Dün (16 Mayıs) vizyona giren "O... Çocukları"nın senaristliğini Sırrı Süreyya Önder yaptı. Önder, Beynelmilel'in de hem senaristi hem de iki yönetmeninden biriydi.
Peki kim Sırrı Süreyya Önder?
Yıl 1978, Adıyaman Lisesi'nde öğrenciyken Maraş Katliamı'nı protesto ettiği için hapse giren Önder, çıktığında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazanarak başkente gitti.
12 Eylül'ü de burada karşıladı. Darbe olduğu zaman ilk tutuklamalarda içeri girdi. Uzunca bir yargılama süreci yaşadı. Sonra 12 yıl hapse mahkum edildi. Cezaevlerinde açlık grevleri, infaz yakmalar sonucu yedi yıl yattı. 12 Eylül'ün bütün hışmını öncesiyle sonrasıyla yaşadı....
Şimdi film yönetiyor senaryo yazıyor, O... Çocukları gibi.
Filmde 80 darbesi ardından yurtdışına kaçmaya karar veren bir karı-kocanın çocuklarını bırakacaklarını bıraktıkları "Mehtap Anne" yuvası anlatılıyor. Bu yuva aslında seks işçilerinin çocuklarını bıraktıkları "Emanetçi Anne" evidir... Hikaye böylece başlıyor ve sürüyor.
Bu giriş yazısının anlatmakta yetersiz kaldığı her şeyi Önder'e sorduk...
"'Emanetçi annelik'i Tarlabaşı'nda tanıdım"
Erkek kültüründe klasik bir küfür olarak cümle sonlarında nokta niyetine kullanılan iki sözcüğü alıp, gerçek anlamında kullanarak, senaryosunu yazdığınız bir filme ad yaptınız; O…Çocukları. Filmden ve filmde hikayesi anlatılan kadınlar ve çocuklardan söz eder misiniz?
Cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul'a yerleştim. Tarlabaşı'nda "emanetçi annelik" denilen kurumu ve bu kadınları tanıdım. Geçimini sağlamak için bedenini satmak zorunda bırakılan kadınların çocuklarına bakıcılık yapıyorlardı. Çocuklara bakma biçimleri ve onlarla kurdukları ilişkinin klasik pedagoji ile hiçbir ilişkisi yoktu.
Tamamen hayatın acı pratiği ve zorunluluklarından süzülen bir yaklaşımları vardı. Klasik bir küfürün gerçek özneleri olan çocukları tanımak çok etkileyiciydi. Öte yandan 12 Eylül faşizmi bir çok aileyi darmadağın etmişti. Mülteci hayatlar başlamıştı ve çocuklar bu zülmün en büyük muhatapları olmuşlardı. Böyle dağıtılan bir ailenin, kızlarını emanetçi bir anneye bırakmasının öyküsüdür O.. çocukları.
Saçının her telini, bedeninin her santimetrekaresini örtmesi ve en az üç çocuk doğurması talep edilen bir "kadın" tipinin makbul gösterilmeye çalışıldığı bir ortamda, sizin kadına bakışınızı merak ediyoruz.
"Benim kadına bakışım" cümlesi bile bir ayrım içeriyor diyecek kadar kadın yanında durmak diye özetleyebilirim. Her türlü ideolojik yaklaşımın dışında, kendi hayat ve mücadele deneyimlerimden süzdüğüm bir şey var ki "insan sadece kadındır" erkek bu konudaki evrimini henüz tamamlamıştır.
Sıradaki film: Bir Türk Dünyaya Kederdir
Beynelmilel'le başlayan sinema maceranıza, kadınların ve çocukların dünyasını anlatan bir senaryoyla devam ettiniz. Şimdi ise, "Bir Türk Dünyaya Kederdir" adlı filminizi çekmeye hazırlanıyorsunuz. Filmden söz eder misiniz?
O cümle filmin adı değil, mottosu diyebiliriz. Göçmenlik, yoksullar ve ev sahipliği üzerine asimilasyon ve entegrasyon kavramlarını berhava edecek bir yaklaşımla yazdığım bir senaryo. Berlin Duvarının dibine gecekondu yapan bir Yozgatlının öyküsü temelinde anlatacağım. Gerçek bir hayat hikayesi olacak.
Yozgatlı Osman Berlin duvarının dibinde 580 metrekare araziyi çöpten temizlemekle başlayıp, giderek iki hemşerisiyle beraber oraya sahip oluyor. Sonra bu iki hemşeri birbirlerine düşüyorlar…
Yakın tarihimize ilişkin başka projeleriniz var mı?
