Bu mektubum, Dersimli olan, Dersimli olma bilincini bağrında taşıyan, onun geçmişini yüreğinde bin bir belaya, acıya rağmen unutmamış, bize can veren bu topraklara bir sevgi borcu olduğuna inanan, Dersim'in geleceğini düşünen herkesedir. Bilinir, Dersim'e yüzyıllar boyunca seferler oldu, Ali şer'in deyimiyle: "Herkes onu almak için düştü gümana." Fakat kimseye Dersim'de istediği gibi at oynatma keyfi nasip olmadı.
Eskiden bir yerin sahibi olmak için o toprağa tüm gücünle ( top, tüfek, asker vb.) girmek gerekiyordu. Hal böyle olunca işgale uğrayan bir yerleşim yerindeki insanlar, sürekli bir katliamın ve yok edilişin tehlikesi altında yaşarlardı. Topraklarını koruyabilenler, varlıklarını sürdürebilirken koruyamayanlar ise, çoğunlukla asimile olurlar ve bir zamanlar kendilerini düşkünleştirenler adına başka halkları, kölesi durumuna geldikleri devlet namına sömürgeleştirmeye giderlerdi. Bu tarihin adeta gelenekselleşmiş bir ezme-ezilme ilişkisiydi.
Bugün ise ilişki daha farklı bir düzlemde cereyan etmektedir. Artık ezme-ezilme durumu daha inceltilmiş bir hal almıştır. Bir anda binlerce insanla girişilen meydan savaşlarından çok teknolojik silahlar ve ondan da önemlisi bin bir maniple aracı devreye sokulmuştur. Gönüllü asimilasyon, kendini ezen için feda edip halkının karşısında yer almayı erdem sayan bir anlayış oldukça revaçtadır. Dikkat edilirse bu anlayış ne zaman bir hak alma mücadelesi ortaya çıksa veya gelişim gösterse hemen palazlanmakta; kendi gerçekliğine kör, karşısındakinin çıkarı için kılıç kesilen onlarca insan, kendine bu pazarda yer kapmaya çalışmaktadır.
Tüm bunları neden mi anlattım? Dersimi ve bir bütün olarak onun geçmişini, bugününü ve geleceğini düşündüğümde, yukarıda kısaca değindiğim gerçeklerin aslında Dersim için de büyük oranda geçerli olduğunu fark ettim. Evet, Dersim'e de yüzyıllarca seferler olmuştu; ama "ben, artık buraya tam olarak egemen olmaya muvaffak oldum" diyen kimse çıkamamıştı. Bu gerçeklik, Dersim'in kendisini nasıl koruduğunu ve gelenlerin Ahmet Arif'in deyimiyle "gölgesiz çekip gitmek" zorunda kaldığını göstermek bakımından takdire şayandır. Günümüz için durum daha çetrefillidir. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte bu ülkenin kurucu unsurlarının Türkler ve Kürtler olduğu bazen söylendi, bazen reddedildi; fakat bu sözlerin hayatta bir karşılığını bulamayan genelde Kürt halkı, özelde ise Dersimliler, özgürlük ve eşitlik için mücadele ettiler.
İşte Dersim otuz sekiz, hala gün gibi ortadadır. Seyid Rıza'nın asıldığı darağacı bize bakmaktadır, Laç Deresi'nde kanayarak ve kanatarak yaşamını yitiren binlerce insanın sızısı, yüreğimizin Munzur kayalarına çarpıp durmaya devam etmektedir. Ali şer'in gövdesinden ayrılmış başı ve Zarife'nin bedeninden ayrı bırakılan zülüfü, perçem perçem yüzümüze vurmaktadır. Bebelerin ağlayışı, mağaralara doldurulup taşların o soğuk yüzünde ölümle tanıştırılan çocukların göğe ağaran haykırışları, kulaklarımızda bir keder türküsü olarak söylenmektedir. Askerlere evlatlık verilmiş yüzlerce Dersimli kız çocuğunun dilinde unutuluşlara terk edilen dilimiz, hala sılasına kavuşmuş değildir ve bizim için gurbet, artık uzak kentler değil, bizzat Dersim'de bu gerçeklerle bağların zayıflamasıdır, Gola Çeto suların suskunluğuna gömülürken vefasızlığımızı yüzümüze çarpan Munzur'un gözeleridir.
Bilinir, öldürmenin en ince karşılığı unutmaktır. Birisini unuttuğunuzda, onunla ilgili anılar silikleşmeye başladığında; onun yaşayıp yaşamamasının artık bir önemi olmayacaktır; çünkü gerçekte onun öldüğünden de haberdar olmayacaksınızdır. Bu nedenle unutmak gerçekten de öldürmelerin en vahimidir. Bugün Dersim, yavaş yavaş sulara gömülmektedir, bir süre sonra belki onun eski halini de unutacağız; bizi buna alıştırmaya çalışıyorlar. Sular şimdi şehrin kıyısında, sonra şehri yutacak ve biz yeryüzünde memleketinin ismi olan; fakat yurtsuz birer varlığa dönüşeceğiz. İnancımız, dilimiz bu topraklarda hayat buldu. Ömrümüz buranın havasından nefes, toprağından umut devşirdi, şimdi ise hem dilimiz hem inancımız hem de üzerinde yaşadığımız topraklar bir yok oluş tehlikesi ile karşı karşıyadır. Elimizden, ayaklarımızın dibinden kayıp gitmesi içten bile değil.
