Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) bu yıl 32. kez düzenlenen Sedat Simavi ödüllerini alanlar arasında şair Arif Damar da var. Damar, "Bir Gökkuşağı İnerse Nasıl" isimli şiir kitabıyla edebiyat dalında ödüle layık görüldü. Mahmut Temizyürek'in Damar ve onun şiiri üzerine yazdığı yazıyı paylaşıyoruz.
Arif Damar, Ekim Devrimi rüzgârının dünya şiir yaşamına savurduğu tohumların Türkiye’deki filizlerindendi; geç dönem filizlerinden. İlk gençliğinde gönülden bağlandığı devrim ruhunu ve bilincini her koşulda koruyabildi. Anımsanmalı; “40 Kuşağı” diye anılan, Nâzım Hikmet çizgisini sürdüren devrimci şair kuşağının en genciydi o; ilk yıllardaki imzasıyla Arif Barikat.
15 yaşında yayımlamaya başladığı şiirleri 1940’ta Ant ve Yeryüzü gibi sol dergilerde görüldüğünde onun önemini hemen fark edenlerin başında Nâzım Hikmet vardı. Bu yetim ve yoksul çocuğun şiir yolu, edebi yol ile sosyalizm yolunu bir tutan, sanatını toplumsal ütopyasına adamış, yaşamını partiye bağlamış bir kuşağın yoluydu. Bu kuşak için Nâzım Hikmet şiirin en parlak yıldızı ve büyük kutbuydu hiç kuşkusuz. Nâzım, öylesine parlak bir yıldızdı ki, kim hangi yönden bakarsa baksın, ona bakıp da gözü kamaşmayan yoktu Türkçenin toprağında. 40 Kuşağı şairleri, o büyük kamaşmayı cömertçe yaşayanlardan, onun yaşamının ve mücadelesini ideal sayanlardan oluşuyordu.
Bu kuşağın hem şiirleri hem de çileleri Nâzım’ın gölgesinde kaldı. 1940 Kuşağı şairlerinin hiç birinde Nâzım’daki söyleyiş gücü, şiirsel özgüven ve sessel görkem de oluşamadı. Tek Parti zulmünden kurtulmayı başardıktan sonra da çok parti döneminin komünist sürek avında yaşamak zorunda kalan bu kuşağın, her şeye karşın zulme dirençten, halk ve devrime inançtan oluşan yaşamları ile bu uğurda çektikleri acılar, bir gün halkla birlikte kurtuluş umudunun vazgeçilmez ilkesi, şiirlerinin temel dayanağı, en güçlü ilham kaynağıydı.
Bu kuşak, bağlanma ve adanma kavramının ilk toplu temsili oldu. Bir manifestoları olmaksızın Manifesto’ya bağlanmış olan bu kuşağın belli başlı mazmunlarından biriydi Nazım Hikmet. Arif Damar’ın şu dört dizesi kuşağı ve asla vazgeçmedikleri mazmunları resmeder: “Çırak durdum yanında memleketimin/ İnancımın 654321n hürriyetimin / Türküler deniz gökyüzü/ Bir de Nâzım Hikmet’in”.
Zaman açısından talihsizlikleri de görmezlikten gelinemez. 1940 Kuşağı ile yaklaşık aynı yıllarda doğan Garipçiler, şiire getirdikleri havayla yepyeni bir gündem yarattılar. Nâzım’ın 1929’da estirdiği proleter rüzgarı, işçi tulumu giymiş emekçinin nasırlı elleri, yerini Süleyman Efendi’nin ayağındaki nasıra ve delik cepli züğürt memur pantolonuna bırakmıştı. Türkiye mahallesinin yeni şiiri Garip idi. Bu şiire “küçük burjuva” demekle direnilemediği gibi, 40 kuşağı şairlerinin belirli bir medyası, var olanın da istikrarı yoktu. Çıkan dergiler faşist baskı yüzünden ömürsüz oluyor, ısrarın yer altından başka yaşam alanı kalmıyordu. Bu dönemde eski şiir okullarının hepsi canlı, güçlü ve her açıdan olanaklıyken, 40 Kuşağı şairleri kovuşturmalardan, mahpusluklardan, sürgünlerden göz açamaz durumda yaşıyorlardı.
