Ne iyi, ne güzel değil mi? Okumayı seven bir toplum olmamız için devletimiz çok uğraşmış. Bunun için hemen her ilçeye bir kütüphane yapmaya başlamış ve sürdürmüş yıllar önce...
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nün 2006 Yılı İstatistikleri'nden öğrendiğime göre bin 179 kütüphanemiz mevcut. Bu kütüphanelerimizde çalışan personel sayısı iki bin 629, kütüphaneci sayısı ise yalnızca 384.
Kültür Bakanlığı çatısı altındaki kütüphanelerde toplam kitap sayısı ise 12 milyon 958 bin 376. Başka bir deyişle nüfusumuzu 70 milyon kabul edersek yaklaşık altı kişiye bir kitap düşüyor. 2006'da merkezi olarak alınan kitap sayısı yalnızca 326 bin 500 olmuş. Muhtemelen onları almak için ilgililer epeyce zorlanmışlardır.
“Peki yurttaşın ilgisi nasıl?” diye soracak olursanız, facia asıl orada başlıyor; bu kadar kütüphaneye aynı yıl içinde başvuran okuyucu sayısı ise kitap sayısının iki katından bile az olmuş: Toplam 21 milyon 138 bin 821 kişi. Kütüphanelere kayıtlı olan, yani sürekli yararlanan üye sayısı ise yalnız ve yalnız 485 bin 216. Kütüphanelerin düzenlediği kültürel etkinliklere biraz daha fazla sayıda, 828 bin 148 yurttaşımız katılmış.
Bozcaada'da Tekel binasında bir kütüphane
Bu kütüphanelerimizden birisi de Bozcaada’da. Onun varlığını son olarak Bozcaada’ya gittiğimde, “Yol’cu” ile önünden geçerken fark ettim.
Daha önce çarşının içinde bir sokaktaymış. İki aydır merkezin biraz dışında Sağlık Oocağı ve Halk Eğitim Merkezi’nin hemen yanı başındaki iki katlı Tekel binasında faaliyetlerini sürdürüyor.
Fırsatını bulur bulmaz oraya gittim. Geniş bahçesinden içeri girdiğimde kenarda sivil giyimli genç bir insan oturduğunu gördüm. Selam verdim, selamımı aldı. Binanın içine girince ardımdan geldi. Meğer kütüphanenin memuruymuş. Çok sevindim. Bir memuru olan kütüphane gördüğüm için.
Bahçesinde üç çocuk kitap okuyordu...
Ana girişin bir yanında kitapların bulunduğu oda vardı. Diğer tarafında ise okuma salonu. Okuma salonuna göz atınca henüz 10 yaşına ulaşmamış ikisi kız üç çocuğun oturmuş bir şeyler okuduğunu gördüm. Buna daha da çok sevindim. Çocukluğum da sürekli gittiğim mahalle kütüphanesi aklıma geldi.
Kitapların olduğu bölüme geçtim. Ardımdan gelen kütüphane memuruna “Bozcaada'yla ilgili kitaplarınızın durduğu özel bir bölüm var mı?” diye sordum. Önce yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Sonra birkaç adım attı ve hemen ilk sıradaki raflardan birinden aldığı bir kitabı uzattı, “Kütüphanemizde Bozcaada’yla ilgili tek kitabımız bu” dedi.
Yakın tarihlerde basılmış ve yayınlanmış en az üç kitap olduğunu biliyordum oysa. Uzattığı kitabı aldım ve orada duran masanın üzerine çantamı ve kitabı koyup sandalyeyi altıma çektim.
Bana verdiği de aslında bir kitap değil, bir kitabın “fotokopisi” idi. Adı “Bütün yönleriyle Bozcaada” idi ve yazarı da bir meslektaşımdı: Dr. Mehmet Sadettin Aygen. 1935 yılında altı aylıkken adaya gelen ve çocukluğu, gençliği burada geçen bir hekim tarafından, muhtemelen “ihtiyaca binaen” yazılmıştı. Afyon’da Türkeli Kitabevi diye bir yayınevi tarafından basılan bu kitabın basım yılı belli değildi.
