İstanbul seyahatlerimde arada bir dostlarla demlendiğimiz mekandır Tepebaşında, İstiklal'le Meşrutiyet’in kesiştiği yerdeki asırlık, Hazzo Pulo Şarap evi. Anne Çocuk Eğitim Vakfının (AÇEV) “Bin Yılın Hedefleri ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” 3. Ulusal Konferansının günboyu süren yorgunluğunu Hazzo Pulo’nun kendi imalatı kırmızı şarabı ile hamsi tava ortaklığında gidermeye meyletmişiz Ergün ve Aytekinle...
Günün olanca yoğunluğunun kelimeleri, cümleleri kafamda, önümde ardımda uçuşuyor. Bir yandan da, daha 20 gün kadar önce yine İstanbul’da sordurulmayan sorulara yine mazhar olur muyum tedirginliği ile panelistlere soramadığım sorular da kafamda!
ABD’den gelen panelist Marlaine Lockheed’in ana dille eğitim ile iki dilli eğitim örnekleriyle bezediği ve “Bir ülkede dilsel farklılık ne kadar çoksa o ülkede toplumsal cinsiyet eşitsizliği de o kadar yüksek oluyor” sözlerini düşünüyor ve ana dilde eğitim istedi diye bir sendikanın kapatılma tehdidi ile karşılaşmasının mantığını soramıyorum.
KA-DER Yöneticisi Hülya Gülbahar, siyasal temsiliyette cinsiyet ayırımcılığından filan söz ederken; siyasal temsiliyet şansını bir şekilde yakalamış olan kadınlara yeterince siyaset yaptırılmayıp eşleri üzerinden infaz edilme mantığının sorusunu da soramıyorum.
Tam bunları o sohbet havası içinde kendimce arada bir düşünürken gecenin ilerleyen bir vaktinde, bir başka arkadaşımız sevgili Mahmut, yanında Trabzonlu bir dostu ile katılıyor muhabbete. İşte “Trabzonlu Delikanlı” Yavuz’u o gece tanıyorum.
Ve “ne tesadüf geçen haftaki yazımı içinde Trabzonluların da geçtiği bir konuya ayırdım ” diyorum, Yavuz’a. ( 1’le 1001 arasındaki, ya da hafıza-i beşer). Yazının içeriğini paylaşınca sektirmeden yanıtlıyor Yavuz: “Yahya Kaptan İzmirli, Samastlar da İstanbulludur” diye vurguluyor. Sonra da Trabzon üzerine yazdığı bir yazıyı o gece sözlü olarak anlatıp ertesi günde elektronik posta ile yolluyor.
İşte istiyorum ki; bir miktar da bir önceki haftaki yazıma adeta gönderme kabilinden olan ve “Trabzonlu Kamyonculara” ithaf edilen yazıyı bu hafta konuk yazar olarak sevgili Yavuz Saltık’a bırakıp, paylaşayım:
“Trabzonlu Kamyoncular Nerdesiniz?
Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki kapının önünde indiğim taksiden binaya girene kadar sırılsıklam olmuştum. ‘Geç kalmak ve yağmurda ıslanmak.’ Bu ikiliden gerçekten nefret ederdim. Randevuya geç kalmış olmak ve ıslandığımdan kendimi ‘pis’ hissetme duygusu ile öylece İzmir Buca Halk Eğitim Merkezi’ne girdim.
Öğretmen Nevin Hanım’ı sordum, koridorda beni karşılayan kişinin Halk Eğitim Merkezi müdürü olacağını hiç düşünmeden. ‘Bir saniye beyefendi hele bir soluklanın.’ diyen müdür beyin peşinden onun odasına geçtik ve müsait gördüğüm bir yere iliştim.
Müdürden, çaycıya hepsi geleceğimden haberdarmış meğer beni bekliyorlarmış. Karşılanma biçimi o kadar içten o kadar gerçek ki. Müdür beyin odasında kaç çay içtiğimi hatırlamıyorum. AÇEV’in bir araştırma projesi için ‘Derinlemesine Görüşmeler’ yapıyordum AÇEV eğitmenleri ile. Gaziantep, Ankara, Samsun’dan sonra, sıra İzmir’de idi. Bir haftadır geziyordum ve bu görüşmenin ardından eve dönecektim.
