İzlerini halen yaşamakta olduğumuz yakın bir tarihin yıldönümüne geldik yine. 'Kıbrıs Türktür!' dendiği ve bu söylemin şiddete doğru yükseltildiği günlerde başlayan ve sonuçları günümüze kadar gelen travmatik olayların yaşanmasına vesile olan 6-7 Eylül pogromunun 55. yıldönümündeyiz. Bu yıl da yaşananları hatırlamak, unutmamak ve unutturmamak istiyoruz. Hatırlamanın en güzel yolu konuşmak ve birbirini dinlemektir. Birinci elden anılarsa en büyük belgeleridir yaşanmışlıkların. Bu vesileyle, her fırsatta dinlemeye çalıştığımız yaşlılarımıza bir kez daha sorduk 6-7 Eylül'de neler yaşadınız diye... Sohbetimiz kimisiyle sürgün yıllarından başladı, kimisiyle o menfur 6 Eylül gününden... Çoğunlukla da 6-7 Eylül'de sınırlanıp kalmadı. Samatya'da yaşayan 82 yaşındaki Kayseri kökenli Yozgatlı Güllü yayayla hem sürgünü konuştuk, hem 6-7 Eylül'ü. Burgazada'da görüştüğümüz 90 yaşındaki Manno yaya ise o gün Büyükdere'de yaşananları anlattı, dualarla atlatılan saatlerin kendisinde bıraktığı izlerden bahsetti. Sonra 90 yıllık yaşamından anlar aldı sohbette yerini. Son olarak da, çağdaş sanatın önemli isimlerinden Sarkis'in 6-7 Eylül tanıklığına kulak kabarttık, kızı Elvan Zabunyan'ın kaleminden.
Yaşı 60 civarında bir büyüğü olan her ailenin en az bir hikayesi mutlaka vardır 6-7 Eylül'e dair. Biz sadece görüşme fırsatı bulabildiklerimizin sesine yer verebiliyoruz. Daha sesini duyuramadığımız nice hikayeler var, biliyoruz. Kendi vatandaşını 'düşman' olarak gören bir zihniyetin hakim olduğu bu topraklarda bir "azınlığın" başına yüz yılda neler gelmiştir bir düşünsenize... Yüzyıl başında zaten sürgün edilmiştir, sürgünler sırasında kayıplar vermiş, gün geçtikçe azalmıştır. Doğmuş, büyümüş ve 'diasporalı' olmuştur. Burada kalmışsa, 11 Kasım 1942'de Varlık Vergisi'ne tabi tutulmuş, ödeyememişse Aşkale yollarına düşmüştür. Bitmez tükenmez yol yapımında çalışmıştır, tek tip üniformalar giyip 20 Kura asker seçilmiştir. Sonra 6-7 Eylül'de örgütlü olarak uygulanan yağmayı, talanı yaşamıştır. Eğer çifte pasaport taşıyorsa 1964'te kendisini bir anda Atina'da bulmuştur... Bunlar bir 'azınlık'ın başına gelebilecek bilinen belli başlı olaylardır. Bir de "olaylaşmayan" anılar vardır ki, işte onları, büyüklerinizi dinledikçe bulursunuz...
6-7 Eylül'den tam 55 yıl sonra, olayların mağduru olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler başlarına geleni hala içlerinde bir nebze de olsa korkuyla anlatırken, o gece evlere, dükkanlara saldıran tek bir kişinin bile bugüne dek, yaptıklarını anlatmaması, yaşananlardan dolayı duyduğu üzüntüyü beyan etmemesi ise, ilginç bir olgu olarak kalmaya devam ediyor. 'Özür' Türkiye'de bugün daha çok 1915'le ilgili olarak akıllara düşen bir kavram. Oysa bugün artık kimsenin neler yaşandığını inkar etmediği 6-7 Eylül'e dair bile resmi ya da gayrı resmi ağızdan bir "özür" dillendirilmiş değil. Bu durumda bizlere de, olanları tekrar tekrar anlatmak düşüyor. Belki birileri sorumluluk hisseder diye...