Kitabı biraz inceledim. Hazırlandığı yıldan geriye doğru eski kaynaklardan da yararlanılarak hazırlanmıştı ve Bozcaada, burada yaşayanlara dair çok geniş bilgiler içeriyordu.
Bozcaada kütüphanesinde Bozcaada'yla ilgili tek kitap
Bu da çok hoşuma gitti. İletişimin, kaynakların çok fazla olmadığı dönemlerde insanların bu yöndeki eksiklikleri tamamlamak için sarf ettikleri çabanın büyüklüğünün bir kez daha farkına vardım. Bu “tek kitap” kütüphanenin bu konudaki eksikliğinden, yoksulluğundan kaynaklanan üzüntümü biraz da olsa hafifletti.
Kütüphane memuruyla biraz konuştum. Bir aydır burada görev yaptığını öğrendim. Kitaplar Bakanlık'tan gönderiliyormuş. Doğrudan kütüphaneye kitap alınması ve kabulü mümkün değilmiş.
Devlet artık kütüphaneleri yük gibi görüyor
Bakanlığın son gönderdiği kitapların ise yıllar önce gönderildiği, kısa bir süre içinde baştan başa inceleyebildiğim raflarındaki kitaplardan anladım. Devletin, sosyal devletin, yurttaşının bilgili ve aydın olmasını isteyen bir yönetim döneminin ürünü olarak kurulmuş bu kütüphanelerin, devleti şimdi yönetenlerce artık nasıl bir yük olarak görüldüğünü bir kez daha kavradım.
Henüz ilkokul üçüncü sınıfa gittiğim sıralardan başlayıp üniversite bitene kadar içinden çıkmadığım onlarca kütüphane aklıma geldi. Hepsi de “devlet” tarafından kurulan ve işletilen kütüphanelerdi. Devlet vatandaşından aldığı her şeyi ona geri vermek için çaba harcıyor, bunu bir lüks ya da gereksiz bir faaliyet olarak görmüyordu o zamanlar.
Derelerin altından çok ama çok sular akmış, dereler kurumuştu. Çünkü artık onlar başka yerlere doğru akıyordu. Tıpkı bugün devleti yönetenlerin kaynakları başka alanlara yönlendirdikleri gibi.
Şimdi bir hareketi daha başlatmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Küreselleşmenin yaşamımızdan koparıp aldıklarını korumak, sahip çıkmak ve yeniden oluşturmak için. Bunun adı “kütüphanemize sahip çıkalım” hareketi olmalı.
Kütüphanemizin olması "sosyal bir hak"tır
Devletin bu görevinin de temel bir hak olan eğitim hakkının bileşeni ve tamamlayanı bir “sosyal hak”kın gereği olduğunu yeniden ortaya koymalı ve savunmalıyız.
Memuru olmayan kütüphanelerin “gönüllü” memuru olmalıyız. Kitabı olmayan kütüphaneleri kendi kitaplarımızla zenginleştirmeliyiz. Personeli olmayan kütüphaneleri kendi evimiz gibi sahiplenmeli temizlemeli, boyamalı, onları halkın, toplumun kendimizin “mekanları” haline getirmeliyiz. Mesai saati kavramını değiştirmeli, öğrenmek isteyenlerle bildiklerini paylaşmak isteyenlerin sürekli bir arada olduğu, buluştuğu ve paylaştığı yerler haline getirmeliyiz.
İlk adım size en yakın kütüphaneye gitmek
Çok mu zor bunları yapmak. Zor olup olmadığını işe koyulunca anlayalım, ön yargılı olmayalım diyorum. Hemen bugün size en yakın kütüphanenin nerede olduğunu bir araştırın isterseniz. İlk adım bu olabilir, hareket buradan başlayabilir. (MS/NZ)