"İsrail dünyanın en demokratik ülkesi. Seçimle oluşmuş bir parlamentosu var. Seçimle oluşmuş bir hükümeti var. Üstüne üstelik seçilmiş bir halkı var".
Siyasetle doğrudan ilişkili olmayan ama benzeri konularda son derece duyarlı ve dikkatli olan insanların bulunduğu bir akşam yemeğinde anlatıldı bu fıkra. Önce şaşırdım, sonra bundan birkaç yıl öncesine kadar bu tür bir hikaye anlatılamazdı böyle bir ortamda diye düşündüm.
İsrail'in Mavi Marmara gemisine karşı giriştiği saldırı ve 9 kişinin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi Fransa'da da yoğun bir tartışmaya neden oldu. Bu tartışmayı, "İsrail ne yaparsa haklıdır" yanlıları ile onun tam karşısında yer alan ve kendilerine iğneyi batırmayı hiç beceremeyen filistin taraftarlarını bir kenara bırakarak aktarmaya çalışacağım.
Fransızlar Türkiye'yi yeniden keşfettiler!
Ele alınan birinci konu Türkiye'nin konumu oldu. Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihini, ikili askeri anlaşmaları, askeri tatbikatları keşfetti fransızlar.
Türkiye'nin bölgesel bir ekonomik ve politik güç haline geldiğini-gelmeye başladığını keşfetti fransızlar eski başbakanlarının ağzından. Cumhurbaşkanı Chirac'ın döneminde, 2002 - 2005 yıllarında, önce dışişleri bakanlığı, sonra içişleri bakanlığı ve daha sonra da başbakanlık yapan Dominique de Villepin'nin, İsrail Büyükekçisinin de katıldığı tartışma programındaki Türkiye ile ilgili sözleri «en fanatik Türkiye yanlılarını» bile şaşırtacak düzeydeydi. Dominique de Villepin'in Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye alternatif bir hareket-parti örgütleme girişimi içinde olduğu düşünülürse, sözlerinin önemi daha da artıyor.
Üstelik Dominique de Villepin'nin İran'dan «büyük ve önemli bir ülke» diye olumlayarak söz etmesi, ülkesinin Türkiye karşısındaki tavrını savunmakta güçlük çeken İsrail Büyükelçisini iyice çileden çıkartmaya yetti. Dominique de Villepin dolaylı olarak Türkiye ve Brezilya'nın İran politikalarını savundu.
Türkiye'nin yeni ortadoğu diplomasisi de mercek altındaydı. Liberation gazetesinde, gazeteci, geopolitik uzmanı, 1981 Albert Londres ödülünün sahibi Bernard Guetta, "Bir adım daha Sayın Recep Erdoğan (Encore un effort, M. Recep Erdoğan)" başlıklı yazısında Türk hükümetinin desteği olmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan Mavi Marmara eylemiyle Türkiye'nin, "sadece İsrail Başbakanı Benyamin Netanyanhou'yu savunmaya itmekle kalmadığını, aynı zamanda tüm dünyayı Gazza'yı tecrit politikasına son verilmesini isteme noktasına getirdiğini" belirterek Türkiye'nin müslüman-arap dünyasına moral ve diplomatik bir zafer hediye ettiğini yazdı.
Bir kısım türklerin ülkelerinin yüzünün batıdan doğuya döndüğü endişesini taşıdıklarını bildiğini belirten yazar, buna rağmen bu stratejik alt üst oluşu olumlu olarak değerlendiriyor: "Türkiye bu politikalarıyla, politik becerikliliğin, kin, İsrail'in inkarı ve tüm şiddet eylemlerinden daha etkili olduğunu kanıtladı..." son gelişmelerden sonra, İsrail'in varlığını inkar eden İran değil, "demokratik, batı düşmanı olmayan, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmek istemeyen ama İsrail'i Filistin devletinin kurulmasını kabul etmeye zorlayan Türkiye filistin sorunun savunucusu oldu. Filistinin hamisi rolünü İran ve fanatik islam hareketlerinin elinden aldı". Yazar, yazısının sonunda, Recep Tayyip Erdoğan ve onun dışişleri bakanını İslam dünyasını İsrail ile barışa yönlendirmeye yönlendirerek tarihe damgalarını vurmaları çağrısını yaptı.
