Biz küçükken savaşçılık oyunu oynardık adada. Ama bizim bildiğimiz "savaşçılık oyunu" hep Kızılderililerle beyazlar arasında olurdu. Ve de bize göre hep kötüler beyazlardı. Ne yapar eder Kızılderililere kazandırtırdık tüm savaşları. Kimse beyaz olmak istemez, herkes Kızılderili, özellikle de büyük reis olmak isterdi. Ben tepeme bir tüy takıp prenses Pembe Şafak olur, "Savaşmayın, barış yapın" diyerek ortalıkta dolanır, oğlan çocukları sinir ederdim.
Artık öyle kurgulanmış oyunlar oynamıyor çocuklar. Onların sanal dünyada oynadıkları vahşi ötesi savaş oyunları var. Ağır ağır işliyor kanlarına vahşet. Başka bir şey gördükleri yok ki… Eğer sokak oyunlarının modası geçmiş olmasaydı onlar da belki "polis savaşı" oyunu oynarlardı.
Polislerin "savaşçılık oyunu"
Artık sokak oyunları da oynanmıyor. Zaten sokaklar güvenli değil. Mahalle arasında bile çocuğunu kapıdan dışarı bırakamazsın. Kazara, bir polis müdahalesinde kim vurduya gidebilir. Polisler resmen, na zapt-u rapt bir "savaşçılık oyunu" oynuyorlar şehir sokaklarında. Oyun lafın gelişi… gerçek savaş.
Nasıl bu derece vahşi ve acımasız olabiliyorlar? Onları böyle insafsız, böyle sevgisiz kılan nedir? Karşısına çıkan herkesi böyle düşman bellemek niye? Beyinleri mi yıkanıyor? Yürekleri mi boşaltılıyor? Nasıl böyle programlanmış birer robota dönüşebiliyorlar?
Bir tek kişi bile dehşet içinde kalmadan izleyemedi olanları… Kendileri hiç izlemiyorlar mı acaba sonradan? Mümkün değil… O kadar yayınlanıyor televizyonlarda… Beğeniyorlar mıdır acaba? "Vay be, ne güzel yatırmışım kadını yere" ya da "Oh, ne güzel tekmelemişim” ya da “Ho ho hoo, ne biçim fışkırtmışım suları" ya da "Heyoo, şunların haline bak, sürünüyorlar… bak bak herife bak ne biçim salya sümük olmuş… şu ağlayanlara bak… oh olsun…" gibi şeyler mi düşünüyorlar izlerken? Herhalde… Yoksa bir an pişmanlık duysalar bir daha yapamazlar. "Karafatmalar" gibi mi görüyorlar acaba insanları?
Sol gözüm biber gazından yanarken
Malum 1 Mayıs olaylarından iki gün sonra başladım bu yazıya. İsyanım küllenmesin diye son güne bırakmadım. Birkaç günde, ağır ağır, sindire sindire yazarım dedim. Sol gözüm hâlâ yanıyor biber gazından. Hem de evimde otururken maruz kaldım. Bir alt caddeden bana kadar geldi.
Oh… kendileri takıyorlar gaz maskelerini, savuruveriyorlar bombaları rast gele… Çoluk çocuk, ev, hastane falan bakmadan… Sanki "Alien"lar sarmış etrafı… O biber gazları savaşta bile kullanılmıyormuş biliyor musunuz? Bir devlet böyle bir şeyi zararsız sayıp da nasıl dağıtabilir emniyet güçlerine. Üstelik o emniyet güçleri bu denli saldırgan ve "Vur" dedin mi öldürmeye eğilimliyken.
Sonuç: 1 Mayıs kutlamaları olaysız geçti (!) Rezil olduk dünyaya.
Siyaset Meydanı'nda 68 kuşağı
Gide gele yazdığım bu sürecin içine bir de 68 Kuşağı konulu Siyaset Meydanı programı girdi. 68 Kuşağı… Acı bir nostalji... Doğrusu, saat 03:00’e kadar dayandım… Sonra sızmışım kanepede. Kimler vardı kimler… Bir zamanların inançlı, idealist "cesur yürek"leri… Orta yaşlı insanlar… Sık sık gözyaşlarına yenilerek anlattıkları, kendi anılarım ve her konuşmanın sonunda yineledikleri "Hiçbir şey değişmedi" cümlesi gözyaşlarına boğdu beni.
İki hafta önce ülkenin bir başka acı gerçeğinden yakınırken böyle bir başlık atmamış mıydım ben? Hiçbir şey değişmedi. Değişmiyor. Değişmeyecek. Değişen tek şey; devletin, emniyet gücü olarak, artık insan yerine silahlandırılmış robotlar kullanıyor olması. Korumak yerine saldırmak üzere programlanmış robotlar. Kalpleri ve beyinlerinin yerlerinde makineler var. Eh, o makineleri kullanmak da pek kolay değil demek…
Her şey bittikten sonra babam bana "Bizim cadde neden öyle pislik içindeydi?" diye sordu. Bu da başka bir rezalet. Sokaklar kağıt, naylon, folyo, pet şişe ve içecek kutusu doluydu. Provokatörler ve göstericiler mi atmıştı onları öyle rast gele? Hayır efendim. Bizim oraya kadar gelemedi onlar. Bizim orada karakol var. Polislerin toplanma yeriydi orası. Sabah erken tüm polislere kahvaltı dağıtıldı. Bir güzel yediler içtiler, sonra her şeyleri yerlere attılar. Doğrusu; yorum yok… Siz kimsenin ölmediğine şükredin.
Geçmiş 1 Mayıs’ınız kutlu olsun efendim... (BB/GG)
* Bu yazı Agos gazetesinin 9 Mayıs tarihli sayısında yayımlandı.
** Fotoğraf: Emine Özcan