Müdür Bey son çayımın ardından görüşeceğim öğretmen Nevin Hanım’ı çağırdı. İçindeki mutluluk, hareketlerindeki heyecan ve yüzünde yılların verdiği yorgunluk ifadesi ile karşımda Nevin Hanım vardı. Özür diledim önce, geç kaldığım için. Nevin Hanım orta boylu simsiyah saçlarına hafif aklar düşmüş bir hanımefendi. Tanıştık. Ben ses kaydı da alacağımdan sakin bir yerde görüşmek istediğimi söyledim ve böylece müdür beyden izin isteyip sınıflardan birine girdik. Masada lacivert ekoseli bir örtü, yerde bir elektrik sobası ve önünde çaydanlık…
AÇEV ile ilgili soruları bitirdiğimde yaptığı işten ne kadar keyif aldığını gördüm. Konuşmamız esnasında Ardahanlı olduğunu öğrendim Nevin Hanım’ın. Benim nereli olduğumu sorduğunda ‘Trabzonluyum’ dediğimde, birden yüzünün şekli değişti ağlamaklı oldu. Büyük bir hata yaptığım hissine kapıldım birden. Ne oldu acaba babasına, kocasına ya da çok sevdiği birine Trabzonlular bir şey mi yapmıştı Nevin öğretmenin? Nasıl telafi edilirdi böyle bir şey? Ne yapmalıyım, hangi soruyu sormalıyım? Saniyeler içinde aklımdan bütün bunlar geçtikten sonra ağlayarak konuşmaya başladı Nevin öğretmen.
‘Yavuz Bey, Ben Ardahan’ın bir dağ köyünde doğdum çocukluğum da orada geçti. Biz Ardahan’da yaşayan fakir bir aile idik. Bizim oralarda aileler kızlarını ilkokuldan sonra ortaokul veya lisede okutamazdı. Nedeni, hem tutuculuk hem de maddiyat olurdu genelde Buna rağmen kızlarını ilkokuldan sonda okutan az da olsa birkaç aile vardı. Bu ailelerin hepsi varlıklı ailelerin çocukları idi. Ardahan’ın bir dağ köyünde yaşıyorduk. Yakınımızda okul olmadığından ilkokuldan sonra okumak isteyenler şehir dışına veya ilçe merkezsine gitmek zorunda kalıyordu. Her iki seçenekte bize uzaktı. Hele ilçe merkezine ulaşım çok zordu. Okumak için en fazla tercih edilen yerler hep komşumuz sayılan büyük bir il oluyordu.
Fakir bir aile olmamıza rağmen babam benim okumamı çok istiyordu. Diğer şehirlerdeki akrabalarımızı yokladı. Kimse yanaşmadı beni yanlarına alıp okutmaya. Ama babam kararlı idi beni okutmaya. Yakın bir ildeki parasız yatılı okul sınavını kazandığımda babam benden çok sevinmişti buna. Tatillilerde geldiğim köyümüzden, okullar başlarken ayrılırdım. Ortaokuldan liseye kadar altı yıl her tatilde Ardahan’a gelir köyümüzde anneme yardım ederdim.
Okullar başlarken veya sömestr tatil dönüşlerinde babamla birlikte sabaha karşı 3’te kalkıp yürüyerek köyden 1,5 kilometre uzaklıktaki ana yola iniyorduk. Babamın bineceğim arabayı seçmesi saatlerimizi aldığından çok erken kalkıyorduk. İlk başta bu beklemeler bana çok anlamsız geliyordu.
Ta ki gerçek nedenini öğrenene kadar…
Özellikle de şubat tatillerinde kar o kadar fazla oluyordu ki babam beni sırtına alarak yola indiriyor ve yoldan geçen kamyonlardan birine bindirerek başka bir şehirdeki okuluma gönderiyordu. Tatillere gelirken ise babamın rica ettiği öğretmenlerimden biri beni bizim o tarafa giden bir arabaya bindiriyordu. Dedim ya bizim oradan komşu ilimize dolmuş olmadığından babam beni genelde yük kamyonlarına bindirirdi. Bindirirdi bindirmesine ama ben köydeki insanların benim ile ilgili yaptığı dedikoduları duyar geceleri gizli gizli ağlardım.
‘Babam beni yani öz kızını satıyor muş’. Köylüler öyle diyordu. Çocuk aklımla babamın beni okuduğum masallardaki köleler gibi satacağını düşünürdüm. Bunun nedeni ise babamın yol üzerinde beni bindireceği kamyonu beklerken geçen her kamyonu durdurup onlarla kısa bir konuşma yaptıktan sonra bineceğim kamyonla ilgili kararını veriyor olması idi.
