Pateriça’da o yaz günü martı kanatlarında çırpınırken güneşin son ışıkları; faşist darbenin getirdiği acılardan, gelecek günlerin aydınlığına uzanan cümleler kurduk. Cinsiyetimizden dolayı engeller konulsa da yolumuza, biz kendi hayatlarımızın sahibi olduk, dedik ve 12 Eylülde kadınların yaşadıkları da bilinsin diye kayıt düştük sesimizi.
Yoksulluktan, adaletsizlikten, savaşlardan ve daha nice kederden insanların öldüğü günümüzde usul usul ilerledi üzüntüler onun bedeninde.
Geriye, 12 Eylül 1980 darbesinde kırılıp dökülen ömrüne dair kelimeleri kaldı bende. Siz de duyun istedim...
Gündüzleri gardırobun içinde kalıyordum
1981 yılında çok uzundu günler; saatler hatta dakikalar hiç geçmiyordu. İstanbul’da daha önce evinde kaldığım insanlar, akrabalarımın evi basıldığı için, onlar için de bir tehdit oluşturduğu için evlerinde kalmamı istemediler. Evden çıktım ama nereye gideceğimi bilmiyordum.
Dışarıda dolaşıyorum. Bir kız arkadaşla karşılaştım. Kocasının solcu olduğunu, içerde olduğunu biliyorum. Annesi babası ona çok kızıyormuş, kocası içeride olduğu için. “Anneme babama kesinlikle söyleyemem ama ben sana bir yer ayarlayıncaya kadar onlardan habersiz benim odamda kalırsın” dedi. Onun odasında kalıyordum. Gündüzleri tabi odasının kapısını açmak zorunda kalıyordu, o zaman gardırobun içinde kalıyordum. Geceleri herkes yattıktan sonra sessizce tuvalete gidiyordum. Bir hafta sürdü onun yer bulması. Başka bir yol yoktu, daha iyi bir alternatif yoktu. En azından bir evin içindeydim. Dışarıda nerede kalabilirim? Aklıma gelen tek şey, Ankara’ya bilet alayım, gideyim gece: sabahtan akşama kadar
Ankara’da vakit geçireyim, gece İstanbul’a döneyim. O kız arkadaş bana yardım etmese bunu yapacaktım. Param yettiği kadar buna devam edecektim. Bu günü kurtarmayı düşünüyordum, bugünden sonrasını bilmiyordum.
Arkadaşım çalışıyordu. Sabah işe gidiyordu, akşam geliyordu. O gelinceye kadar ben gardırobun içinde sessizce oturuyordum. Geldiğinde odasının kapısını kapatıyordu, dışarı çıkıyordum, birlikte oturuyorduk. O yiyecek bir şeyler getiriyordu, kendisi yiyecekmiş gibi. Bir hafta boyunca annesinin babasının benden haberi olmadı.
İlk kadın dayanışmasını yaşadım
Sonra beni bir parka götürdü ve “bir arkadaş gelecek, seni onunla tanıştıracağım, o sana kalacak yer ayarlayacak” dedi. Parkta oturuyoruz, kimse gelmiyor, eyvah. O sırada karşı tarafta bir daireden yaş günü gibi, alkış sesleri geliyor. Bu insanlar gibi evim olacak ve eğlenebilecek miyim acaba? O duygu yani, ben de böyle bir eğlence düzenlesem ve alkışlarla dans etsek, sıradan bir yaşam, orada çok özledim o sıradan yaşamı. Arkadaş biraz geç geldi ama geldi. Böyle çok tatlı, pozitif, güler yüzlü, hafif tombulca, çok sevimli bir insan.
Gelir gelmez o pozitifliğiyle beni sardı sarmaladı. “Ben seni kimselere vermem, ben seni kurtarırım” dedi. Beni kurtaramayacağını biliyorum ama bunu söylemesi... Ben gözyaşlarımı tutamadım. Hep itilip kakılıyorum, ilk defa birisi bana kucak açtı, hiç tanımadığım birisi ve benim kim olduğumu bilmiyor. Orada tanıştık. Annesi babası ile küçük bir dairede oturuyorlar.
”Üniversiteyi kazanıp geldin, teyzenlerde kalacaktın ama onlar da evde yokmuş.” Annesine böyle söyleyelim diye kararlaştırdık. Gittik. Küçücük bir ev. Minnacık bir mutfağı var. Salon ve iki tane küçük oda var. Evde bir sürü insan yaşıyor; anne, baba, dört kardeş, bir de gözleri görmeyen yaşlı yatalak bir teyze. Nasıl bu eve sığıyorlar, bir de üstelik beni alıyorlar, dedim.
Yalan söylememe kalmadan annesi, “sen de benim kızımın arkadaşı mısın? Onun kırıkları hiç bitmez zaten” dedi. Sen kimsin, nereden geldin, niye geldin, diye de sormadı. Hemen ailenin bir parçası oluverdim.
