Anayasa'da (m. 10), "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir" hükmüne yer verildiğine göre, bu sorunu pek fazla büyütmeye gerek olmadığını düşünebiliriz. Sonuçta, ilgili kamu makamları, bu gibi marjinal grupların kamu düzeninin bozulmasına yol açacak nitelikte eylemlere yönelmesi halinde, önleyici tedbirlere başvurma yetkisine sahiptir. Evet, bu doğru, zira Türk Ceza Kanunu'nun 216. maddesinde düzenlenen "Halkı kin veya düşmanlığa tahrik veya aşağılama" başlıklı hüküm, tam da bu gibi eylemleri önlemek ve cezalandırmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Ancak, bu hükmün uygulanmasına dair mahkeme kararlarına bakıldığında, aslında hiç de böyle bir amacı sağlamak üzere değil, bilakis ağırlıklı olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün ya da toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırılması amacıyla kullanıldığını görüyoruz. Nitekim bu husus, Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyette bulunan, Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu'nun(ECRI), 15 Şubat 2005 tarihinde açıkladığı Türkiye'ye ilişkin üçüncü raporunda da açıklıkla yer alıyor (Paragraf 13-22).
Bu, Türkiye kamu makamlarının, başta idare ve yargı olmak üzere, kendisine sorması ve cevabını çok önemseyerek bulmaya çalışması gereken bir soru (ya da sorun). Zira bu sorun, ülkemizde ırkçı ve ayrımcı eylemlerle mücadele edilip edilmediği konusunun bir barometresidir.
Bazı yorumcular, Türkiye ırkçılığının Avrupa'dakinden farklı olduğunu ya da Türkiye'de Avrupa'dakine benzer bir ırkçılık bulunmadığını ileri sürüyorlar. Ve bunu şöyle savunuyorlar: Avrupa'daki ırkçılık temelsiz bir ırk üstünlüğüne dayanır. Oysa Türkiye'deki benzeri vakalarda, bazı tarihi anlaşmazlıkların, sorunların etkisi altında böyle bir söylem ön plana çıkıyor. Bu yorumlara bakıp, bizim ırkçılığımızın evcilleşmiş bir tür olduğunu düşünmemiz ve bununla iftihar etmemiz mi gerekiyor? Hukukta, o yorumcuların kendinden menkul bu görüşlerini destekleyecek bir tanıma yer verilmiş değildir.
"Irkçılık" şöyle tanımlanır: Irk, renk, dil, din, milliyet veya milli ya da etnik kökeni esas alarak, bir kişi veya bir grup kişinin aşağılanması ya da tam tersi, bir kişi veya bir grup kişinin üstünlüğü düşüncesine inanmak. Irkçılık, uygulamada doğrudan doğruya görülebildiği gibi, dolaylı bir biçimde, yani bu tür uygulamaların hafife alınması veya görmezden gelinmesi ya da bazen hukuki veya siyasi mazeretler bulunarak meşru gösterilmeye çalışılmasıyla da gerçekleşir.
Bu nitelikte görüşleri ortaya koyan kişiler, gruplar, örgütler, bu eylemlerini, yasal olarak tanınmış ve kabul edilmiş bir zeminde ortaya koymuş olabilirler. Bu, hiç önemli değildir. Zira böyle bir söylem, demokratik bir toplumda, özgürlüklerin meşru amaçlarla sınırlandırılmasını gerektirecek bir nitelikte kabul edilir. İdare ve yargının bu çerçevedeki temel sorumluluğu, hukuken ölçülü bir müdahaleyle, bu içeriğe sahip beyanların sahiplerinden hukuk önünde sorumlu tutulmalarını sağlamaktır.
Bu gibi ırkçı eylemlerin, elektronik ortamda gerçekleştirilmesi de yeterli bir denetimi uygulamak konusunda aciz kalındığı anlamına gelmez. Belki bazılarına ilginç gelebilir, ama çocuk pornografisi ve ırkçı, ayrımcı medyayla mücadele etmek arasında, kategorik olarak hiçbir fark bulunmuyor. Terör ve şiddet odaklı eylemleri savunan çevrelerle, ırkçı ve ayrımcı tehditler ve aşağılama, insanlığa karşı ağır suçların hafife alınması ya da savunulması veya bu tür eylemlere destek verilmesi ve yataklık edilmesi gibi eylemleri savunanlar arasında da, kategorik olarak bir fark yok. Kısaca, demokraside, suçlar arasında bir hiyerarşi yoktur. (TT/TK)