karar”ını 23.6.2003 gün ve 2003/ 5930 sayılı kararıyla kabul etti. Bu karar 24 Temmuz 2003 günlü Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlandı. İzleme ve Koordinasyon kararında “İfade özgürlüğü”nün sağlanması için 24 Mart 2001 tarihli Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programında öngörülenler II Ulusal Programda aynen tekrarlanarak benimsenmişti. Hükümetin Haziran 2004’e kadar gerçekleştirmeyi açıkladığı siyasi kriterlerin başında yine “Düşünce ve İfade Özgürlüğü” yer almıştı. Hükümet ifade özgürlüğüne verdiği önemi şöyle ifade ediyordu:
“İfade özgürlüğünün evrensel değerlere dayalı olduğunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. maddesi çerçevesindeki toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliğin korunmasını da öngören ölçütler ile laik ve demokratik Cumhuriyeti, üniter devlet yapısını ve milli birliği koruma kriterleri temelinde bir yandan genişletilmesine, diğer yandan da sürdürülmesine öncelik ve önem vermektedir.”
I. ve II. Ulusal Programlarla çizilen yol haritasına göre; ifade özgürlüğünün sınırlarını belirleyen mevzuat Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve özellikle Sözleşmenin 10., 17. ve 18. maddelerinin lafzına ve ruhuna uygunluğu bakımından gözden geçirilecek(ti). Gözden geçirildi ve aslında aksine uygulamalar gerçekleştirildi. 2004 yılında Basın Kanunu ile verilmeye çalışılan ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe konulan Türk Ceza Kanunu ile geri alındı. Yeni sınırlandırmalar geldi.
İfade özgürlüğü alanını genişleten yasal ve idari değişikliklerin etkin uygulaması sağlanacak(tı). Sağlanamadı ve ifade özgürlüğünü daraltan yasal ve idari değişiklikler etkin olarak uygulandı. Bu alandaki basın davaların tümü Türkiye gündemine hakim oldu.
Basın özgürlüğünün evrensel standartlarda uygulanması için gerekli tedbirler alınacak(tı). Aksi oldu ve evrensel standartların bir hayli gerisinde kaldık. Hatta II. Ulusal Programın kabulünde imzası olan Başbakan’ın medya ile karşılıklı sürtüşmeleri gündemi belirledi.
Türk vatandaşlarının günlük yaşamda geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması veya farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin hükümler hayata geçirilecek(ti). Böyle bir sorun olduğu konusunda ne bir yaklaşım var ne de göstermelik ve anlaşılması mümkün olmayan yasal değişikliklerden sonra uygulamalar var mı yok mu belli bile değil...
Uygulamada yeknesaklığın sağlanması amacıyla, yargı mensuplarının insan hakları, AİHS ve AİHM içtihadı konusunda yürütülen eğitim programları yaygınlaştırılarak sürdürülecek(ti). Sürdürüldü. Halen de sürdürülüyor…Yargı kararlarında –istisnaları dışında- AİHS’nin etkin uygulamasını görmüyoruz. Yaygınlaştırılamadı ve benimsenemedi. Eğitim programları sürüyor ama AİHS ve AİHM kararlarının iç hukuka yansıması hedeflendiği gibi gerçekleştirilemedi.
"Tüm bireylerin, ayırım yapılmaksızın tüm temel hak ve özgürlüklerden tam olarak yararlandırılması" için gereken güvenceleri yaratmak hükümetin temel görevi kabul olarak edilmişti. Hükümet kendisi için bu kararında “Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelere bağlı, ulusal bütünlük içinde, demokratik ve laik, bilgi çağını yakalamış, güçlü ve refah içinde yaşayan çağdaş bir hukuk devleti olmak, gelecek kuşaklara karşı tarihi bir sorumluluktur.” dedi…Ama buna karşın “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” gerekçesiyle mensubu oldukları siyasi parti hakkında açılan kapatma davasında; Anayasa Mahkemesi tarafından verilen “odak olma hali” kararıyla gelecek kuşaklara kalacak tarihi bir karar yazdırmış oldular. Yakında gerekçesi açıklanacak ve hep birlikte göreceğiz.
Bu günlerde Ağustos 2008’den beri taslak olarak Ulusal Programın bir başka deyişle üçüncüsü yazıldı. Henüz “taslak” ama yakında açıklanabilir. Dikkatinizi buna çekmek için kısa bir özet yapmaya çalıştım. İlgilenmediğimiz takdirde, kendi bildikleri gibi yazıp geçecekler. Sonradan eleştirmenin bir yararı olmayacaktır.(Fİ/EÜ)