Necati Deliorman’a
Kalkmak istedi. "Bir kadeh daha?" dedim. Bir an durdu, bana değil de çok uzaklardaki birine sesleniyormuş gibi -ama telefonda konuşmasını bilenler gibi- alçak sesle, "Peki, Allah kahretsin!" dedi.
Sonra bana baktı: "Dün ne yaptım biliyor musun?" Masaya oturduk oturalı hep bu soruyu bekliyordum. Kestirebiliyordum ne yaptığını ama, "Ne yaptın?" diye sormam gerektiğini anladım ve sordum.
Bana değil pencereden görünen Kandilli'ye bakıyor ve sanki kendi kendi kendine konuşuyordu: "Dün, ölüm günüydü onun. Mor menekşeler bulamadığım için beyaz karanfiller götürdüm. Mezarına son karanfili atmadan önce, çıkardım çakımı, koluma sapladım, kanım yavaş yavaş karanfile damladı... Kırmızı-beyaz bir karanfil..."
Durdu. Güçlükle soluyordu. "Gene astım krizi mi?" diye kaygılandım bir an.
Konuşmasını sürdürdü: "Sonra Kaptan'a gittik. Dört yıldır ilk kez. Ölümlerden sonra, Hüseyin Bey hep o unutulmaz kibarlığı içindeydi. Hayalet'ten söz ettik. Sonra, o gün beni yalnız bırakmak istemeyen eski sevgilime anlattım: Doğu'ya gittiğim zaman, 1975'te, Hayalet'e de Diyarbakır'dan bir kart atmış, 'Miras işlerin yolunda, yakında eline büyük para geçecek' diye yazmıştım. Adres olarak da Kaptan'ı vermiştim. Kaptan okur da Hayalet'e daha fazla kredi açar diye. Oysa gerek yoktu buna, cenazesini kaldırmak için ilk gelenlerin arasında Kaptan vardı..."
Sustu. Elindeki sigaranın külü çok uzamıştı; düştü sonunda.
Dalyan'ı düşünüyordum. Bir daire satın almıştım. Onlar da bize çok yakın bir apartmanın bir dairesini yazlık olarak tutmuşlardı. 1964 yılı olmalıydı. Demek o dokuz yaşlarında. Sabahları daha yüzünü yıkamadan bize gelirdi; elleriyle gözlerini ovuştura ovuştura, kıçında eski bir şort.
Sonraları ne güzel bir genç kız olmuştu. Ve şimdi üzerinde beyaz karanfiller...
Dalmıştım. Onun konuşmasıyla şimdiki zamana döndüm. "Acı öldürmüyor insanı, Camus ne demiş biliyor musun: 'Vivre, c'est accepter'." "Ne demek o?" dedim. "Boş ver, gidiyorum ben!" dedi. "Nereye?" dedim. "Nereye olacak, hep oraya Güney'e," dedi.
Bir ay kadar sonra bir gün telefon çaldı. Oydu. "Yıllardan beri ilk kez iki gecedir şarap içiyorum, çok iyi uyutuyor," dedi. "Ama bugün hava çok güzel, canım Boğaz'da bir öğle rakısı içmek istiyor." Ne diyebilirdim... "12'de Rumelihisarı'nda buluşalım," dedi.
Buluştuk. Ve anlattı:
"İzmir'de bir gün kaldım. Güner'in arabasıyla Urla'ya gittik. Garip bir rengi vardı denizin: anasonu az rakıya su katılmış gibi."
Güldüm. O da güldü: "Hoşuna gittiyse bir şiirinde kullanabilirsin."
Ve yeniden anlatmaya başladı: "İskeleye girerken Mehmet solda eski bir evi gösterdi: 'Seferis'in evi' dedi. İskelede vagon gibi bir meyhane vardı. Tam denizin kıyısında. Ama çok gürültülüydü; sevemedik. Güner'in bildiği bir meyhaneye girdik. Duvarlara büyük yağlıboya resimler yapılmıştı. Hepsi birbirinden berbattı. Ahşabın ağır bastığı bir oda vardı, oraya oturduk. Rakıyı hemen getirmelerini söyledik. Oturduğumuz masadan iskele meydanı görülüyordu. Bir-iki yıl önce de bu meydan bakan bir evde içmiştim. Necati getirmişti beni. 'Aktör' Mustafa oturuyordu o evde. Refik Durbaş da vardı. Muharrem Ertaş bağlama çalmış, türküler söylemişti. İçkiler mezeler yerdeki bir kilimin üzerindeydi. Çok içmiştik. Ölüm acıları tazeydi, Muharrem Ertaş'ın türküleri kahretmişti beni."
