Bu haberi, diğer gazetelerden daha geniş sunan Zaman gazetesinden aktarıyorum:
"Bağımsız olarak Parlamento'ya milletvekili gelse sana ne yapacak, ne getirecek, yapabileceği bir şey var mı? Lütfen bizler millet olarak oyumuzu israf etmeyelim. Oy bu noktada yerini bulmalı. İsraf edilmemeli. Sadece ideolojik gayelerle oy kullanılmaz. Oy, hizmet için kullanılır. Oy, şehirlerimizin ayağa kalkması, insanların hayat standartlarının yükselmesi için kullanılır. Buna dikkat edelim. Nasıl ki paranızı durup dururken sokağa atmıyorsunuz, oylarınızı da durup dururken sokağa atmayın."
Bağımsız adaylığa bu seçimlerdeki ilginin temel nedeni ortadadır: Mevcut seçim mevzuatına göre, siyasi partiler olarak Meclis'te temsil edilebilmek için o seçimlerdeki geçerli oyların yüzde 10'unun altında bir oy alınmaması gerekiyor.
Bunun, gitgide, bir demokrasinin 'temsili' olma vasfına gölge düşürecek bir kural olduğu aşikâr. Üstelik, geçen seçimlerdeki oy oranı ve bunun Meclis'teki yansıması nedeniyle, bu durumu siyasi ataklarına bir gerekçe yapan muhalefet partilerinin başlıca muhatabının Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) olması da büyük bir ironi.
Şimdi, bu sınırlayıcı gerçeği aşma çabasıyla bağımsız adaylığın yaygın bir siyasi tercih halini alması, "Sadece ideolojik gayelerle oy kullanılmaz" gerekçesiyle küçümsenebilir mi? Bugün, seçme ve seçilme hakkının kullanılmasında hiçbir ayrım yapılmaması esas kabul edilir. Siyasi tercihler bakımından da, bir ayrım gözetilmemesi ya da bu tercihlerin küçümsenmemesi gerekir. Üstelik bu, sadece bir Avrupa standardı da değildir. Uluslararası bir Birleşmiş Milletler (BM) kuralıdır ve Türkiye'yi de bağlar.
Anayasalarda, herkesin seçme ve seçilme hakkına sahip olduğundan söz edilmesi önemlidir ve gereklidir. Ama bu, bir ülkedeki seçimlerin, gerçekten bir demokrasiye uygun seyrettiğinin savunulması bakımından, ayrıca bir yeterlilik koşulu ışığında da değerlendirilmeye muhtaçtır.
Bununla kastettiğim şu: Seçilme hakkı konusunda, seçilmeye engel oluşturacak sayısal sınırlamaların "makul" olması gerekir. Diğer bir deyişle, tamamen usule ilişkin olduğu ileri sürülen ve böyle savunulan bir kuralın, usule ilişkin olmak dışında bir nedene bağlı olmaması veya böyle bir sonuç doğurmaması gerekir. Oysa, Türkiye'deki ülke barajı uygulamasının sadece böyle bir niteliğe sahip olduğunu savunmamız mümkün mü?
Sorunlar, sadece bununla da sınırlı değil maalesef. Haklardan yararlanmak, sadece onların kâğıt üzerindeki varlığına bağlı bir durum değil. İnsanların haklarını kullanabilmeleri için uygun, elverişli bir düzenin kurulması, kolaylaştırılması ve sürdürülmesinin denetimi, gözetimi de şarttır. Seçim hukukuna ilişkin uluslararası hak standartlarına göre, yaşlılar, fiziksel engelliler, okuma-yazma bilmeyenlerin de seçimlere katılmaları için bu anlayışla kurulmuş bir seçim sistemine ihtiyaç var.
Aksi halde, bu hakkın kullanımıyla ilgili ciddi sorunların var olduğu sonucuna varmamız işten bile değil. Örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, okuma-yazma bilmeyenlerin hem siyasi tercihlerini isabetle yerine getirebilmeleri hem de seçim eylemini gerçekleştirebilmeleri için bazı görsel bilgiler, semboller gibi araçlardan yararlandırılmasını öngörür. Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) bunun aksi bir tutum içinde olduğuna dair yakın tarihli bir kararı olduğunu hatırlıyorum.
Seçimler, sadece oy pusulaları üzerine mühür basıp zarflayarak ve parmağınıza mürekkep akıtarak, sandık mahallini terk ettiğiniz bir oyundan ibaret görülemez.
Bu sayede, ifade özgürlüğünü kullanmanın yanı sıra, kamu yönetimine katılma hakkı gibi temel bir işleve de sahiptir. Ama Türkiye'deki sayısal sınırlamalar tablosu ve Başbakan'ın, o konuşmasında vurguladığı gibi, seçim sistemini tamamen "araçsal" bir anlama sahip kabul eden, faydacı yaklaşımı ne Türkiye'ye ne de kendisinin de mustarip olduğu siyasi dertler bakımından bir çare oluyor.(TT/EÜ)
* Vurgular bianet'e ait.