Güllü yayanın dilinden Samatya'da olan biten
Samatya'da yaşayan Paravon dayday (Gökbaş) ve eşi Güllü yaya, semtin en yaşlılarından oldukları için, evleri, sözlü tarih çalışması yapanların uğrak yeri olmuş. Biz de Paravon daydayı tanımayı ve 96 yıllık yaşam hikayesini dinlemeyi çok istedik. Rahatsızlığı sebebiyle fazla konuşamayan Paravon dayday yerine Güllü yaya anlattı bize 6-7 Eylül 1955'te Samatya'da yaşanan olayları.
"Çocuklar ufaktı, üç odalı, kirada oturduğumuz bir ev vardı. Aşağı katta da bir aile otururdu. Mamam da arkadaki gecekondularda oturuyordu. Olaylar olmuş ve Rum kilisesini yakmaya başlamışlardı. Mamam ordan çıkıp korka korka bize gelmiş ve kiliseyi yaktıklarını, kamyonların dolu olduğunu ayrıca asker ve jandarmanın da olduğunu söyledi. Yüklü bir kamyonla bizim sokağa geldiler. Karşımızda bir Rum evi vardı, aşağıda da bir tane dul, eski İstanbullu Ermeni kadın otururdu, subayların sırmalı, simli formalarını işlerdi. Rumların da kiracısıydı. Bir de Ermeni evi vardı. Kamyon, yüklü olarak sokağa girdiğinde yer yerinden oynuyordu. Rum evlerine saldırıyorlardı. Ermeni deyince dokunmuyorlardı. Tramvayda bilet satan bir Türk adam, komşusuna oturmaya gelmişti. O sırada kapıya çıktı ve 'Durun, ne yapıyorsunuz, kimi arıyosunuz? Bura Rum evi değil, Ermeni evi' dedi. Onlar orada konuşurken Rum aile toplanıp bize geldi. Biletçi onların evini de kurtardı. Kırdırmadı evi.
"Evimize saldırılmasına engel olabilmek için bayrak lazımdı. Ama hazırda evde bayrak yoktu. Mamam haber verince hemen çocukların kırmızı kağıtlarından kestim, üzerine ay yıldız yapıştırıp bayrak yaptım; al sana bayrak. Bizim sokağa kamyon girene kadar ben üç tane bayrak yapmıştım. Birini alt kata, birini üst kata, diğerini de yanımızdaki komşunun arabasının üzerine yapıştırdık ve evleri kurtardık. Karşımızda Rum evindeki kızın düğünü olacaktı, gelinlik elbisesi asılıydı. O elbiseyi de kesip kesip sokağa attılar. O buzdolaplarını kırıp, o halıları makaslarla yırtıp yırtıp attılar. Bir sokak ötede şekerci vardı; şekerleri çuvallarla sokağa attılar. Sokaklar mıcır taş gibi şeker oldu.
"Bizim evi bayraklar kurtardı. İki Rum eviyle bir Ermeni evini de biletçi kurtardı. O sokağı atlattık. Ama öbür tarafları kırıp döktüler. Mamam da Apikoğlu'nun Alibeyköy'deki fabrikasında sucuk yapımında çalışırdı. Kayseri'den öğrendiği parmak sucuk boğma işini yapardı. Eminönü'nde de mağazaları vardı, olaylar sırasında bitişikteki boş mağazanın tabelasıyla değiştirmişler, boş mağazayı kırdılar Apikoğlu'nun mağazası diye.