Durdu bir an, o türküleri dinliyor gibiydi. Sonra sürdürdü:
"Meyhanenin kapısından görünen iskele meydanında yağmurdan kalma su birikintileri vardı. Başında kalpak gibi bir yün başlık, yalpalaya yalpalaya bir balıkçı geçti; bir ara, düşmemek için, meydana çekilmiş bir tekneye tutundu. Gökyüzü kül rengiydi. Güner eve götürmek için aldığı sucuğun bir kısmını garsona verdi, kızartmasını söyledi. Birkaç martı, kapının aydınlığında, bir görünüp bir kayboldu. Necati balık sordu, 'yok' dediler, 'kış... müşteri olmuyor da' Mehmet 'Günerlere gidelim' dedi. Sucuklara rakımızı içtik, kalktık. Güner'in yazlığı birkaç yüz metre ötedeydi. Ocakta odunlar yaktık. Köz haline gelen odunların üzerinde sucuk kızarttık. Her zaman olduğu gibi salatayı Mehmet yaptı. İçebildiğimiz kadar içtik."
Sustu. Bir şeyleri anlatıp anlatmamak konusunda kararsız olduğunu sezinledim.
"Sonra?" dedim. "Aynı evde mart ayının sonlarında da içmiştik. Ne kadar mutluyduk! Ben de, Güner de, Necati de, Mehmet de... Oysa o gün ocaktaki közlere bakarken, hepimiz dalıp dalıp gidiyorduk."
Rakısını yudumladı. Bir ara Erol geldi yanımıza, "Bir şey istiyor musunuz?" dedi.
"Yok" dedim sonra ona sordum: "Sen bir şey istiyor musun?" "Erol, bir elma soyar mısın?" dedi. Yeniden büyükçe bir yudum aldı rakısından. Bekliyordum. Bıraktığı yerden sürdürdü konuşmasını: "Acılar paylaşılmıyor. Biz, birbirini çok seven dört dost, orada, 1980 yılının Aralık ayının 27'sinde, her birimiz kendi acımızı yaşıyorduk. Birimiz özgürlüğüyle ilintili kaygılar içindeydi, her an kapısının çalmasını bekliyordu; birimiz açık kalp ameliyatı olacak oğlunun ölüm kalım sorunlarına dalmıştı; birimiz daha on beş gün önce [işkenceden? (Bülent Kale'nin notu)] geçmişti; birimiz hiç beklemediği bir düş kırıklığı yaşıyordu. Dönüşte Güner'in arabasında kimse tek sözcük konuşmadı."
Rakı gene bitmişti. Çok içiyordu. Özellikle o olaydan sonra; dört yıldır. Bir "küçük" daha söyledik. Bir beyaz peynir, bir de havuç salatası hava çok güzeldi. Karşı kıyılar elini uzatsan tutacakmışsın gibi yaklaşmıştı.
"Bodrum'a ne zaman gittin?" dedim.
"Ertesi gün," dedi. " o gün hava yağışlıydı Bodrum'da. Sonradan anlattılar, günlerdir yağmur yağıyormuş. Akşamüstü Laz Mehmet'in meyhanesine gittim. Az sonra Dürnev de geldi. Daha sonra Nusret ve Onay. Sen pek bilmezsin, ilk gün Bodrum çarpar insanı, çok içilir." Güldüm. O da güldü, "Sanki başka yerlerde az içiyoruz," dedi ve devam etti: "Meyhaneden çıkarken Mehmet'e biraz para bıraktım, 'hesap tamamlanınca haber verirsin' dedim. Sonra hep birlikte Baraz'a gittik. Onay piyano çaldı. Big Ben'de Orfeo Negro'yu benim için altı kez çaldıktan sonra 'Bu akşam Orfeo Negro'yu niçin çalmadın?' diye gidip kendisine sitem edişimi anlattı, güldük. Gene içtik. Saat 12'ye geliyordu, birazdan sokağa çıkma yasağı başlayacaktı. Nusret, 'Sizi evlerinize bırakayım,' diye ısrar etti. Tek ayık oydu aramızda. Biz içmeyi sürdürdük. Vakit gece yarısını geçti. Evi yakın olanlar gitti. Otelde bir oda hazırladılar bana, orada yattım. Çok sarhoştum, kapıyı kilitlemeye üşendim. Sızmışım. Sabahleyin uyandığımda pantolonumu giyerken fark ettim. Cebimde para yoktu. 'Keşke Mehmet'e 4000 yerine 10000 bıraksaydım, hiç olmazsa bir hafta içki derdi olmazdı,' diye düşündüm. İlk, bunu düşündüm. Öcal2dan borç almayı düşünerek giyindim. Ayakkabımı giyerken içinde bir şeylerin olduğunu ayrımsadım. Ve birdenbire kendi kendime gülmeye başladım: Geceleyin yatarken, bir zamanlar okuduğum bir polis romanının etkisiyle, paralarımı ayakkabımın içine koymuştum. Aşağıya indim. Dürnev gelmişti. Barmen Meriç'i uyandırdık. Dışarıda harikulade bir gün başlıyordu. Gazeteci Emel'e haber yolladık. Meriç, terasta bir masa hazırladı bize. Güneş yakıyordu. Kabanlarımızı çıkardık. Meriç, 'Güneş şirketten abi' dedi. İçtik."
