1 Mayıs günü İstanbul'da yaşanan kaos, eğer insan hakları merceğinden bakmak gerekirse, toplanma ve gösteri özgürlüğüne yönelik bir müdahale olarak tanımlanabilir. Bu Türkiye'de ilk kez karşılaştığımız türde bir müdahale değil elbette. Geçmişteki çok şedit örnekleri hatırlamamıza dahi gerek yok.
Daha yakında gerçekleşen bir vaka nedeniyle Türkiye'de idarenin, toplanma ve gösteri özgürlüğüne yönelik müdahale tarzı hukuken değerlendirilmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından, 5 Aralık 2006 tarihinde verilen bir kararla, Sözleşmenin toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin 11. maddesinin Türkiye tarafından ihlâl edildiği hükmüne varılmıştı (Oya Ataman v. Türkiye davası). Bu karar, 1 Mayıs olaylarına da ışık tutar.
Fakat önce bir saptamada bulunmak istiyorum: Bırakınız toplanma ve gösteri özgürlüğünü, bir savaş halinde bile, hastaneler ve muharip konumda bulunmayan siviller hiçbir şekilde hasmane bir davranışın hedefi olamaz, olursa sorumlular ağır bir şekilde cezalandırılır. Bu, Türkiye'nin de 1945 yılından beri açıkça tanıdığı ve kökleri 19. yüzyıla varan bir uluslararası ve ulusal hukuk kuralıdır.
Ama 1 Mayıs'ta, kuvvete başvurmayı uygun ve gerekli bulan idare, medyadaki bilgilere göre, İstanbul'da Şişli Etfal Hastanesinde bu yasağı da hafife alma "başarısını" gösterdi. Bu vakanın adli takibinin göz ardı edilmesi bile, Türkiye'nin bir demokrasi olma iddialarını silip süpürecek ağırlıkta sayılacaktır.
Şimdi, AİHM'in 2006 yılında Türkiye aleyhine hükmettiği o karara dönmek istiyorum.
Bu karara konu olay, 2000 yılında, İnsan Hakları Derneği (İHD) üyelerinin yaklaşık 50 kişilik bir grup halinde, Sultanahmet meydanında, F tipi cezaevlerini protesto gösterisi yapmak istemeleri ve bunun polis tarafından zorla ve özellikle biber gazı kullanarak önlenmesi ve göstericilerin gözaltına alınmalarıyla ilgiliydi.
Bu kararda, 1 Mayıs nedeniyle epey tartışılan "orantılı güç kullanma", bu bağlamda biber gazı kullanımı, gösterinin hukuka uygun veya hukukun öngördüıü koşulların yerine getirilmemesi durumunda idarenin nasıl bir tepki göstermesi gerektiği gibi konularda "demokratik bir toplum"un sahip olması gereken ölçüleri incelenmektedir.
Mahkeme, kamu düzenini sağlamaya yönelik müdahalelerde, bazı Avrupa Konseyi ülkelerinde biber gazından da yararlanıldığını ve bunun Kimyasal Silahların Yasaklanmasına ilişkin Sözleşme kapsamında yer verilen zehirli kimyasallar arasında yer almadığını belirtiyor. Ancak, buna rağmen, ayrıca kullanılma yoğunluğu ya da ölçüsüzlüğüyle bağlantılı olarak, bu gazın insan sağlığı bakımından göz ardı edilmemesi gereken sonuçlarının bilindiğinin de altını çiziyor.
Örneğin solunum sorunları, bulantı, kusma, solunum sistemi ve gözlerin tahriş olması, spazm, göğüs ağrısı, cilt iltihabı ya da alerjisi. Eğer biber gazı yüksek dozda kullanılmışsa, solunum ya da sindirim sisteminde doku kaybı, akciğer ödemi veya iç kanamaya (özellikle böbreküstü bezlerde kanama) neden olabileceği de kararda belirtiliyor.
AİHM, ikinci olarak, polisin göstericilere biber gazıyla zor kullanarak müdahalede bulunması üstünde duruyor. Bu konuda önemli bir saptama var: Şayet müdahale, hedef alınan kişilerin açıkça aşağılanması ve onurunu kıracak bir biçimde gerçekleştirilmişse, bu açıkça daha ağır bir durumdur. Zira bu, ortaya çıkan sonuçlar da göz önünde tutulmak kaydıyla, Sözleşme'nin 3. maddesinde belirtilen "aşağılayıcı muamele yasağı"nın ihlâli anlamına gelebilir.
Ama konuyu, toplanma ve gösteri özgürlüğü bakımından da değerlendirmek gerekir. Bir kere, güvenlik kuvvetlerinin, öncelikle bir "uyarı"da bulunması ve buna rağmen oradaki topluluğun dağılmaması halinde zor kullanmaya girişeceği gibi bir önyargı, AİHM tarafından açıkça reddediliyor.
Zira, bir demokrasinin varlık koşulları arasında bulunan bu özgürlüğün, sadece bu nedenle hemen ortadan kaldırılabileceği ve zora başvurulabileceği gibi bir anlayış meşru kabul edilemez. Hatta, bırakınız hukuken gerekli biçim koşulları yerine getirilmiş bir gösteriyi, bu hukuki koşullar yerine getirilmemiş bir toplanma ve gösterinin var olması halinde dahi, idare belli derecede bir müsamaha içinde hareket etmek zorundadır. İdarenin sorumluluğu, genel kamu hayatının sürmesiyle o toplanmanın gerçekleştirilmesi arasında adilâne bir denge kurabilecek basireti ortaya koymaktır.
AİHM, temas ettiğim o kararında, söz konusu gösterinin başlamasıyla bunun yarım saat içinde zor kullanılarak sona erdirilmesi ve göstericilerin gözaltına alınmasını, idari makamların nasıl da sabırsızca müdahaleye odaklanmış olduğunun bir kanıtı olarak tanımlamıştı.
1 Mayıs olaylarında, sabahın erken saatlerinde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) binasının basılıp gaz püskürtülmesi, benzeri şekilde Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) binası ve oradaki ya da civardaki toplananlara aynı şekilde müdahalede bulunulması, sadece bu özgürlüğün sınırlandırılmasını değil, bunun, Valiliğin beyanının tersine, "orantısız" bir biçimde yapıldığını da düşündürür.
Bu tablo, sadece uluslararası insan hakları standartlarının göz ardı edilmesini değil, geçen yıl değiştirilen Polis Vazife Salâhiyet Kanununun (PVSK) 16. maddesindeki bir hükmün de hiçe sayılması anlamına geliyor.
Zira buna göre, polis, ancak "zor kullanma yetkisi kapsamında, direnmenin mahiyetine ve derecesine göre ve direnenleri etkisiz hale getirecek şekilde kademeli olarak artan nispette" kuvvete başvurabilir. 1 Mayıs olayları, bu anlamda "kademeli olarak artan" bir müdahale örneği oluşturmuş mudur idare, hazır cevaplarını sıraladı ama bu soruyu henüz sormadı.(TT/EÜ)
* Turgut Tarhanlı, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku öğretim üyesi