“1514’de Çaldıran’da Yavuz’un Bektaşi ordusuyla Şah İsmail’in Alevi ordusu karşı karşıya geliyor. 500 yıl sonra bunun davasını güdüyoruz. Köprüye Yavuz Sultan Selim ismine karşı kampanya yerine, şu Marmaray’ın adını da Şah İsmail tüneli yapalım. Yavuz benim Padişahım, Şah İsmail benim şairim. Şah da benim, Yavuz da. Ayırdığınızda ben ben olmaktan çıkıyorum. Birini içimden çıkarırsanız, geriye bir şey kalmaz.” (15 Aralık 2013)
Böyle diyor, Abant Alevi Platformu’nda, Mümtaz’er Türköne. Doğuştan milliyetçi bilinen ve bunu düşünerek bilip hak ettikçe değerlenen bir düşünürdür Türköne. Bu sözlerine gelince, itiraz edecek çok Alevi var Türkiye’de. Çünkü ne Yavuz Selim onun bildiği Yavuz, ne Şah İsmail o Şah İsmail’dir, Alevilere göre. Tarihin ve adaletin simgeleri çoktan beri değişmiştir ama davalarını Kırklar Divanı’nda görmeye alışmış bilinç biçimleri her dönem başka olguların yarattığı gerekçelerle kaynaşıp güncelleşiyor. Aleviliğin güncelliğini onları anlamak için başta kabul etmek gerekir. Türköne’yi okumuşsa, mutlaka: “Yeni bir Hür mü doğdu yoksa?” diyecekler ve sevinçle bakacaklardır fotoğrafına, Aleviler. Gelgelim, “Tamam, bütün tarihte haklısınız. İslam önderliği Ali’nin hakkıydı, Kerbela büyük haksızlıktı” dese bile, önce inanamayacaklardır Türköne’ye. O gün Yezid’in oğlu Hür’e baktıkları gibi ne yaptığına da bakacaklardır. Belki sonra bağırlarına bile basarlar o fotoğrafı, Hür’ü sevdikleri gibi. Alevilerin Yedi Ermiş saydıkları büyük ozanlarından birinin Türköne’nin çok sevdiği Şah Hatayi olmasının anlamıyla, o şairin Safevi Padişahı Şah İsmail olmasının anlamı da artık çok farklı, çoktandır farklı Alevilerde.
Yaralı cemaatin kanayan yarasını zonklatan son olay, 3. Köprünün adından dolayı “Yavuz” oldu yine. Yavuz, Alevilerin gözünde Yezit ile özdeştir. Türkçede, hakaret içeren “Seni Yavuz it seni!” cümlesindeki niteleme sıfatı olan sözcük o’dur, Yavuz”dur. Isıran köpek değil, “Yez-it! Bu bir sözcük oyunudur bu kültürde, çok fazla zulüm ifade eder Yavuz ile Yezit. Saymak gerekmez. Çok kez yinelenen bir zulümle özdeştir adları... Daha savaş başlamadan barış bile olabilecekken 40 bin kişiyi vahşice kesmiş olan Yavuz ile Kerbela’da Hüseyin’i şehid eden Yezid bin Muaviye arasındaki benzerliğin boyutları her cem töreninde bir kez daha anılır, her defasında bir daha. Üstelik Türk şair Hatayi’nin şiirleriyle anılır o katliam. Saza başlayınca âşık, cem halkı hazırdırlar, “Hüseyin attan düştü” dediği anda o kıyamet anının ürpertisini yaşarlar, bugün bile böyledirler. Dara, kuyuya ya da vahşete düşmüşlerin hallerini andıran çırpınış ve yakarışlarında Hızır’ı çağırırlar durmadan: Yetiş Ya Hızır! Diye…
Kerbela nedir? İslam’ın daha başında, halifelik için epey haklı gerekçelerle mücadele edenlerin Kûfe’de kıstırılıp katledilmesi. Olay bu kadar. Tam da Ortadoğu’nun kanlı dinler tarihinin herkese bir şey hatırlatan merkezinde ve apaçık! Alevi âşıkları bu tarihin daha ötesine geçer, bir dünya tarihi kurarlar: “Bakın canlar kaç bin yıldır yaşadım” deyip, tarihi öyle bir kurgularlar ki, söylencelerden başka kanıt olmayan bu anlatımda, davacının samimiyetine inanmamak, bilgisinin doğruluğunu kabullenmemek imkânsızdır. Kızıl Deniz’i yarıp geçen, köleleri Firavun’dan kurtaran Musa, çarmıhtaki en saf en masum insan İsa… Ortada 72 arşın uzayan kerametli Zülfikar’ın, Hızır’dan hediye gelmiş Düldül’ün sahibi Ali. Sonra 12 Havari/İmam da katıp aralarına, Allah, Muhammed, Ali/ AllahMuhammedAli!
İşte o Cem törenlerinde yaklaşık bin yıldır tekrarlanan bu teatral ritüeller, neden bugün bile, şu modern aklın artık teknolojik üstünlük bile kazandığı bir zamanda, sanki o an, atından düşmüş de işkencesi başlamış gibi ağlaşıyor, Hüseyin’e? İsa gibi şarap da değil, sanki bitmez tükenmez bir su kaynağı Hüseyin’in mübarek kan damarları. Kerbela’yı bilen suyu kutsallaştırır, doğanın her nimetini kutsallaştırır; aç susuz masumlardır hikayedekiler çünkü. Neden dinsel ritüel sırasında oluşan o kolektif ruh, az sonra göklere şahlanacakmış gibi semah dönüp dans ediyor, inanç içinde kolay anlaşılır. Evrendeki her varlığın, özellikle turnaların ve güvercinlerin, hatta evrenin donuna girmiş şamanlar gibi dans ediyor her biri.