Biraz içti. "Sonra hep içtik," dedi. "Sabahtan başlıyorduk, sokağa çıkma yasağına kadar içiyorduk. Sonra eve gidip yatıyordum. Geceler soğuk oluyordu. Yatarken ayakkabımla kabanımdan başka bir şey çıkarmıyordum üstümden. Sabahları, tekrar, erkenden Veli'de buluşuyorduk. Bir sabah Veli bile kapalıydı; Dürnev'le evine gittik, uyandırmaya çalıştık, sesimizi duyuramadık. Sigara bulunmuyordu, Tekel'de kuyruğa girdik, ikişer paket sigara aldık."
Erol yanımıza geldi, "Bu benim kız, abi, tanıyor muydun?" dedi, sevimli, güleç yüzlü, on-on iki yaşlarında bir kız. "Yok," dedim "Allah bağışlasın." Eli hemen kadehine uzandı, boşalmıştı. "Bir duble daha verir misin?" dedi. Ben gözlerimle, Erol'a bir şeyler anlatmak istiyordum, anlamıyordu.
"Yılbaşı nasıl geçti?" dedim.
"Mehmet'in meyhanesinde," dedi. "Geç haber vermişiz. Mehmet ancak sobayı kaldırarak bize yer ayarlayabilmiş. Meyhane tıklım tıklımdı. Babür gitar çalıyordu. Gecenin bir saatinde Ender de bağlamayla katıldı Babür'e. Bir ara, köşedeki masada oturan genç bir kadın ağlamaya başladı. Bizim masada oturanlardan biri, 'Bunun yakınlarından biri mutlaka son olaylarda ölmüştür,' dedi. Masamızda oturan ve hep güler yüzlü olarak bilinen biri durmadan içiyor ve somurtuyordu. Bir ara kalktı. 'Nereye?' dedik. 'İstanbul'a telefon edeceğim,' dedi. Bir saat kadar sonra döndü. Masanın boşaldığı bir sırada, 'Aradığını bulabildin mi telefonda?' dedim. Başı önünde, kadehine söyler gibi, bir şeyler mırıldandı, ama anlayamadım. Sonra bana döndü, güldü, sorumu yanıtlar gibi, 'Mutsuzum, öyleyse varım,' dedi. 'Tek gerçek şeyin, mutsuzluğun ve acının şerefine içelim.' İçtik. Birden hiç tanımadığım biri trompetle benim gençlik yıllarımdan kalma bir şarkıyı çalmaya başladı: Les feuilles mortes. Dürnev dönmüştü. "Hani İnsanlar Yaşadıkça'da Montgomery Clift'in trompetle çaldığı bir parça vardı, ölen arkadaşının ardından, bu adamdan o parçayı istesek çalar mı?' dedim. 'Tanımıyoruz ki,' dedi Dürnev. 'Evet tanımıyoruz,' dedim. Dürnev'e baktım: Kaya gibi sağlam görünüyordu. Bir akşam önce bir dostumuzun evine uğramış, bulamamıştık. Karanlık ve bomboş Bodrum sokaklarında Dürnev'e 'Selim bilmez bu Bodrum gecelerini,' demiştim. Gülmüştük. Ve ben üç gün sonra İstanbul'a dönecektim; o, bütün kışı bu karanlık ve bomboş Bodrum'da geçirecekti. Birden meyhanenin ışıkları söndü. O zaman farkına vardık: Yeni yıla giriyorduk."
Durdu. Önündeki rakıyı sonuna kadar içti. Gülümsedi. "İnanılmayacak bir şey oldu," dedi. "Birdenbire o beklediğim trompet sesini duydum. Tanımadığımız trompetçi, o unutulmaz filmde, Clift'in ölen arkadaşının ardından çaldığı parçayı biten yılın ardından çalıyordu. Tıkanır gibi oldum, rahat rahat ağlamak için sokağa fırladım. Sokaklar bomboştu. Bodrum gökleri yıldızlar içinde, ben acılar içinde."
Sonra sustu. Önündeki boş rakı kadehini birkaç santim ileriye itti. Artık konuşmak istemediğini anladım. Hesabı istedik.
* Anılar Kitabı, Fethi Naci, Sel Yayıncılık, Ekim 2009, İstanbul, sf. 165-169.