Yeşil fasulye pişirmişlerdi, sıcak yemek çok iyi geldi bana. Onların hakkını yememek için az yiyorum. “Ye, ye, ye, niye yavaş yiyorsun”, diyorlar. Yemekten sonra sofrayı topladık, kızlarla beraber bulaşıkları yıkadık. Sonra onların mahalledeki arkadaşları geldi eve. Beni saklayan kız onlara benim için “çok üzgün, onu neşelendirelim”, demiş. Bir geldiler, hepsi böyle neşeli neşeli kızlar. Darbuka getirmişler. Şarkılar söylendi, oynandı. “Sen bu yaşta bir de evlendin mi, aynı yaşlardayız, iyi ki çocuğun yokmuş” diyorlar. Biri diyor ki, “ama ne güzel severdik onu da.“
Yataklar serildi. Komşunun telefonu vardı, oradan Avusturya’ya telefon ettim. Telefon numarası verdim. Anlaştık işte, oradan bana haftada bir gün telefon geliyordu. Fazla param yoktu, eve katkıda bulunamıyordum ama işlere katkıda bulunuyordum. Annesi “arkadaşınız arı gibi çalışıyor, siz de öyle olun; boş ver teyzenleri, sen bizde kal”, diyordu. Onlar da “sen bizi gözden çıkardın anne” diyorlardı.
Gönülleri çok zengindi gerçekten. Orada on beş gün kaldım. Sonra iki gün başka yerde kaldım ve teyzemlerde rahat edemedim diyerek geri geldim. Anne kucaklıyordu sevgisiyle. İlk kadın dayanışmasını orada yaşadım. Ben ayrıldıktan sonra anneye yurt dışında yaşadığımı söylemişler. Ben aradığımda hayatta değildi.
Anne hiçbir zaman bilmedi benim durumumu. Onun için önemli olan bendim zaten, Ünzile idi...
Avusturya treninde simit, peynir ve Türkiyeli işçiler
Yurt dışına çıkarken iki tane Avusturyalı bana yardım etti. İki sevgili birlikteydiler. Ben erkek olanıyla çıktım. Tren bileti aldık, Sirkeci’den bindik. Kadının pasaportunu aldım ben. (O daha sonra Avusturya elçiliğinden yeniden pasaport çıkartmış.)
Son paramızla da simit ve bir parça da beyaz peynir aldık. İki gün sürüyordu o zamanlar yolculuk. Avusturya sınırından gelip beni alacaklardı. Pasaportla girmem tehlikeliydi, Almanca bilmiyordum, Avusturyalı olmadığım anlaşılırdı.
Kompartımanda biz en üstteki yatakları aldık. Ben direk yattım. Avusturya’da işçi olarak çalışan insanlar, iki Avusturyalının yani bizim kompartımanda olmamıza çok sevindiler. Almanca konuşacaklar. Bize çok ilgi gösterdiler. Ben hemen yattım. Yorgun olduğumu düşünmüşlerdir.
Bir ara acıktım. Peynirle simiti de idareli yememiz lazım. İki gün yetecek. Bir parça simit ve peynir yedim. Benimle konuşmak istediler. Ben boş boş baktım ve arkamı dönüp yattım. Benim aleyhimde konuşmaya başladılar, Türkçe. Bak bizi beğenmedi görüyor musun, oğlan iyi, konuşuyor. Kız bizi beğenmiyor. Bir tanesi cinsel içerikli küfretti.
Sonra yemek çıkardılar. Tavuklar, köfteler, ekmekler, turşu, her şey. Hepsi kokuyor ve ben nasıl açım, nasıl açım.
“Şunlara da verelim mi, deminden beri tır tır tır simit yiyorlar.” “Ya verelim, günahtır, canları çeker...Ama bu domuz gibi kıza vermeyelim.” Sonuçta ikimize de vermeye karar verdiler. Danke schön, dedim. Diyorlar ki, kıtlıktan çıkmış ya, nasıl yiyor. Arkadaş da biraz Türkçe biliyor. Konuşsam mı, dedim. Fakat daha çok soru sorarlar diye en iyisi senin konuşmaman, dedi arkadaş. Kulaklardan problemin olduğunu, iyi duymadığını, annenin Norveç’li babanın Avusturyalı olduğunu söyleyeyim, iyi Almanca bilmiyor diyeyim, dedi.
