1915 ve sonrasında meydana gelen Osmanlı tabası Ermenilerin kıyımıyla ilgili anma törenleri ve açıklamalarının bu yıl, bu olayların üzerinden 100 yıl geçmiş olduğu düşüncesiyle daha da kuvvetle vurgulanacak bir profile sahip olduğu ve olacağı görülüyor. Bu beklenti, Türkiye hükümeti ve devleti temsil eden konumdaki diğer kişilerin beyanlarına da yansıyor.
Bu bağlamda, bir süredir, bir terminoloji ve dil değişikliği çabası da, aynı mahfillerde kendini göstermekte. Örneğin, Başbakan’ın bu konuya ilişkin açıklamasına da yansıyan “adil hafıza” terimi ve böyle bir başlığa sahip olan, Büyükelçi Altay Cengizer’in kitabı (Adil Hafızanın Işığında). Sayın Cengizer, bu terimle vurgulamaya çalıştığı hususun o dönemde meydana gelen tüm mağduriyetlerin kavranmasına özen gösterilmesi olduğuna temas etmiş ve bu nedenle, esasen, “tarihle yüzleşmek” teriminden çok “tarihin içinden geçmek” teriminin kullanılmasındaki isabetliliği savunmuştu.
Veya bir süredir, aynı çevrelerde vurgulanmaya çalışılan ve 1915 olaylarının bir ‘tehcir’ sonucunda meydana geldiğiyle ilgili dilde, içeriğe de etkisi olabilecek bir terminoloji meselesi olarak, İngilizce “deportation” yerine “relocation” teriminin tercih edilmesi telkini de bu bağlamda anılmalıdır. Başbakan’ın son açıklamasının İngilizce çevirisinde bu terime yer verildiği görülüyor. Bu suretle, verilmek istenen mesajın, Osmanlı Ermenilerinin sınırdışı edilmeye çalışılmadığı, bilâkis Osmanlı mülkü içinde sadece bir yerden bir başka yere nakledilmelerinden ibaret olduğunu anlıyoruz. Eski İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın, kısa bir süre önce Kars’ta yaptığı bir açıklamada, bu durumu şöyle ifade ettiği basında yer aldı: “Biz tehcir yaptık yaptık, tehcir. Bu bir yerden bir yere bir topluluğu alıp götürmektir. Yine kendi topraklarımız içerisinde.”
Dil ve üslup meseleleri, özellikle insanın haklarıyla ilgili ya da bir mağduriyet halinin anılması, beyanı, tartışılması ve teşhisi bağlamında hayati bir önem taşır. Ancak bu, daha farklı bir açıdan gösterilmesi beklenen özenle bağlantılı bir durumdur. Söz konusu mağduriyetin ya da buna maruz kalmış kişilerin ve onların yakınlarının, hayatta olsun olmasın, kullanılan o dil karşısında bir elem ve keder duymalarına neden olmak istenmemesinden doğan bir duyarlılığın sonucudur. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Hukukun çizdiği çerçeve de böyle bir anlam haritası sunar. Özellikle ifade özgürlüğüyle ilgili tartışmalarda dikkate alınması gereken “başkalarının hakları” parametresini vurgulamak isterim.
Günümüzde, insanın haklarıyla ilgili dil, terminoloji ve üslûp konularındaki özen gösterme mantığının temeli de budur. Ve dolayısıyla, o maruz kalınan darbenin insanlara bir daha yaşatılacak olmasından duyulan kaygı belirleyici olur.
Fakat böyle bir dil meselesi, bundan çok farklı bir düşünceyle de kendini gösterebilir. Bu defa, bir insani kaygıdan çok, kullanılan dil sayesinde, bir şekilde, bir sorumluluk altında ya da daha ağır bir sorumluluk altında kalma endişesi gibi bir neden baskındır. Ve orada ‘insan’ kaybolur, realpolitiğin öncelikleri hâkim olmaya başlar. Dolayısıyla, bir kaybı, bir mağduriyeti, bir acıyı anmak, ondan duyulan teessürü açıklıkla dile getirmek düşüncesi kendini ‘dengeci’ bir bakışa tutsak eder.
İnsanın haklarının kaybı nedeniyle ortaya çıkan mağduriyet, kısaca insanın varoluşu ya da yokoluşu ile ilgili konularda görüş serdederken “dengeci” bir yaklaşımı dillendirmek çok tartışmalı bir tavırdır. Ve bu sayede, o ‘varolma’ halinin, kabul edilebilir olduğu iddia edilen birtakım karşı nedenlerinin de olabileceği mesajının ima edilmesi veya o ‘yokolma’ halinin kabul edilebilir olduğu savunulan bazı haklı nedenlere dayandığı gibi bir algı ve düşüncenin doğması güçlendirilmiş olur. İstenilen bu olsa da, olmasa da, insanlar arasındaki iletişimde doğabilecek sonuç budur.