Birçoğumuz topraklarını terk etmek zorunda kaldı, kalanların önemli bir kısmı ise değerlerinin tehlike altında olduğunun farkında. Dersim'i ayakta tutan her zaman bir güvercin dikkati olmuştur, tehlikeyi sezen; ama başını kanatlarının altına alıp beklemeyen bir dikkattir bu. Şimdilerde bu anlamda bir rehavet sezmekteyim. Çok değil, daha 73 sene önce toprağın üzerinde, suların içinde çürüyen bedenlere tanıklık etti bu kent. Her şey ayan beyan ortadadır. Bizi sürekli olarak fazlalık olarak gören, gizli odalarda fermanlarımızı hazırlayanlar, tığ-ı teber Şah-ı Merdan inanç mekânlarımızı sulara gömmek isteyenler ve daha da önemlisi bizi düzenin yedek süvari gücü haline getirmeye çalışanlar, bugün de tüm çıplaklıklarıyla meydanlardadır. Zarife'nin zülüfünü yüzünden ayıran eller, bugün onları öpmemizi istiyor.
Mesela Onur Öymen, tarihin kara bir sayfasında kalmış bir insan değildir, yaşamakta ve mecliste milletvekili olarak bulunmaktadır. Devlete yeni 38'lerin tekrarı için çağrı yapmaktadır. Peki Onur Öymen'i protesto edip o partiden istifa eden tek bir milletvekili gördünüz mü? Demek ki katlimize ferman çıkaranlar oldukça cesurdur ve ellerine geçen ilk fırsatta bunu yeniden denemek için kendilerinde bir güç, bir iddia görmektedirler. Peki bunlar bu cüretlerini nereden almaktadırlar diye sorduğumda, maalesef cevabı bizim suskunluğumuzda ve onların karşısında tam olarak durma cesaretini göstermeyen içimizdeki bazı Dersimlilerde buluyorum.
Pir Sultan'ın köpeklerinin Hızır Paşa'nın verdiği lokmayı yemediğini anlatan bir kültürden geliyoruz. 72 neferiyle Kerbela'yı zalime terk etmeyen Hüseyin'in ahtından haberdarız. Seyid Rıza'nın diz çökmeyerek karşısındakini derde sokan o bilgeliğini bilince çıkarıyoruz. Bahçemizi, evimizi, inancımızı sular altında bırakmaya çalışanlara karşı onbinler olup sokaklara dökülüyoruz; ama Nazım'ın dediği gibi dostu düşmandan ayırmakta bir türlü ustalaşamıyoruz. Cellâtlarımız yüzlerindeki maskeyi çıkardıklarında, aramıza karıştıklarında bazen hiçbir şey olmamış gibi onları adeta bağrımıza basıyoruz, adeta Onur Öymenlerdiriyoruz! Bu bizim en büyük handikabımızdır.
Güzel bir meseldir: Adamın birisi kapısında iki köpek besliyormuş; biri siyah diğeri beyaz bir köpek. Çocuğun biri bu adama sormuş: Amca demiş, "bu köpeklerin renginin anlamı var mı? Adam: "Oğul, bunlardan beyaz olanı iyiliği, siyah olan da kötülüğü temsil ediyor demiş. Çocuk sormuş: "Peki, bunlar dövüşürse hangisi kazanır? Adam şöyle cevap vermiş: "Hangisini iyi beslersem o kazanır..." Şimdi teşbihte hata olmaz derler, bizim de artık tam olarak hangi rengi; yani kendi iyiliğimize olanı mı, yoksa sonumuzu yazmak için çıldırasıya fırsat kollayanları mı beslediğimiz olukça önemli.
Biz iyinin ve barışın; doğrunun ve kardeşliğin neferleriysek eğer, yapmamız gereken şey, yine ve yeniden tarihimize sarılmak, memleketimizin tüm güzelliklerini korumak ve bize dünyayı zindan etmeye çalışanlara karşı uyanıklığı elden bırakmadan Dersim kimliğini istismarın ve talanın bayrağı haline getirmeye çalışanlara karşı dimdik ayakta kalma becerisini göstermektir. Seyid Rıza bunu bekler, bunu bekler Laç Deresi'nin kimsesiz çocukları ve bunu bekler tarihimizin o onurlu duvarının evlatları. Bu mektup Dersimliye, yürek atışlarımızı yeniden birleştirme çağrısıdır bu mektup dostu düşmandan ayırmanın zorunluluğuna dikkate çağrıdır. Bu mektup sevda bayrağını özgürlüğün burçlarına dikmenin naçiz ve nahif bir davetidir. (FT/EÜ)