Üniversite öğrencisiydim. Her sosyal bilimler öğrencisinin birgün yapmak zorunda olduğu şeyi yapacağım zaman gelmişti. Bitirme tezim için konu araştırmalıydım. Toplumsal hareketler ve kadınlar üzerine çalışacağım kesindi. Cumartesi Anneleri üzerinde çalışmak istedim. Cumartesi Anneleri'nin eylemleri, ilk zamanlar benim için her şeyden önce bir tez konusuydu. Birileriyle görüşmeler yapacaktım ve sonuçta bir iddia ortaya atacaktım. Eylemler de saha çalışmamın bir parçası olacaktı.
2011 yılının Ağustos ayında katıldım ilk defa eylemlerine. Uzaktan ve kenardan izledim bir süre. Daha sonra elime bir kayıp resmi ve bir karanfil alıp aralarına oturdum. Derken hikayeler dinlemeye başladım orada. Galatasaray Meydanı, her cumartesi, farklı hikayelerin birleşme noktası oldu. Ancak onları orada birleştiren bir ortak nokta vardı. Devlet terörü karşısında insanca yaşam hakkı...
Yakınları kaybedilmişti çoğunun, kimileri yıllarını hapislerde geçirmişti, kimileri işkence görmüş kalıcı hasarlarla yaşamlarına devam etmekteydi, kimisi sadece bu durumdan rahatsız olduğu için oradaydı, kimisi geçerken uğramış sonra da bir daha ayrılamamıştı. Ama önemli olan tek bir nokta vardı, devlet insanlara acılar yaşatmaktaydı. Ve buna direnmek gerekiyordu.
24 Kasım'da Cumartesi Anneleri 400. buluşmalarını gerçekleştirecek. Bu buluşmadan önce tanığı olduğum yüzlerce hikayeden bir kaçını anlatmam gerek.
Mesela Evin. Cumartesi İnsanlarının kocaman yürekli küçük üyelerinden. Daha o doğmadan kaybedilen amcası Seyhan Doğan için Galatasaray Meydanı'nda oturuyor. Kocaman bir yüreği var Evin'in. "Bir umut var içimizde" diyor her cumartesi. Tanıştığımız ilk günden kanım kaynamıştı Evin'e. O küçücük yaşında kocaman hayalleri vardı. O küçücük kız her cumartesi, bizlerin haklarını savunuyor orada, amcasının olduğu kadar diğer kayıpların da kemiklerini istiyor ve demokrasi mücadelesi veriyor. Hepimizden önce büyümüş, hepimizden olgun bir kız Evin. Çoğu zaman kendini sorgulatıyor insana.
Hanife anne mesela... Her cumartesi rahatsızlığına rağmen orada ve oğlunu arıyor. Eylemlerde yaptığı konuşmalarla yürekleri dağlıyor, oğlumu verin diye haykırıyor her seferinde. Oğlu Murat Yıldız kaybedildiğinde 20 yaşında gencecik bir çocuktu. Hanife anne 17 yıldır, oğlunu polise kendi elleriyle teslim ettiği güne lanet okuyarak, çocuğunun bir gün çıkıp geleceği ümidiyle bekliyor. Mektuplar yazıyor oğluna. "17 yıldır ben sensiz, sen bensiz yaşıyoruz. Biz böyle mi söz verdik birbirimize. Biz hiç ayrılmayacaktık. Zalimler ayırdı bizi. Bir gün kapım çalınacak, 'Anne ben geldim, oğlun Murat' diyeceksin diye çok bekledim. Gelmedin oğlum, gelmedin. Senin gibi çoklarını almışlar zalimler. Kimini kuyuya atmışlar, kimini yakmışlar. İkimizin arasına da denizi koymuşlar. Denizin de kuyusu yok, dibi derin. Gelemedim oğlum, gelemedim. Senelerden Şubat ayını istemiyorum. Doğduğun ayda da sevinemiyorum. Tam 17 yıldır seni kucaklayıp, 'doğum günün kutlu olsun' diyemedim oğul. Öldüğünü de bilmiyorum. Ben senden alacağım bir haber ya da senden verilecek bir parça bekliyorum. Vermediler oğul, vermediler. Şimdi soruyorum insanlara ve bizi duyanlara, burada bizimle oturanlara, zalimlik değil de nedir bu? Zulüm değil de nedir bu?" diye sesleniyor mektuplarından birinde.
Her cumartesi göz ucuyla selamlaştığım ve bir vapur yolculuğu sırasında hikayesini dinleme fırsatı bulduğum bir kadın daha var eylemciler arasında. Küçücük kardeşinin elinden tutarak, polis baskısının en yoğun olduğu dönemlerde Galatasaray Meydanı'na gelebilecek yüreğe sahip Meryem abla. Annesini kaybediyor Meryem abla yıllar önce. İşyeri Galatasaray Meydanı'na çok yakın o zamanlar. Her cumartesi gelip geçerken görüyor Cumartesi İnsanlarını. O yıllar için, "her gün gözümün önünde anneler sürükleniyordu, polis şiddeti görüyordu, benim onların yanında olmam gerekti" diyor. Onları annesinin yerine koyuyor, polisin annelere yaşattıklarına şahit olunca da dayanamıyor ve bir Cumartesi İnsanı oluyor. Yıllar geçiyor, o gün bugündür ve hala her cumartesi, Meryem abla meydanda elinde bir kayıp resmi ve karanfiliyle oturuyor.