"Bize sığınan Rum aile Yunan tebaalıymış. Olaylardan sonra terk edip gittiler Türkiye'yi. Giderlerken evlerini satmaları gerekiyordu. Bize satmak istediler, ama onların evi alınır mı, almadık tabii. Çünkü onların yaşadıklarını gördük. Adam indirdikçe indiriyor fiyatı, bir an önce satıp gitmek istiyor ama bu (eşi Paravon daydaya 'bu' diye hitap ediyor) alır mı? Köyde kendi başına da gelmiş kötü olaylar."
Sarkis: "Koku bugün bile burnuma gelen bir kent kokusuydu"
Çağdaş sanatın önemli isimlerinden Sarkis'in Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde René Block'un küratörlüğünde açılan sergisine paralel olarak Yapı Kredi Yayınları aracılığıyla okurlarla buluşan 'Ondan Bize' isimli kitapta da Sarkis'in 6-7 Eylül 1955'e dair anılarına yer veriliyor. Sarkis'in kızı Sanat Tarihçi Elvan Zabunyan'ın kaleme aldığı kitapta, o günler işte böyle anlatılıyor:
"... 1955 yılı sanatçı için başka bir dönüm noktası daha oluşturur... Bu olaylar 6-7 Eylül 1955'te İstanbul'u harap eden, kentteki gayrimüslimlere ait dört binden fazla konutu, tapınağı ve dükkanı yerle bir eden olaylardır. 'Camekanları kırdılar, içeride ne varsa her şeyi sokağa attılar. Zeytinyağı, sirke ve çeşit çeşit baharat kokuları sokağa yayılmış kumaş ve halılara siniyordu, koku bugün bile burnuma gelen bir kent kokusuydu' dedi babam bana. Orhan Pamuk da, İstanbul'da o belleklerden silinmeyecek olayları anımsar: '1955 yılında İngilizler Kıbrıs'tan çekilir, Yunan hükümeti adayı bütünüyle devralmaya hazırlanırken Türk gizli servislerinden bir ajan, Selanik'te, Atatürk'ün doğduğu eve bir bomba attı. Bu haber ikinci baskı yaparak olayı büyüten İstanbul gazetelerince bütün şehre duyurulunca gayri müslim azınlıklara düşman bir kalabalık Taksim Meydanı'nda birikti ve önce Beyoğlu'nu, annemle gittiğimiz bütün o dükkanları, sonra bütün İstanbul'u sabaha kadar yakıp yıkıp yağmaladı.
"[...] Sokaklarda Müslüman olmayan herkesin linç edilme tehlikesi geçirdiği gecenin sabahında, Beyoğlu ve İstiklal Caddesi, vitrinleri, kapıları kırılıp yağmalanmış dükkanlardan götürülemeyen, ama zevkle tahrip edilen eşyalarla doluydu. Renk renk, top top, cins cins kumaşların, halıların, elbiselerin üzerine o zamanlar Türkiye'de yeni yeni yaygınlaşan buzdolapları, radyolar, çamaşır makineleri devrilmiş; cadde kırılmış, parçalanmış, porselen takımları, oyuncaklar (zamanın en iyi oyuncakçı dükkanları Beyoğlu'ndaydı), mutfak eşyaları, o zamanların modası akvaryumlar ve avizelerin cam kırıklarıyla kaplanmıştı. Oada burada bisikletler, devrilmiş ya da yakılmış otomobiller, parçalanmış bir piyano ya da bir büyük mağazanın vitrininden kumaş kaplı caddeye devrilerek gökyüzünü seyreden kırık mankenler ve olayları yatıştırmaya geç de olsa gelen tanklar gözüküyordu. Bütün bunlar yıllarca evin içinde uzun uzun anlatıldığı için kafamda kendim görmüşüm gibi bütün ayrıntılarıyla canlıdır.'
