Eylül, bir ferah esintidir çoğu zaman arsızca kavuran yaz sıcaklarından sonra… Günler hâlâ bereketlidir, güneş cömerttir ama işte akşam serinliği başlar yüzümüzü yalamaya. Ruhu Akdenizli bir rehavetin ve biraz da tatlı tembelliğin sonudur Eylül'ün gelişi; zira yazlıklar çocuklulara öncelik vererek boşalmaya başlar, şehrin sokaklarında seyyah sesler artar. Okulların açılışı yakındır çünkü. İllâ mektebe giden çocuğunuzun olması ya da benim gibi “hoca” kimliğini üstlenmeniz gerekmez okul heyecanı yaşamak için; bazen önü festival bir kırtasiye dükkanı bazen de okul arkadaşı hasreti çeken bir çocuğun binbir mevsim sabırsızlığı yeter gözlerinize gülümseme bahşetmeye. Top sesi, çocuk şenliği, patlıcan biber kızartması ama biraz da iplikten kazak, akşamına kapalı ayakkabı, kaldırımlara, toprağa dökülmüş çınar yaprakları…
Vagonlara doldurulan hayatlar
Hani tadı damağımızda kalan eylüller hep böyle güleryüzlü mü bu topraklarda, telaşı hep rengarenk mi? Maalesef cevap evet değil. 1955’in 6-7 Eylül’ünde devletin körüğüyle esen milliyetçi-şoven rüzgar bu ülkenin vicdan yapraklarını da yere serdi; üzerinden hışımla postal tabanlı sivil gaddarlıklar geçti.
Kimimiz şahit oldu kimimiz sadece okudu ya da dinledi ama netice aynı Eylül'de Aralık soğuğu…
6-7 Eylül öncesinde çok emare vardı aslında dondurucu rüzgarların gelişine dair. 1915 kıyımı, I. Dünya Savaşı sırasındaki tüm meşakkatli günler, yerinden edilenler, toprağından koparılanlar bu ülkenin ortak acılarıydı. Rumeli’den Kafkaslardan Anadolu’ya gelmek zorunda kalanların dramı ile binyıllık evlerinden sürülen, yollarda katledilen insanların acı ve hüzün dolu hikâyesi. Savaşın vicdanlara mermi sıkan gözükaralığına milliyetçiliğin zehri eklenince katliamlar, tecavüzler, kıyımlar çığ gibi büyüdü. Bağımsızlık Savaşı bitip yeni rejim kurulunca da sular dinmedi hatta İttihatçılardan miras alınan siyaset ve ulus-devletleşme projesinin tutkusuyla devlet merkezli milliyetçi propaganda tüm algı dünyasını biçimlemeye başladı.
Hepimiz Trakya olaylarını da “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının hedefini de biliyoruz bugün. Vapurda, troleybüste aksanı ile dalga geçilen Rumları, Ermenileri, Yahudileri ve daha nice “gayri Türk” ve “gayrimüslim”in ülkede günlük yaşam içinde karşılaştığı zorlukları.
Zaman içinde benzeri yıldırma politikalarına karşı talimli hale gelen gayrimüslim nüfusun II. Dünya Savaşı'nın sonları yaklaşırken yaşadıkları ise başlı başına bir travma. Türkiye’nin savaşa dahil olmamasına rağmen sanki her an savaşa girecekmiş gibi silah altında asker tuttuğu günler. Memlekette Almanlar Stalingard’ta yenilene kadar süren ırkçı propagandaya da ses çıkaran yok. Turancı-ırkçı yayınlar alenen, diğer pek çoğu zımnen anti-semitizm siyasetini popülerleştirmekte, Rumları, Ermenileri “düşman” ilan etmekte. Üstüne üstlük ordunun masrafları nedeni ile ülkenin ekonomisi de zor günler yaşıyor.
