Neredeyse iki haftadır herkes çok sinirli. Herkes taraflara ayrılmış, kendi siperine çekilmiş, bir yandan silahını ateşlemeye hazırlarken, diğer yandan saldırması için karşı tarafı kışkırtıyor. Tarafsız kalıp bir sipere girmemekte direnenler kendilerini çoktan yere atmış durumda. Aniden ateş açıldığı takdirde vurulmamak için meydandan sürüne sürüne uzaklaşmaya çalışıyorlar.
Dört yıldan uzun süredir İsrail'in ambargosu altında yaşamaya çalışan Gazze'ye yardım götürmek üzere İstanbul'dan yola çıkan altı gemilik filonun içinden Mavi Marmara'ya yapılan baskın sonucunda bir ABD, 8 Türkiye vatandaşının hayatını kaybetmesi Türkiye ve İsrail'i uzun bir süre tekrar yan yana duramayacak şekilde karşı karşıya getirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kızgınlığını son on gündür her gün dile getiriyor. İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu ise, operasyonun facia sonucu nedeniyle, her ne kadar dilini ısırsa da altta kalmamaya çalışıp arada çakıveriyor.
Her iki ülkede de sağ partiler hükümette. Her iki hükümet de, bütün sağ partilerde olduğu gibi, din konusunda özellikle hassas. Böyle olunca "insani yardım" ve "bağımsız sivil insiyatifler" üzerinden yapılması gereken tartışma neredeyse tamamen din üzerinden yapılıyor. Ve son on gündür hükümetlerinin de söyleminden cesaret alan her iki ülkenin halkından yükselen seslerin hiddeti ve benzerliği insanın kanını donduruyor.
Baskının gerçekleştiği 31 Mayıs akşamı İstanbul'daki İsrail konsolosluğu'nun önündeydim. Kızgın kalabalığın içinden sıyrılıp kendimizi seçim otobüsü gibi düzenlenmiş beyaz bir otobüsün tepesine attık. Bizim gibi birçok gazeteci kalabalığı daha iyi görebilmek için, sonradan İHH'ye ait olduğunu öğrendiğimiz, otobüse binmişti. O gece gördüğüm pankartların hiçbirinde insan haklarına, sivil aktivizme, adalete dair sloganlar yoktu. Onun yerine Mescid-i Aksa'nın kanla geri alınacağını anlatan, altına Adolf Hitler imzası atılmış bütün Yahudiler'in öldürülmesi gerektiğini söyleyen pankartlar tekbir sesleriyle birlikte dalgalandı havada.
Kalabalığın arasında çekmeye çalıştığımız anonsu ancak otobüsün tepesinde çekebildik çünkü kalabalık gruplar muhabirimizin arkasında devamlı yeşil bayrak sallayarak slogan attılar. Gece yarısından sonra eve gelip televizyonu açtığımda NTV muhabiri Mete Çubukçu'nun İsrail'de çektiği anonsa denk geldim. Arkasında devamlı mavi beyaz bayrak sallayıp slogan atan İsraillilerin arasında zar zor anons çekmişti.
İlk kızgınlığı atlatmak ve yaşananlara daha soğuk kanlı bakabilmek yerine tansiyon hergün daha da arttı. Türkiye'de her açılan Hitler pankartına İsrail'den "bütün Müslümanlar teröristtir" cevabı geldi. İnternet sitelerindeki karşılıklı atışmalar hakaret boyutunu aştı ve her iki taraf açıkça birbirini öldürmeyi çok istediğini, buna her an hazır olduklarını yazdılar.
Perşembe günü Fatih Camisi'ndeki cenaze sırasında yaptığımız röportajları yayınlayamadık. Konuştuğumuz herkes öldürülen gönüllüler için adalet istemek yerine, "kana kan" istiyordu. Bu arada bir grup İsrailli'nin "We are the World" şarkısının sözlerini değiştirerek söyledikleri "We Con the World" (Biz Dünyayı Aldatırız) klibi İnternet'e düştü. Şarkı Mavi Marmara gönüllülerinin sivil aktivist olmadığını ve bütün dünyayı bu kisve altında kandırdıklarını son derece bayağı ve küstah bir dille anlatıyordu. Ertesi günse Beyazıt Camisi'ndeki cuma namazında, caminin duvarına asılmış dev bir pankartta Allah için savaşıp şehit olmanın erdeminden bahseden Ahzab suresi dalgalanıyordu.
Mavi Marmara'ya yapılan baskından beri bütün kavramlar birbirine girdi. Ne yazık ki bu süreç içinde her iki ülkenin de yöneticileri karşılıklı yükselen nefret çığlıklarını sakinleştirmek için bir çaba göstermediler. Tam tersine, bu olay özelinde son derece ince olan çizgileri de yok ettiler. Sivil aktivistlik şehitlikle, insani yardım cihatla, adalet intikamla karıştı. Şimdi bu çizgileri tekrar çizmek ve kavramları netleştirmek yine Türkiye ve İsrail hükümetlerine düşüyor ancak her iki yönetimde de bu yönde bir istek, bir irade görünmüyor. (ZE/TK)