Avrupa'da, ilk uluslararası düzen oluşumuna örnek gösterilen Vestfalya antlaşması düzeninin kurulmasından itibaren, modern anlamda, devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmalarının, hukuken karşı durulması, kınanması, hatta mümkünse belli yaptırımlarla karşılanması gereken bir davranış biçimi olduğu kabul edilir.
Bugün, Birleşmiş Milletler'in (BM) kurucu antlaşmasının metninde de (m. 2/7) bu ilkeye dikkat çekilir ve bunun, BM düzeninin temel ilkelerinden biri olduğu vurgulanır. Bu temel ilke, daha sonra başka önemli bir metinde de yer alır: BM Genel Kurulu tarafından 1970 yılında kabul edilen, 'Devletler Arasında BM Şartı'na Uygun Biçimde Dostane İlişkiler Kurma ve İşbirliğine Dair Uluslararası Hukuk İlkeleri Hakkında Bildirge' metninde, şu hukuki esasa yer verilir:
"Hiçbir Devlet veya Devletler grubu, doğrudan veya dolaylı olarak, herhangi bir sebeple, diğer herhangi bir Devletin içişlerine veya dışişlerine müdahale etme hakkına sahip değildir. Bundan dolayı silahlı müdahale ve diğer bütün müdahale çeşitleri veya Devletin şahsiyetine karşı veya siyasi, ekonomik ve kültürel unsurlarına karşı tehdit girişimleri uluslararası hukuku ihlal eder." Bu ilkeye ilişkin metnin kapsamı bundan biraz daha geniştir. Ama ben asıl ilgili olabilecek kısmını aktardım.
Herhalde hem Türkiye hem de Irak toplumları, yüzyılları bulan tarihi ilişkileri dikkate alınarak, bugün, aralarındaki pürüzleri giderme konusunda hemen kuvvete başvurmaya yatkın bir dille mesajlar vermekten kaçınma sorumluluğu altındadır. Kaldı ki, aktardığım o ilke devletlerin, birbirlerinin siyasi rejimlerine karşı birtakım eylemleri veya silahlı faaliyetleri desteklemekten kaçınmaları yükümlülüğüne de dikkat çeker. Bu durumda, bu anlayışın iki toplum arasındaki iletişim araçlarının tümüne hakim olması gerektiği de tartışma kaldırmaz.
Ancak bu ilkenin varlığı, bir konuda uluslararası bir ilginin tamamen ortadan kalktığı anlamına da gelmez. Örneğin bir devlet ülkesinde yaşayan insanların hakları. Kısaca, insan haklarıyla ilgili konular genel olarak ve tabii bu alanda meydana gelen veya gelebilecek gelişmelere bağlı sorunlar, şikayetler konusunda başka devletlerin veya bunlardan bağımsız birtakım örgütlerin görüşler açıklaması, raporlar yayımlayıp eleştirel bir tutum ortaya koyması hukuken mümkündür. Ve bu, içişlere müdahale yasağının ihlali anlamına da gelmez.
Bu çerçevede bakmak gerekirse, Türkiye'nin Kerkük konusuna yönelik ilgisi, örneğin bir "etnik temizlik" uygulamasının olmaması anlayışıyla dillendirilmesi mümkün olabilecek bir yaklaşım sınırları içinde kalabilir. Ancak, insan haklarının korunmasına yönelik bir dış politika tutumu olarak savunulabilecek bu yaklaşımın etkili olabilmesi için etnik bakımdan seçici olmaması da önemlidir. Aynı yaklaşım, aynı çerçeve içinde, Türkiye'ye yönelik olarak da ortaya konulabilecektir. Bu, bugün, insanların haklarının korunmasıyla ilgili sorunların, artık milli sınırlar bahane edilerek görmezden gelinmesinin savunulması veya bu nedenle bu sorunların sadece birer milli yetki konusu olduğu gibi tezlerin anlamsızlığını ifade eder.
Peki bu anlayışa bağlı bir dış politika tutumunu ortaya koymanın araçları nasıl olmalıdır? Bunun cevabından önce, o politika araçlarının nasıl olmaması gerektiğini vurgulamak, sanırım daha önemli. Bu araçlar, kesinlikle güvenlik politikalarına bağlı araçlar değildir. Bu, istisnai olarak, ancak böyle bir karakterin doğmasına yol açacak koşulların varlığı halinde mümkün olabilir. Örneğin 1991 bahar aylarında, Irak'ın kuzeyindeki kaygı verici durum ve buna yönelik, Türkiye dahil, uluslararası toplumun tepkisi. Kısaca, sorunların isabetle ve hukuken tanımlanmasına bağlı olarak geliştirilebilecek politikanın araçları da, ancak bu sınırlar içinde düşünülmek zorundadır. (TT/TK)
* Turgut Tarhanlı'nın yazısı, 10 Nisan 2007'de Radikal gazetesinde yayınlandı.