Dertlere derman olarak bürokrasinin icat ettiği korkunç Varlık Vergisi o günlerin uygulaması. Varlık vergisinin gayrimüslim nüfusu ekonomik olarak bitirme projesine dönüştüğünü hem rakamlardan hem de trajik insan öykülerinden biliyoruz. Ama asıl travmatik olan Almanların Yahudileri, Slavları, Romanları trenlere doldurup toplama kamplarına gönderdiği ve akabinde toplum imha ettiği bilgisinin artık aşikâr olduğu bir konjonktürde “vergi borcunu” ödeyemeyenleri aynı yöntemle Aşkale’ye göndermek.
Hiç aklımız ve vicdanımız alıyor mu o yük vagonlarına (ki 1943’ün Ocak ve Temmuz ayları arasında resmi rakamlara göre 1229 kişi Aşkale’ye gönderildi) doluşturulan kalplerdeki tedirginliğin boyutlarını?
Geri dönemeyeceklerine dair kendilerinin ve ailelerinin umutsuzluğunu?
Aşkale’de zorla kırılan taşların aslında yüreklerdeki güven ve gelecek arzusunun kırıntılarını da yok ettiğini?
Mülksüz, parasız ama her şeyden daha ağırı ülkesine dair inancını kaybetmiş insanların doğdukları topraklarda tüm bunlara rağmen kalmak istemesini?
Ve bildiğimiz İstanbul’un, İzmir’in sonu
Varlık vergisi ve Aşkale “çalışma kampı” daha hafızalarda çok taze iken esti 6-7 Eylül'ün buz kesen rüzgârı...
Hem de sözüm ona menşei güney, Kıbrıs dolayları; halbuki hiç yakışmıyordu Eylül'ün şefkatine…
Kıbrıs konusu Türkiye’nin gündemine 1950’lerin başında milliyetçi odakların baskısı ile girmişti. Bu tespit büyük ölçüde Yunanistan için de geçerlidir; 1950’lerin ortasından itibaren ada sebebiyle iki ülke karşı karşıya gelince ortada ne itidal ne de inşa edilmesi için emek verilen dostluk kalmıştı.
6-7 Eylül olayları, Kıbrıs için Londra’da görüşmelerin yapıldığı bir dönemde Türkiye’nin Yunanistan’a (ve kayıtsız şartsız onu desteklediği düşünülen Batı’ya) gözdağı vermek için “devlet aklı” ile düşündüğü, hükümet marifeti ile uyguladığı ve neticede kontrolü kaybettiği korkunç bir kıyım. Fitili yakan Selanik’te Mustafa Kemal’in evine ve Türkiye konsolosluğuna bomba atıldığına dair haber. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve İstanbul Ekspres gazetesinin işbirliği ile kitlelerin galeyana getirilmesi ve özellikle İstanbul ve İzmir’de yaşanan organize şiddet ve katliam. İstanbul’da ve İzmir’de gayrimüslim nüfusun yaşadığı yerlerde evlerin, iş yerlerin, ibadethanelerin tahrip edildiği, tecavüzlerin ve darp olayların yaşandığı 6-7 Eylül olaylarının bilançosu öylesine kabarık ki rakamlara dökmek dahi istemiyorum. Zira rakamlar soğuktur; halbuki her travma biricik, sayıya telif edilemeyecek kadar acı, bir o kadar izleri derin.
Sadece birkaç noktaya değinmek istiyorum. İstanbul Ekspres’in her zamanki sayısından kat be kat fazla basılması, Kıbrıs Türktür Cemiyeti (ki olaylardan sonra kapatılacaktır) üyeleri tarafından ücretsiz dağıtılması, tertiplenen nümayişin içindeki provokatörler buzdağının görünen kısmı. Bir de daha az bilinen bir karanlık taraf var tüm bu olup bitenlerde. Örneğin gündeliğin içine yerleştirilmiş gayrimüslimlere yönelik önyargılar ve öfkeler; Hürriyet dahil birçok gazetenin bir süredir Türkiye’deki Rumların Ada’ya Enosis için para aktardığına dair yalan yanlış haberler, Demokrat Parti hükümetinin tecrübe etmeye başladığı ekonomik sıkıntıların etkisi, Kore Savaşı sırasında etkinliği artan milliyetçi gençlik örgütlerinin faaliyetleri…
Olaylarda yer alan milliyetçi gençlerin tüm yaşananları Rumların kışkırtması olarak gösteren gazetelerin önünde attığı basına destek sloganları tek başına devlet-basın-milliyetçi örgütler arasındaki organik ilişkiyi teşhir eder nitelikte. Ezcümle devletin tezgahlayıp hükümetin başrol oynadığı bir metin var ama o metnin arkasında oyunda rol almaya hevesli bir kitle çoktan oluşmuş. Beslendikleri yerde yıllardır müfredatla tekrarlanan önyargılar da var; gündeliğin içindeki ayrımcılık ve ekonomik hırslar da. Neticede “Türk milleti” adına elinde bayrak dükkan, ev yağmalayan, tecavüz eden bir güruh vicdanın yapraklarını döktü elbirliğiyle.