Yine bana bir şeyler söylediler ve arkadaş anlattı onlara. “Haa öyle miymiş, yazııııkkk, biz de bak hakkında neler düşündük” dediler. Suçlandılar. Neyse ben rahatladım. Bir şey söylediklerinde boş boş bakıyorum. “Duymuyor, duymuyor, bağır”, diyorlar, bağırıyorlar. Arkadaş cevap veriyor “kulaklığı vardı, kaybetmiş” diyor. Anadolu insanları sayesinde aç kalmadık. Çok yemek almışlardı. Yazık bunlara da, diyorlardı. Biz tabi simitle peyniri de bitirdik. Hatta onlara da ikram ettik, çok hoşlarına gitti. “Simitleri var, onu da bizimle paylaşıyorlar” dediler.
Zagrep’te ineceğiz. Endişeliyim, gerilim içindeyim. Uyumak istemesem de dalmışım. Tren durduğunda uyandım ve uyku sersemi “geldik mi?” dedim. İndik. Arkamdan ne konuştular bilmiyorum. Zagrep’te kızarmış tavuk vardı, arkadaşta biraz daha para vardı, iki tane but aldık. Yediğim en güzel tavuktu Ya da ben çok açtım. Sonra sınıra gittik.
O kadar çok insan vardı ki, hepsi kaçak ve sınırı geçmek istiyorlar. Oraya kadar gelmişler, kaçak işçi olarak çalışacaklar. Çoğu Türkiyeliydi. Kahveler onlarla dolu, bir umut bekliyorlar, karşı tarafa geçmek için. Benim yanımda Avusturyalı var ya, birini beklediğimizi de anladılar. "Bize de yardım edebilir misin?" diyenler oldu. Oradan kalktık, dışarıda dolaştık.
Türkçe ninniler söyledim, Viyana’daki bütün sarayları gördüm
Her yerde Tito fotoğrafları vardı. Çok asker vardı sokaklarda. Sonra arkadaşlar arabayla geldiler, Avusturya’dan. Pazardan gelen bir abi eşinin pasaportunu almış, alel acele yola çıkmış, bizi almak için. Bu sefer de onun eşi gibi gireceğim Avusturya’ya. Gelirken koca bir lahanayı bagajda unutmuş.
Sınıra geldik, polislere ikimizin de pasaportunu uzattı, konuşuyor. Ben oturuyorum, çıtırtılı bir şey yiyorum ama ne yediğimi hatırlamıyorum. Arabaya bakıyorlar, bagajı açtılar, konuşuyorlar, konuşuyorlar, kalbim nasıl küt küt atıyor. Sonra abi geldi, anlattı. Dedi ki, "biz eşimle Yugoslavya’ya gezmeye geldik", dedim, "Tamam", "Arkaya bakalım" dediler ve lahanayı gördüler. Soruyorlar, siz Yugoslavya’dan ala ala bunu mu aldınız diye. O da buranın lahanaları daha güzel, demiş, gelmişken aldık.
Bana yardım eden Avusturyalı arkadaş yürüyerek geçti. Sınırın ötesinde aynı arabayla Viyana’ya gittik. Sonunda ben de yurtdışına çıktım böylece...
Türkiyeli arkadaşların tanıdığı Avusturyalı aileler, durumumu biliyorlardı, kaçak olduğumu. Temizlik işi, çocuk bakımı; çocuklarını alıp dışarıda gezdiriyorum.
Dehşete kapılıyorum, yeni doğmuş, küçük çocuk, hava soğuk, arabayla bir saat dışarıda dolaş diyorlar bana, çocuk hasta olmaz diyorlar, sıkı sıkı giydiriyorlar falan. Türkiyeli bir aile vardı, onun annesi yaşlı bir kadın, çocuğu var, anneanne dışarıları pek bilmiyor, çok dolaşamıyorlardı.
Ben her yeri öğrendim, onlarla Viyana’yı geziyorduk, görevim buydu. Saatime 50 şilin veriyorlardı, iyi para veriyorlardı. Anneanne torunu gezdiriyordum, onların sayesinde Viyana’daki bütün sarayları gördüm. Bir tane Ermeni aile örneğin beni işe aldı, orada da görevim çocuğa Türkçe ninniler söylemek ve de masal anlatmak. Çocuklarının Türkçe duyarak büyümesini istiyorlardı. Kadın Avusturyalıydı, erkek Ermeni’ydi.
Türkiye’den 1915’de ailesi kaçmış Avusturya’ya yerleşmiş. Çok güzel Türkçe biliyordu, çocuğunun da Türkçe konuşmasını istiyordu.
Türkiye’ye bir özlemi vardı, çocuğuyla Türkçe konuşmak istiyordu ama çocuğa Türkçe öğretmek için vakti yoktu. Türkiye’yi çok özlüyordu. Ben de özlüyordum, böyle bir ortak yanımız vardı. İstanbul’u konuşuyorduk en çok...
(Gİ/EMK)
*Ünzile Tekin, 12.11 2024 Güldünya Yayınları; Sassa Buregren’in yazdığı Küçük Feministin Kitabı ve Feminizme Devam kitaplarının çevirmeni.