Uzaktan bunu görenler ise sanırım babamın şoförler ile pazarlık yaptığını düşünüyordu. Bindiğim kamyonların şoförleri babamın kim bilir hangi zahmetle kazanıp bir kısmını bana verdiği ve avucumda sıkıştırdığım paramı harcatmaz. Yedikleri lokantada kendi yediklerinden daha fazlasını ısmarlar, uyurken yan koltukta paltolarını çıkarıp üzerime örter bazen de çaktırmadan cebime harçlık koyarlardı.
Ben ise babamın ne yaptığını, neden o şehre giden her arabaya değil de seçtiği arabaya beni bindirdiğini çok sonradan öğrendim. Öğrendikten sonra köylülerin bizi suçladığı konu ile ilgili üzüntülerim her geçen gün daha da arttı. Yıllar böyle geçti. Ben okudum ve öğretmen oldum. Evlendim, üç çocuk yetiştirdim. Biri şu anda bursla ABD’de okuyor. Beni her türlü yokluğa ve iftiraya karşı okutan babam ise şu anda yaşamıyor. Allah mekânını cennet etsin sevgili babamın.
Yıllarca babamın beni neden o yoldan geçen kamyonlardan herhangi birinde değil de seçtiği bir şoföre teslim ettiğini ise ancak evlendikten sonra öğrendim.
O kadar erkenden kalkıp saatlerce kış kıyamette araba beklerken babam şoförlere “nereli” olduklarını soruyormuş. ‘Trabzonluyum’ cevabını alana kadar beni hiçbir kamyoncuya teslim etmiyordu. Neden diye sorduğumda ise ‘kızım Trabzonlular güvenilir ve ahlaklı insanlardır’ seni onlara teslim ettiğimde gözüm arkada kalmıyor’ demişti. Şimdi oğlum ABD’de yaşıyor.
Oğlumu ABD’ye yolcu ederken pistin ufkuna boş boş uzunca bakıyorum, ama oğlumu teslim edebileceğim bir Trabzonlu kamyoncuyu boşuna arıyor gözlerim… Yavuz Bey! Ben o nedenle nerde bir Trabzonlu görsem aklıma babamın, benim için yaptığı özveriler ve uğradığı iftiralar gelir ve ağlarım.” Bu sözleri bitirdiğinde dakikalarca o ağladı ben ağladım, ağladım, ağladım…
Bu ülkenin sokaklarında, yollarında nefes alan tüm Trabzonlular size seslenmek istiyorum: Ardahanlı bir babanın, bozkırın veya dağların ortasında sabah erkenden yolunuzu çevirip kızını size teslim edebileceğini unutmadan yaşayın e mi..
Ben ise kamyoncu babasını yıllar önce kaybetmiş bir oğul olarak yaşarken babama hiç ‘Ardahan yolunda bir küçük kız çocuğunu arabaya alıp Trabzon’a getirdin mi?’ diye soramadım. Ben işte esas buna ağladım. Nevin öğretmen!
Ağlatmasaydın beni bu kadar keşke. Ben şimdi bu odadan bu gözlerle nasıl çıkacağım. Ne derler arkamdan müdür bey ve okuldaki diğer arkadaşlarınız. Ağlama ve beni de ağlatma. Kimselere selam vermeden Buca Halk Eğitim Merkezinden kaçarcasına çıktım. Yağmur birazcık dinmişti ama yağmur damlalarından kaçmıyordum artık. Gözyaşlarımı saklıyordu onlar. Kızını Trabzonlu şoförlerden başkasına teslim etmeyen babayı düşündüm. Kızı teslim alıp onu sağ salim yerine teslim eden şoförleri düşündüm. Babamı düşündüm...
Trabzon’um! Güzel insanlarımın şehri! Delikanlıların, aydınların, erdemlilerin şehri! Kaldı mı o şoförlerden koynunda? Nerde saklıyorsun onları? Söyle nerdeler? Dipsiz koyu mavi karanlık sularına mı gömdün? Başı dumanlı yeşil dağlarının ıssız kuytu köşelerinde mi sakladın yoksa? Söyle neden saklıyorsun onları? Çıkar. Sal sokaklara da sokaklar insan görsün. İnsan!...” (ŞD/NZ)