Yanımızda olamayanların hikayeleri de var aslında. Daha doğrusu, hikayesi olamayanlar var. Davut Altunkaynak henüz 12 yaşında bir çocukken kaybedildi. 17 senedir kayıp Davut. Şu an 29 yaşında olacakken, ailesi kemiklerini arıyor Davut'un. Hikayeler yazıyoruz Davut için hep birlikte, okulunu bitiriyor, evleniyor, çocukları oluyor... 29 yaşında birinin hak ettiği yaşamı, sanki o yaşıyormuş gibi hayal ediyoruz...
Şehriban (Tepeli) abla var mesela. Gözleri hep yaşlıdır Şehriban ablanın. 12 Eylül'ün ardından gözaltına alınan eşi 1984 yılında kaybedildi. "Uzun bir süre mutfak perdesini yarım bıraktım, belki Maksut gelir de eve girmek ister, tehlike olmadığını anlasın diye" demişti Şehriban abla bana. Gözyaşları içinde. Görseniz içinize işler Şehriban ablanın gözyaşları... Şu an yurtdışında yaşıyor ama kalbi hep burada atıyor.
Ayşe abladan bahsetmek gerek. Cumartesi oturmalarını başlatan çekirdek ekipten Ayşe Günaysu. Bir süredir eylemlere katılamıyor başka sebepler dolayısıyla. Yurtdışına çıkmadan önce bir akşam Çengelköy'de çok şirin bir kafede oturup konuşmuştuk. Dostoyevski okurken etkilendiği bir bölümü anlatmıştı Ayşe abla; "Bir bölüm vardı kitapta, kaçak olarak yaşadığım zamanlarda okumuştum, hiç unutmuyorum. İnsanlar esir alınıyor. Yaşadıkları şartlar nedeniyle hastalanıyorlar. Tüberküloz var en çok. Kimse ilgilenmiyor, bakım falan asla yok. Giderek adım adım ölümü sana anlatıyor o bölüm. O esirlerden biri ölüyor, bir hayvan leşi gibi. Alacaklar ölüsünü, iki tane jandarma geliyor, pislik içinde bir yatakta yatıyor... Askerlerden bir tanesi bakıyor ve 'onun da bir annesi vardı' diyor... Bu beni çok çarpmıştı, en sefil duruma düşürülmüş bir varlık bile birisi için çok değerli. İnsan neden değerlidir diye sorduğumuz zaman, insanın değeri neden olsun ki, insan kötü ama yine de biri için değerli. Şimdi toplumda da o terörist denilen insanlar da birisinin çocuğuydu ve onun için acı çeken birisi var."
İki saate yakın konuştuktan sonra deniz kenarında yürüyüşe çıkıyoruz Ayşe ablayla. Yeni bir hayata değmiş oluyor hayatım ve aileme yeni bir insan ekleniyor.
Bir buçuk sene içerisinde dinleme fırsatı bulduğum sayısız hikaye var aslında, dinleyemediklerim arasında küçücük bir paya sahip olsalar da.
Dünyanın en milliyetçi insanı olabilirsiniz, vatan, millet, bayrak her şeyden önemli olabilir sizin için. Belki de Türk kanının en kutsalı olduğuna inanıyorsunuz, her Kürt bir terörist belki sizin için ya da onlar terörist aileleri... Hangi görüşe sahip olursanız olun orada çok acı hikayeler yaşanıyor, gidip katılmadan konuşma fırsatı bulmadan göremiyorsunuz. Orada haksızlıklarla dolu sisteme karşı bir duruş var, orada gerçek hikayeler var ve politikadan çok daha üstte acılar, yaşanmışlıklar var. Bütün bunların sebebinin devletin politikaları olduğunu gösteren yaşanmışlıklar...
Değişebiliyor insan, yeter ki değişmeyi isteyebilsin. Yeter ki başka hayatlara değebilsin. Bir buçuk sene önce sadece tez konumken Cumartesi İnsanları, şu an ailem oldular. Ben de onlardan biriyim artık ve bu aile gittikçe büyüyor aslında. Her gün yeni bir hikaye ekliyoruz yanımıza, büyüyoruz ve birlikte karşı koyuyoruz insanlık karşıtı politikalara. Kaybetme terörüne karşı direniyoruz... Devletten hesap soruyoruz...
Bizler, evde otururken orada birileri insanca yaşama hakkımızı savunuyor, yağmur, kar, kış demeden; hepimizin hakkı olan yaşamı elde edebilmemiz için haykırıyor. Sadece kendi kayıpları için değil, bizim de yıllardır kaybettiklerimiz için direniyorlar. Gelin, hep birlikte, 24 Kasım'da bu direnişin 400. Toplanmasında ellerimizde karanfillerle onlara destek olmaya gidelim ve başka hayatlara değsin hayatlarımız.
Şu an kilometrelerce uzakta olsam da benim kalbim her gün ve özellikle her cumartesi olduğu gibi 24 Kasım'da da onlarla atacak.
Bana hayatı öğreten Cumartesi öğretmenlerime 24 Kasım'da bin selam olsun Katalunya'dan. (SA/HK)
* Selin Altunkaynak, Tarragona, Katalunya