"Babam 6 Eylül Salı günü, akşamüstü evindedir ve radyodan dükkanlara saldırılacağını duyar, kentin her tarafında gruplar toplanıyordur ve camlara vurmaya başlarlar. Dışarı çıkıp babasının dükkanının önüne gider onu savunmak amacıyla. Dükkan mucize eseri yıkılmaz, ama demir bir çubuk camekana çarpar, kasap dükkanı 1980'li yılların başında kapanana dek silinmeyecek bir iz bırakır ardında. Buna karşılık, onun yıllardır dul olan ve sevgili kocasıyla birlikte açtığı kasap dükkanını tek başına yöneten büyük halası Siranuş Morakur'un dükkanı tamamen harabeye döner.
"Pamuk bu olayları anlatırken evlerinde uzun uzadıya tartıştıklarını söylüyor, babamsa o feci olayların sonrasında anne babasıyla aralarında geçen konuşmalar konusunda kesin bir şey söylemez... Babam en çok birbirine karışan bu iki duyguya karşı direnç sergilemiştir.
***
"Ayrıca babam bana, kent ve ülke ölçeğinde, fark sorununun köklü biçimde ortaya çıkmasını sağlayan şeyin de 6-7 Eylül olayları olduğunu söyledi.
"Ondan öncesinde, bu fark bilincini aile taşıyormuş (genel anlamda, o azınlık bilinciyle yaşayan aileler -Ermeni, Rum, Yahudi). "O Eylül olaylarından sonra, bireysel bir farklılık düşüncesi oluştu..."
Manno yaya: "Kilisenin cenaze taşıyan arabasını dışarı çıkarıp denize attılar"
Yedi göbek İstanbullu olan Manno Çayan ise 6-7 Eylül 1955'te Büyükdere'de yazlıktaymış. Olaylar sırasında 35'inde olan Manno yaya, bugün 90 yaşında. Torununun çocuğunu gören ve sohbetimiz sırasında bize minik Mane'yle birlikte oror (ninni) da okuyan Manno yaya, "Hayatımdan hiçbir zaman kahretmedim, çok güzel bir hayat yaşadım" diyerek başlıyor 90 yıllık yaşamöyküsünü anlatmaya... Eşiyle geçirdiği mutlu günlerini, ikiz çocuklarını, torunlarını ve torunlarının çocuklarını anlatırken yaşam enerjisini hissediyorsunuz Manno yayanın.
1915'te sürgünün ilk başladığı 24 Nisan gecesi toplanan aydınlardan biri olan Levon Larents (Kirişçiyan), Manno Yaya'nın dayısı; sürgüne dair söyleyecek çok sözü olmalı Manno Yaya'nın. Ayrıca drahoma vererek evlenilen zamanlarda girmiş dünya evine. Ama biz 6-7 Eylül 1955 günü yaşadıklarını bilmek istiyoruz öncelikle...
"6-7 Eylül zamanında çocuklarım (ikizler) bir buçuk yaşındaydılar" sözleriyle başlıyor anlatmaya: "Bütün gençler, herkesin arabasını kırıyordu. Birinin de bakkal dükkanını kırdılar, rakı kokuları bizim evimize kadar geldi. Annem hemen dize geldi ve dua etti; bizim arabamıza dokunmasınlar diye, gerçekten dokunmadılar. Bizim oturduğumuz ev Reşat Paşa Konağı'ydı, sahibi yaşlı bir Türk'tü. Hemen çıkıp Türk bayrağını astı. Olaylardan sonra bana sinir bozukluğu geldi, bir süre buhran geçirdim. Sokaklar metre metre kumaş doluydu, buzdolapları, çamaşır makineleri ezilmişti. Kilisenin cenaze taşıyan arabasını dışarı çıkarıp denize attılar, yanımızda kafe vardı, kafenin bütün iskemle ve masalarını tutup denize attılar. Yanında bizim evimiz vardı. Bizim eve hiçbir şey yapmadılar. Ertesi gün birçok kişi dükkanını bomboş buldu ama hiçbir şey olmamış gibi hayat devam etti..." (LB/TK)
Lora Baytar'ın haberi, haftalık Agos gazetesinin 3 Eylül 2010 tarihli sayısında yayımlandı.