Maraş Katliamı. Bunu mutlaka yapacağım. Bir borç projesi olarak düşünüyorum.
Geride mezarlıklar ve acılar bırakarak, yoksulluğun ve suskunluğun kapılarını ardına dek açan 12 Eylül darbesi, yaşanan binlerce insan hikayesine karşın, Türk sinemasında neden bir akım yaratamadı?
Yaşatılan hafıza imhası operasyonundan, yürek ve zeka yetmezliğinden.
"Bağımsız sinema Türkiye'de özveri demek"
Sinemadan para kazananların bile kazandıklarını sinema sektörünün gelişmesine değil, gayrimenkule yatırdıklarından söz edilir. Yaşadığımız coğrafyada sinemanın sorunlarına ve geleceğine dair düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Henüz evimin kirasını bile ödemekte güçlük çeken birisi olarak sadece acı acı gülümsüyorum. Bizim bir ülke sinemamımzdan bahsetmek mümkün değil. Olgunun emekçi ayagı ve yaratıcı boyutunda yeralanların asla gözetilmediği sömürgen bir yapı. Bu ülkede bir akım olarak sadece Yılmaz Güney sinemasından bahsedilebilir.
Diğerleri kundağa saçak. Kendimiz çalıp kendimiz oynamak. Kendi sesimizi bulma maceramız ülke sinemamızın geleceğini de belirleyecek.
Bir kere endüstrileşmesinden bahsedilmesi büyük bir riyakarlık. Çünkü işin emekçilerini hesaba katmayan bir denklem. Seyirciyle buluşana kadar genellikle herkesin birbirini sömürmesine dayanır. Gerçekten iman kuvvetiyle yürüyen bir sektör henüz.
Öte yandan dağıtım tekeli Amerikan işgali altında. Bağımsız sinema bizde çok büyük özverilerle yürüyebiliyor. Onların da bir çoğu dağıtım ağlarının yapısından dolayı geniş seyirci kitlelerine ulaşamıyor. Tek çözüm bağımsız sinema damarının güçlenmesi. Ama ben de yapımcılarla çalışıyorum. Sinemadan hayatını idame ettirmek çok zor. Televizyon işleri olmasa kimse evine ekmek götüremeyecek.
"Benim bakışım sınıfsal açıdan olur"
Sinema taraflı bir anlatım aracı mı? Eğer öyleyse, siz kimlerden tarafsınız? Sinemada önceliğiniz, eskilerin deyişiyle; zarf mı, mazruf mu, yoksa her ikisi de mi?
Ben bir sosyalistim. Benim bakışım sınıfsal açıdan olur. Yoksullardan yana olan sinema ve yoksullardan yana olmayan, yoksullara uzak olan sinema. Benim bakış açım bu. Çünkü içerik biçimi belirler. Yani o anlamda sanat filmi gibi tanımlamaları yok saymıyorum ama benim bakışım bu değil.
Ben sınıfsal olarak kamerasını kimin yanına koymuş ona bakıyorum. Nuri Bilge'nin filmleri sinema dimağı, sinema argümanları anlamında büyük ustalıklı işlerdir. Sinema estetiğini yükseltmek anlamında başarılı işlerdir. Ama ben o noktadan bakmıyorum. Varsın biraz daha çapaklı olsun bir dert anlatsın derdindeyim.
Nazım Hikmet'in bir Orhan Veli değerlendirmesi var. Kemal Tahir'le mektuplaşmalarında... Kemal Tahir Orhan Veli'yi çok övüyor Nazım'a. Nazım diyor ki "İyi demiş, güzel demiş ama ne demiş" diyor. Öyle ne dediği beni çok ilgilendiriyor. Nasıl dediğinden daha fazla ilgilendiriyor.
12 Eylül koşullarında okulu bitiremeyen bir SBF'li olarak, Mülkiyeliler Birliğine üye olamıyorsunuz? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
SBF-DER üyeliğini Mülkiyeliler Birliği üyeliğinden daha kıymetli buluyorum.
"Geliyoruz, geleceğiz, yakındır"
1 Mayıs'ta Taksim'in emekçilere kapatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar! Geliyoruz, geleceğiz, yakındır!
Son olarak söylemek istedikleriniz?
Sevgi saygı selam dostluk dileklerimi gönderiyorum. (Gİ/GG)