İzmir’e gelirken yanıma aldığım kitaplardan biri, “Beraber”. Dünyaca ünlü sosyoloji profesörünün kentler üzerine çalışmalarına öteden beri hayranım. Yeni bir uygarlık hayali varsa onun sözlerine kulak vermeden olamayacağına “Ten ve Taş”ı okurken inandım. Daha sonra okuduğum “Zanaatkar”, “Karakter Aşınması”, “Yabancı” gibi kitapları, bende yeni bir göz açtı. Kent uygarlıklarını dünden bugüne çözümleyen bu bilim insanından öğrendiğimin özeti şu: Irklar, etnisiteler, sınıf farklarının aşılmaz duvarları, tekillik dayatan baskıcı din anlayışları ve tek tür yaşam dayatan politikalar yeni bir uygarlık kuramazlar. Var olanı da çürütürler. Kent insanları birbirinin düşmanı olurlar, kastlar, gettolar oluşur. Kentler birbirine düşman cemaatler yüzünden yaşanmaz olur. Ama bu bir kader değildir. Bu baskılara dayanıp “beraberlik” kurabilenler, dünyanın en güzel kentlerini yaratmışlardır. “Beraberlik bir beceri, bir yetenek işidir” diyor Richard Sennet. Bu becerinin temelinin ötekini dinlemek ve tartışmak olduğunu savunuyor ve hem tarihsel hem günümüz örnekleriyle büyük bir uygarlık yaratım keşfine çıkıyor, bu engin bilgin.
Türkiye kentleri son 60 yılında büyük bir kavimler göçünün yığılma alanları oldu. Kentlerin kent olmaktan çıkıp canavar kasabalara dönüşmesinde, dünyanın bir savaş meydanı olmasının rolü unutulmaz ama yoksulluk, ırkçılık, cemaatçilik, kavimcilik zihniyetinin bu yangını nasıl körüklediğini de kimse görmezden gelemez. İzmir, son otuz yılda bambaşka bir kent oldu. Yalnızca İzmir için değil, Türkiye’de bütün kentler için Richard Sennet’i dinlemenin tam zamanıdır diye düşünüp geldim Konak Meydanı’na. Kentin kalbini insan manzaralarıyla görebiliriz ancak. İzmir’i bir de onun gözüyle görmeyi deneyeceğim.
Meydana vardığımda dikkatimi ilk onlar çekiyor. Beş ile on yaşları arasında kara kara çocuklar ateş böcekleri gibi fır dönüyorlar alanda. Ellerinde o renkli bildiriler, gelen geçen herkese uzatıyorlar, kaçırdıklarının peşinden koşup yetiştiriyorlar. Çocukların ayakları taylarınki kadar çevik. Beş altı yaşlarındaki kocaman kara gözlü kara kızdan alıyorum bildiriyi. Teşekkür ediyorum ama anlamadığım bir dilde bir şey söylüyor gülümseyerek. Bir delikanlı bana yardımcı olmak istiyor: “Türkçe bilmiyorlar. Arapça ya da Kürtçe biliyorsanız konuşabilirsiniz. Bu çocuklar Halep’ten geldiler.” Suriyeli çocuklara alışkınız yıllar boyu ama bunlar farklı. HDP bildirisi dağıtıyorlar. Bilmedikleri bir dilden bildiri dağıtan çocukları ilk kez görüyorum. Hikayelerini merak ediyorum.
Üç dört ay önce Halep’ten kaçıp gelmişler. Babaları Suriye iç savaşında YPG’ye katılmış; savaş Halep’e ulaşınca, çocuklarını Türkiye’ye göndermiş. “Kim bakıyor bu çocuklara?” diye soruyorum. Çevirmenim delikanlı, “artık sınır ötesi bir dayanışma var dünyada abey” diyor. “Daha birçok böyle çocuk var. Burada Kürt ailelerin yanına yerleştirildiler.” Meraktayım ama bu kadar kısa tanışıklıkta daha fazla sormayı hak etmiyorum. “Beyaz adam” refleksiyle para vermek istiyorum çocuklara. Kabul etmiyorlar. Çevirmenim yardımıyla dondurma ısmarlamakla yetiniyorum. Birlikte fotoğraf çektirmek istediğimi söyleyince yan yana diziliyoruz. Savaşsız Halep’in Sabaa Bahrat Meydanındaymış gibi rahat görünüyorlar. Çocuklar Konak’ta sanki İzmirli gibiler. Bunu düşünürken 1922’deki o büyük İzmir yangınını hayal etmekten kendimi alamıyorum. Bugünkü Halep ile o günkü İzmir’in benzerliği ürpertiyor birden.