Öte yandan, bu konularda “dengeci” bir bakışta ısrar eden bir politika muhafazakâr bir görüşün ifadesidir. Bu politikanın sahipleri, insanın haklarının tanınması ve korunması bağlamında, her zaman buna karşı fakat kabul edilebilir bir gerekçenin bulunabileceğini varsayar, açık ya da örtülü. Üstelik bu bakışında, o haklarla ilgili herhangi bir tasnif de değer taşımaz. Örneğin ‘mutlak surette korunması gereken haklar’ paradigması gibi. Toptancı bir yaklaşımdır bu. Ve bu nedenle, en ağır hak ihlâlleri ve bunun sonucu olan mağduriyet hallerinin bile, adeta bu durumu garipsemekten bizi alıkoyması beklenen, ‘haklı’ nedenlerinin olabileceği görüşünü savunur, açık ya da örtülü.
Geçmişle, geçmişin mağduriyetleriyle, ihlâlleriyle, acılarıyla, kayıplarıyla, bunlara maruz kalmış, bırakılmış insanlarıyla ve kendimizle yüzleşmek, aslında bugünün ve elbette geleceğin bir meselesidir. Şimdi hayatta olmayan tarihçi Stefanos Yerasimos’un, 2000’li yılların başlarında, Toplumsal Tarih dergisinde yazdığı bir makalede, tarihi hukukun kıskacından kurtarmaktan söz ederken, böyle bir yaklaşımı savunduğunu düşünüyorum.
Zira o mağduriyet halinin acaba hangi hukuki kalıbın içine gireceği ya da hangisinin dışında kalacağı sorusu, çocukların zihinsel gelişimini ölçmede kullanılmış olan, örneğin bir Binet-Simon testi değildir. Bu nedenle, mağduriyeti ölçmeye yarayan testler ve tekniklerden çok o mağduriyetin, kimsenin reddetmediği ya da reddedemediği gerçekliği üzerinde odaklanmak ve bunun anlamını kavramak, adeta kibirli bir telkinmiş gibi görünmemeli, bilâkis insani bir yaklaşımın ilk eşiği olarak tasavvur edilmelidir.
Dolayısıyla, asıl ‘âdil hafıza’ veya “geçmişle dürüstçe yüzleşme” yaklaşımının, geçmişteki mağduriyetin adının konulması veya ona bir ad konulmasının bağlı olduğu şartlar ileri sürülmesiyle değil, sadece o mağduriyetin kavranmasıyla ilgili olduğu düşüncesindeyim.
Bu yaklaşım, verilmek istenen bir mesajın, dolayısıyla bir iletişim meselesinin teslimi anlamına gelir: “Başkalarının acısına bakmak”.
Ama nasıl?
Bu ‘bakma’ eylemindeki yaklaşım biçimi, aslında bakanın kendisini de tanımlar. Ve insanlık tarihi bu ‘bakan’ ve ‘bakılan’ olma konumlarının hangi hukuki ve siyasi sistemler içinde, nasıl kurulduğuna dair örneklerle doludur, yerel ve uluslararası ölçekte. Aynen, Türkiye’nin yakın ve uzak tarihinin de bu konuda sunduğu zengin birikimde görüldüğü gibi.
Ama bu her zaman o kadar kaba bir biçimde de görülmeyebilir. Daha karmaşık bir davranış biçiminde kendini gösterir. Susan Sontag, ölümünden önceki son kitabında (Başkalarının Acısına Bakmak), modernitenin yurttaşlarının, şiddetin tüketicileri olarak, risk almasa da alıyormuşçasına, adeta onun çok yakınında duruyormuş mesajını verme konusunda pek mahir olduğuna işaret eder.
1915 yılında başlayan ve Osmanlı Ermenilerinin büyük kaybıyla sonuçlanan olayları, bugün, öncelikle Türkiye’nin Ermeni yurttaşlarına karşı, o tarihin ağır mirası ışığında anarken, bunun sadece bir ‘taziye’ fakat dolaylı olarak, kesinlikle bir ‘özür’ olmadığı vurgusuyla, “tarihi sorumluluğumuzun ve insani görevimizin bir gereği olarak, acılar arasında ayrım gözetmeden yüzyıl önce yaşanan olaylarda hayatını kaybedenleri saygıyla hatırl(lamak)” beyanı, bunun neden sadece bir ‘taziye’ fakat bir ‘özür’ anlamına gelmediği sorusuna muhtaç bir açıklama değil midir?
İnsanlara özgü iki farklı davranış biçimi arasındaki bu keskin farkı hafifseyerek, ağır, tarihi bir mağduriyetin tesliminde dengeci bir bakışa hapsolma ve üstelik o hali yüceltme tavrı, “geçmişle dürüstçe yüzleşme” bir yana, bugün, kendi toplumuyla dürüstçe iletişim içinde olmak gibi bir sorumluluğun ağırlığı altında da ezilmiyor mu? (TT/HK)