Müslüman Sivil Toplum Örgütlerinin suyüzüne çıkışı
Batı kamuoyu israil-filistin çatışmasında yeni bir unsurun devreye girişine tanık oldu: Müslüman Sivil Toplum Örgütleri. Bu kuruluşlar, son olayda, yerel, bölgesel ve uluslararası düzeyde süreci belirlemeyi başardılar. Tüm dünyada kitleleri, medyayı ve diplomatları harekete geçirme gücüne sahip olduklarını gösterdiler. Şu anda var olan, alışılmış Sivil Toplum Örgütleri ile bağları fazla değil, hatta zayıf ama bu durumun böyle sürmeyeceğini söylemek yanlış olmaz. Bu örgütlerin 1992 yılında Bosna'da başlayan eylemleri güçlenerek yaygınlaşıyor.
İsrail, bir zamanların İspanya'sı
Mavi Marmara'ya yapılan İsrail saldırısının ardından yükselen protestolar İsrail'in giderek kamuoyu karşısında dokunulmazlığını kaybetmeye başladığını gösteriyor. Cumhurbaşkanı Mitterand'ın dışişleri bakanlığını yapan, daha sonra Mitterand tarafından Anayasa Mahkemesi Başkanlığına atanan Roland Dumas, bir televizyon programında İsrail'i ağır bir dille eleştirdi. Artık kendisinin barış sürecinden söz etmeyeceğini, İsrail'in bir zamanların İspanya'sı gibi tecrit edilmiş, vebalı bir ülke durumuna geleceğini söyledi.
İsrail yapımı bir film gösterimden çekildi
Bağımsız 6 sinema salonunun oluşturduğu "Utopia" grubu, 31 mayıs günkü İsrail saldırısından sonra İsrailli yönetmen Leon Prudovsky'nin "A cinq heures de Paris" adlı filmini programdan çıkardığını açıkladı.
Mavi Marmara'ya yapılan saldırıyı kınamak için filmi programdan çıkardıklarını belirten Utopia'ın kurucularından Anne-Marie Faucon, web sitesinde yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
"Halkın politikacılara karşı koyacak gücünün olmadığı düşüncesini bırakmak gerekiyor. İnsanlar oy kullanıyorlar ve aşırı sağcı hükümeti onlar seçtiler. Yani olup bitenlerde onların da payı var. Bireyler karşı koyabilir. Bizim yaptığımız da bu".
Filmin gösterimden kaldırılmasının gerekçesi olarak, yapımında devlet yardımının olması gösteriliyordu. Bir haftalık tartışmanın sonunda, Utopia yöneticileri geri adım attılar ve filmi eylül ayı programına aldılar.
Bu geri adım sanat dünyasında oluşan israil karşıtı eğilimlerin üstünü örtemiyor. Şimdiden ondan fazla ünlü rok grubu İsrail'de verecekleri konserleri iptal ettiler. Aralarında Pixies, Gorillas, Klaxons, Santana ve Elvis Costello'nun da bulunduğu birçok sanatçı aynı yönde davranma eğiliminde. Avrupa'da da birçok kültürel gösteriden israilli artistlerin eserleri, bazen güvenlik gerekçe gösterilerek, programdan çıkartılıyor.
Sanat çevrelerini kapsayan bu protesto hareketi, 2009 yılında, İsrail'in Gazza'yı işgalinden hemen sonra doğdu ve süratle yayılıyor. İngiliz film yönetmeni Ken Loach protesto hareketinin önde gelenlerinden. Birçok kez israil filmlerini programına alan festivallere karşı boykot çağrısı yaptı. Eylül ayında yapılan Toronto festivalinde, aralarında Ken Loach, Jane Fonda, David Byrne'nin de yer aldığı 60'a yakın sinemacı, oyuncu ve yönetmen bir protesto mektubuna imza attılar.
Şu anda görünen, İsrail'in kamuoyunda var olan dokunulmazlık imajını kaybettiği. Bu durum devlet politikalarına, iç politikaya bire bir yansımıyor daha. Ama çok fazla da gecikmeyeceğe benziyor. (SŞ/EÖ)