Konak’ın güvercinleri şimdi rahat. Yemcileri yaşlı teyze yanlarında. Yem satışı iyi görünüyor. Kuşlar nereden biliyorlar insanların kendilerini aç bırakmayacağını? Kanatları var, gökyüzü sınırsız vatanları olabiliyor zorda kalınca. Bu çocuklar da kuşlar gibi; toplumsal beraberlik ve bireysel vicdan çalışıyorsa tabii, sahipsiz değiller.
Konak Meydanında, HDP’liler bildiri dağıtıyor. Adaylardan Ertuğrul Kürkçü, Müslim Doğan, Zeki Gül, Ayşe Fırtına Özen, Eylem Yıldız da bildiri dağıtanlar arasında. Ertuğrul Kürkçü’yü medyadan tanıyanlar yanına gelip ayaküstü bir sohbete koyuluyorlar. Bunlardan birinin geliş biçimi ve sözlerini çevredeki herkesin dikkatini çekiyor. Uzaktan seslenerek geliyor çünkü: “Sayın Kürkçü” diyor, “ben eski bir MHP’liyim, şimdiyse size oy vermeyi düşünüyorum ama bir isteğim var sizden. Mitinglerinizde Türk bayrağının dalgalanmasını görmek istiyorum.” Sözlerini Kürkçü’ye teklifsiz biçimde sarılarak söylüyor. Ertuğrul Kürkçü şu yanıtı veriyor: “Bayrağınızı alıp gelin, başım üstüne. Söz mü?” Yurttaş, “hassasiyetimi önemseyin lütfen” diyor. Kürkçü sözünde ısrar ediyor; “bizim bayrakla bir alıp veremediğimiz yok, hiçbir ulusun bayrağına karşı değiliz, ama biz bayrak ya da kutsal kitap üzerinden siyaset yapmıyoruz”, diyor. Adam, “ben de bunu duymak istiyordum sizden, teşekkür ederim” deyip el sıkışarak ayrılıyor. Tekerlekli sandalyesiyle gelen “engelli” yurttaşın Kürkçü’yle muhabbeti bir köşede koyu bir sohbete dönüşüyor. Baraj engeliyle hayat engelini kıyaslıyorlar belki de. HDP seçim şarkıları bir grup genci coşturmuş, halay çekiyorlar. Sanırım duydukları şarkı sözlerinde kendilerinden bir şeyler bulmak kimseye zor gelmiyor olsa gerek. Meydanda kendiliğinden doğan şenliği kimse yadırgamıyor, halay çekenleri izlemeye toplananlar ve dayanamayıp katılanlar çoğalıyor bir anda. Bu karnaval havası İzmir için yeni bir durum sanırım. İzmir’i bilenlere sorup doğruluyorum bu kanıyı.
Kemeraltı’nda insan seli arasında akıp giden HDP’lilerin yolu ara ara alkışlarla kesiliyor. Alkışlayanlar daha çok tezgahtar gençler. Adaylarla fotoğraf çektirmek için sıraya giriyorlar.
Karşıdan bir grup AKP’li geliyor. Onlar da bildiri dağıtıyorlar. İki grup karşılaştığında tuhaf bir durum yaşanıyor. İki grupta da kadınların çokluğu kısa devre elektriğin dozunu tatlı bir neşeye döndürüyor. Gülüşmeler arasında bildiri alışverişi yapılıyor karşılıklı. Herkeste sanki bir naiflik var; ama bu kendiliğinden, zorlamasız, birden doğmuş ama hemen kabullenilmiş bir yaşantı. İzmir bu günleri de görecekmiş demek, diyorum ama bu kentin başka yüzlerini gün geçtikçe daha iyi anlayabileceğimi hissediyorum.