İzmir’de 6-7 Eylül hadiseleri fuar zamanına denk geldi. Kalabalık fuardaki Yunan pavyonunu sloganlarla ateşe verdi sonrasında mahalle aralarında saldırılar devam etti. Olaylar nedeniyle İzmir limanından ayrılan Yunanistan bayraklı tekneler bir zafer kazanımı gibi kutlandı. İstanbul’daki olaylar ise yalnızca Beyoğlu’nda gerçekleşmedi. Yeşilköy’den Tatavla’ya; Adalardan Tünel’e ve Moda’ya kadar gayrimüslim nüfusun yaşadığı her yerde saldırılar yaşandı. Evet çevreden taşınan eli sopalı göstericiler yadsınamaz ama şehrin her köşesinde o mahalle civarında da olaylara bilfiil katılanlar olduğu inkar edilemez. Bir diğer nokta olaylar sırasında saldırıya uğrayanlara yardım ettiği söylenen Türk- Müslüman nüfus hakkında. Buradan geniş bir insanlık manzumesi çıkarmak en hafif ifade ile naiflik. “Rumlar genelde şöyle şöyle kötüdür ama bizim falanca onlardan değildir” algısı ile hareket edenleri de “engin hoşgörü” çemberine mi dahil edeceğiz?
Gözyaşlarını unutabilecek miyiz?
Bildiğimiz İstanbul ve İzmir, 1955’in bir eylül vakti bitti. O gün kiliseler cemaatsiz, sokaklar kahkahasız, mezeler lezzetsiz, taş evler sessiz, şehirlerin ruhu öksüz kaldı. 1964’te yine Kıbrıs bahanesiyle “operasyon” tamamlandı. Hatırlatayım; 1964 geriliminde İnönü hükümeti, Yunanistan vatandaşı Rumların oturma izinlerini iptal etmiş (16 Mart 1964) ve çok zor şartlarda apar topar ülkeyi terk etmelerini istemişti. Kendi ülkesinde yaşayan insanları “milli davalarda” koz olarak kullanma geleneği ise hep devam etti.
Şimdi “devlet aklının” tam istediği gibi sayısı birkaç binle telaffuz edilen bir Rum nüfusumuz var. 6-7 Eylül’e dair bugün hala yanıtlarını bilmediğimiz o kadar çok soru mevcut ki. Menderes hükümetinin tüm bu olaylardaki rolü belli hatta bunlar 27 Mayıs yargılamalarının da konusu oldu ancak devlet kurumları ihtilal sayesinde aynı zamanda ellerini temizledi. Emniyetin, MİT’in bu tezgâhtaki rolü açığa çıkarılmadı. Selanik’teki bombayı attığı bilinen Oktay Engin yıllar sonra Nevşehir valiliğine getirildi nasıl? Ülkeyi terk etmek zorunda kalan nüfusun taşınmaz malları ne şekilde el değiştirdi? Kimler bu yolla zenginleşti? Sorular yıllardır olduğu yerde, vicdanın bekleme odasında gelmeyecek sırasını bekliyor. Ya kaybettiğimiz insanlarımız, örselenmiş yüreklerini bavula sığdırıp ülkeyi terk etmek zorunda kalanlarımız? İsimlerini, evlerini unuttuk gözyaşlarını unutabilecek miyiz? (GGÖ/HK)