Arif Damar da aynı koşulardan geçmekteydi; ama kuşağının toplumsal kuşatılmışlığa ve tarihsel yazgısına direnmiş, şiirini canlandırmayı başarmış, zamanın dayatmasına teslim olmamış şairlerden biri oldu; tıpkı Ahmet Arif, Şükran Kurdakul, Sabri Altınel vd gibi.
1956’da Günden Güne ile yeniden gün yüzüne çıktığında, bu kez de İkinci Yeni şairlerinin büyük saati gongunu vurmaktaydı. Arif Damar, kendi sosyalist gerçekçi sesiyle bu şiirin yenilikçi sesleri arasında bir köprü kurmayı başardı. Damar’ın yeniliğe açık tutumu şiiri için bir olanak, ses bileşimleri için bir zenginlik olageldi bugüne kadar. Yarım yüzyılı aşkın şiirsel serüvenindeki gençlik gücü de buradan gelmektedir.
Nedir Arif Damar şiirinin başat özellikleri?
Kökleri Anadolu’da bir şiirdir ama bu apaçık böyle olsa da İspanya’dan Vietnam’a, Afrika’dan Endonezya’ya, Rusya’dan Yunanistan’a geniş bir coğrafyanın insanlık sorunlarını üstlenmiş bir evrende yaşar. Zamanının her sorunuyla yüzleşmeyi öncelik edinmiştir; günceldir.
Bir şiirinde söylediği gibi, “Başının altında üç kitap var/ biri geçmiş/ biri şimdiki/ bir gelecek günlere dair”dir. İnsanlığa ait büyük bir özgürlük arzusunu ve düşünsel mirası üstleniyor, zamanına tanık oluyor ve bugün koşullarında gelecek için hayal kuruyordur. En zor koşullarda, en bedbin durumda bile “umut ilkesi” geçerli ilkedir.
(“Göç Eden Umut Dedi ki” şiiri şöyledir: “ben ışık,/ben inanç/ben sevinç isterim// Hani ne zaman parıldadı toprakta/ ilk canlılık kıvılcımı /yiğitliğe gönül verdim,/ onsuz olamam.”).
Yalındır şiiri; halk sözüyle aydın sözünü buluşturmak isteyen bir gayreti özenle güder her dizede. İçtendir, sahihtir, yalansız, gösterişsiz ve süssüzdür. Açık, kaprissiz ve evrenseldir; kimi zaman Lorca gibi lirik ve folkloriktir, Eluard tarzında bir coşku taşır, Aragon gibi tutkuludur; bazen de Orhan Veli ya da Cemal Süreya benzeri güleçtir. Neruda gibi, güncel olandan, somut bir olgudan hareket eder ve bu olguyu özgürlük ve eşitlik manifestosuna bağlar. Bunların yanında ilk gençlik çağının cömertliğini, cesaretini, romantizmini taşır; o yaşın etkilenmeden çekinmeyen açık yürekliliğini taşır.
Geniş, zengin, evrensel bir şiirle akrabalık kurmuştur; bu kalabalık içinde her durumda yalınlığıyla, dupduru diliyle ve “ölüm yok ki!” diyen hayat yanlısı kararlılığıyla tanınır. Belki de en önemlisi inatçı karakteridir; kendine inanmış ve şiiri bir direnç silahına dönüştürmüştür. O yüzden her zaman gençtir.
Gençliğinin bir başka açıklaması da şiir akımları karşısında esnek oluşunda, gelişen şiir olanaklarına açık ama daima kendi olmaya özenen bir kişiliklilik gözetmesinde vardır.
Kişilik en başından bu yana şiirine kendiliğinden yer etmiş, Cemal Süreya’nın deyişiyle “antetli kağıtlar yerine filigranlı kağıtlar üstüne” yazan, “incelikli, ipek gibi, ‘lepiska’ bir şiir dili”ni elde ederek bunu özenle sürdürmüştür.
Ömrü uzun olsun!(MT/EÜ)