Ege tarihinin büyük oranda kent uygarlıkları tarihi olduğu bilinir. Üzerine kurulan ülke, devlet ya da imparatorluk tarihinden daha fazla kentler tarihi olarak önemsenmiş; kent kalıntıları bile göz kamaştırmaya devam ediyor. Ören yerleri tanık buna. Coğrafyası zenginlik kaynağı olan bu kıyılarının yetiştirdiği büyük filozoflardan biri olan Aristoteles, kent uygarlığına dair görüşünü şöyle ifade etmişti: “Şehir farklı cinslerde insanlardan oluşturulur, birbirine benzeyen insanlar bir şehri var edemezler.” Bu sözün bir benzerini tarihçi İlber Ortaylı söylemişti, 1996’da, Siyah-Beyaz gazetesi için yaptığım söyleşide: “Maymun cemaatleri olduk” demişti, “Cumhuriyet tarihimiz budur; Ermenileri, Rumları bu ülkeden kovduğumuzda hepsi birbirine benzeyen, askerlikten başka yetenekleri olmayan, huyları bile birbirine benzeyen insanlar, yeni bir uygarlık yaratamadılar.” Sözleri tam böyle miydi ama o söyleşinin başlığını hiç unutmadım, belleğime böyle yazılmış: “Maymun cemaatleri olduk”. Kentlerin en zengin, en bayındır olduğu zamanlar, halkların ve farklı kültürlerin birbirine karıştığı, birbirini dışlamadan yaşadığı zamanlar olduğunu İzmirliler ya da İstanbullular kadar iyi bilen kim vardır acaba? Kentin yakın tarihine dair bilgileri birlikte dolaştığım, kent araştırmacısı dostum Talat Ulusoy’dan ediniyorum. Çoğu birbirine benzeyen binaların önünden geçerken, buralarda eskiden nasıl bir hayat olduğunu ve bir yangında hepsinin nasıl kül olup gittiğini içi yana yana anlatıyor arkadaşım. Doğma büyüme İzmirli Talat Bey. Namazgah’taki mahallesini anlatırken sanki bir masal anlatıyormuş gibi büyülü bir dile dönüşüyor dili. Arnavutlar, Makedonlar, Yahudiler, tek tük kalmış Hıristiyan cemaatler Müslümanlarla yan yana yaşarken birbirlerinin dinsel bayramlarını kutlamak için gösterdikleri özeni anlatıyor Talat Bey. Komşuların birbirlerinin geçmişten kalan yaralarını onarmak için diğerkam bir gönülle yaklaştıklarını anımsıyor. Bu “beraberlik” yeteneğini daha çok kadınların kurduğunu özellikle vurguluyor. “Ama” diyor, “Kent, kendi kâbusunu belleğinden silemiyor kolay kolay.” Talat Bey’in belleğinde bir “saatler” simgesi var ki, öykü bu dar satırlara sığmaz ama bir özet vereyim gene de. Çocukluğundaki bir tanıklık ona kente dair her şeyi sorgulamayı öğretmiş. Annemin ve ablamın her gün gönüllü olarak temizledikleri evimizin bitişiğindeki camide gördüğüm kocaman duvar saatlerine hayran bir çocuktum, bu yüzden hiçbir temizlik nöbetini kaçırmıyordum” diyor. Caminin halıları üzerine yatıp yuvarlanmak, sırt üstü uzanıp duvarlardaki saatlerin gong vuruşlarını beklemek onun için tutkulu bir oyun olmuş. “Saati geldiğinde birden başlayan o gongların türlü tonlardaki sesleriyle büyüleniyordum, başka bir aleme göçüyordum sanki” diyor. Büyüyünce sorduğu soru şu oluyor: “Bu kadar çok duvar saati bir camide ne arar?” “Öğrendim ki”, diyor, “bu saatler Ermeni ve Rum evlerinden toplanıp yeri geldikçe haraç mezat satılan ganimetlermiş”. Resmi tarihe göre o yangında çoğu kadın ve çocuk 65 bin insan yaşamını yitirmiş.
Bugün Türkiye’de bütün halklar birbirlerinin yaralarını sarmanın bir yolunu bulmuş durumda. Daha öncesinde İzmir’de kent belliğinin barışçıl biçimde canlanması için kurulan sivil örgütler, örneğin Yüzleşme Atölyesi, örneğin Halklar Köprüsü gibi oluşumlar, varlıklarını eski ya da yeni yaraların sarılması için yeni bir uyanış ve arayış çabasına adamışlar. Bu ruhsal ve zihinsel onarım HDP ile canlandı ama HDP’yi yaratan da yaşanan o devasa acılar oldu.
Bu onarım uzun süreceğe benziyor ama niyet kök kazanmış, gönül kazanmış, her gün biraz daha vicdanlarda yeni bir canlanma uyandırmış; İzmir’de bu durum bütün neşesiyle görülebiliyor. Baskıcı zihniyetler İzmir’in imbatına dayanamıyor.
Saf olmayalım. Bu daha başlangıç. Öyle sorunlara tanık oldum ki bu kentte, onbinlerce insan evlerinden sürülüp “kentsel dönüşüm” adlı bir saldırıyla karşı karşıyalar. Devletin ve belediyenin eliyle yağmanın kurbanı olmak üzereler. Karabağlar semtinde, dağları sarmış göçmen gecekondularının akıbeti ne olacak? Müteahhitler av tuzaklarını kurmuş, yoksulların tırnağıyla, dişiyle kurduğu evleri yok pahasına gaspa hazırlanıyorlar. Bu çakal saldırısına maruz kalan halk da eski halk değil artık İzmir’de. “Örgütlü Halk Yenilmez”e inanmışlar ve bir dernek kurmuşlar: Hak Arayanlar Derneği. Karabağlar’ın hikayesi ayrı bir yazı konusu. Ancak şu gözlemimi paylaşabilirim: Türkiye halkları yeniden, tarihsel bir uyanış yaşıyor. Halkların demokratik beraberliğinin mümkün olabilirliği bu. Bunun bir yetenek olduğunu unutmadan yaşamak da barışa gönül veren her birimize düşüyor. (MT/HK)