Sonuçta o kan ter içli törenlerde bir karara varan demokrat yoksul köylü cemaatiyle beraber artık demokrat yoksul kentlileri de canlandıran bir gelenek oldular 21. yüzyılda. 1400 yıllık trajik geleneğin torunları, cemdeki duazlarda ya da dertli türkülerinde en çok da derisi yüzülen Nesimi ile özdeşleşiyorlarsa, demek hakkım ki bir düşünmelidir muktedirler.
Ölü geçmiş neden ölmez? Sosyal bilimlerin başa bela ettiği sınıf ve kültür araçlarının kavram becerisi gelip burada tıkanıyor. Bir yas, bir ukde, nasıl olur da bu kadar uzun sürebilir? Din, dil, mezhep, soy sop, ulus ya da etnisite kılığına bürünüp bugün içinde niye yaşamını sürdürür şu tarih denen ölü geçmiş? Örneğimiz Alevilerse, bu halk, 1400 yıl önceki büyük trajediyi, İslam’a inanmadığı 400 yıl boyunca yaşadığı gibi, inandığı 1000 yıl boyunca da yaşadı. O dönemler neyse bugün de aynısını yaşadığına inanan bir toplum olageldi. Dün, bugündür. Dersim’de, Çorum’da, Sivas’ta, Maraş’ta, Madımak’ta (tekerleme gibi söyleriz ya) ve daha her yörede aynısını yaşamış olan bir halk, tarihi ve yaşanan günleri herkesten daha iyi gözlemlemek zorunda. Zaten düşüncesini, yaralı derisinde, delik deşik yüreğinde, hepsini de dertli türkülerinde dışa vuruyor. Hiçbir modern fikre ya da öğretiye bütünüyle karşı değiller; ama kaynaşmaya da gerek duymadan onların yanı sıra kendi inançlarını taşıdığını düşünüyorlar. Arkaik bulmuyorlar kendilerini. En önemlisi kin gütmüyorlar; kin bir şeytandır Habil ile Kabil’de. İyilik-kötülük karşıtlığındaki kötülüktür. Kabil ile Kerbela unutulmasın ki barışla bir olup yaşayalım istiyorlar sadece. Bunu kim istemiyorsa, uzak duruyorlar.
Ölü geçmiş neden ölmez? Aleviler aptal mı, 1400 yıl önce yaşanan, sonra da geçmişlerinde yaşadıkları her trajediye bugün olmuş gibi gözyaşı döksünler? Çocuk mudur onlar ki, her biri koskoca ayrıntılar taşıyan hikâyelerinin arasında, her bir anı masumlara cinayet kurgulu o korkunç masala, o masaldan kalakalmış kayıp Mehdi gibi bir tek umuda kalsınlar? Öyleler mi gerçekten, 10 Ekim 680 günü yaşanan her şeyi, yollarını doğrulayan bir hakikat sansınlar? Hiç gelişmedi mi bu aptal? Hiç büyümedi mi bu çocuk, hiç akıllanmadı mı bu masal düşkünü halk? O günün yarasının üzerine hiç mi kabuk bağlanamadı? Niye akıllı ve vicdanlı Muhammed Hanefi’ye bile inanmadılar? Bir tarih yarası bu kadar taze nasıl kalır? Kerbela(lar) tarih biliminin bir yasası olmuş, demek bu doğa yasası kadar kesin, ne yapalım, diye bile mi avunamadılar? Tarihimizin acılarını simgelere gömerek ölülerine tapmış bir halk bu. Hâlâ taşlarda Hızır İzi bulabilen bu halk, ne ister bugünden, bugünkü dünyadan?
Ölü geçmişin bu Alevi görünümü modern bilinci fazlasıyla ilgilendirmek zorunda. Çünkü Ortadoğu’da “72 milleti bir görürüz” diyen tek inanç sistemi yaşar kaldı; o da Anadolu’daki Aleviler. Türkiye Alevilik yoluyla kaynaşabilmiş bir etniler topluluğuysa, Alevilik Türkiye’dir, diye düşünüyorlar onlar da, Türköne gibi. Hakkı yenmiş bütün halklara, bütün inançlara kendi deneyimlerinden bakıyorlar, yani içerden, candan bakıyorlar. Kendini ezmeyen hiçbir inançla çatışmamış olan, bütün inançları aynı gören devasa bir kültür, Alevi kültürü. “İncinsen de incitme. Eline beline diline sahip ol” öğüdünü, bütün dinlerin toplam öğüdünü, bazen abartmış bile sayılabilirler. Şu olgu Sayın Türköne’yi düşündürecektir sanırım: Mahkemeleri bile bitmemiş faciaların ortasında yaşıyor Aleviler. Davalar umutsuzca dünya mahkemelerine taşınmış. Akrabalar, daha dün mahkeme kapısından kovulduklarını, o kapıda yitirdiklerini birbirlerine yana yakıla anlatıyorlar. O felaketlerden nasıl bir bilinç çıkarmışsa öyle yaşıyorlar. Sonra da türkü söyleyip ağlaşıyorlar. Üstelik, hâla sözlü kültürden beslendiği gibi yazılı ve görsel kültürden de beslenen, uyanık bir inanç topluluğu bu. Ortadoğu kültürü bugün de çoğunlukla o trajik kaynaklı sözlü yazılı yaratımla besleniyor. Her yiğit ve cömert erkeğin yüzünde Ali’yi her yiğit ve cömert kadının gözünde Fatıma’yı (Fadime’yi) görürler. Celladın adı bütün tarihte bellidir ve birdir: Ali-kıran Baş-kesen. “Mavuya’nın Askerleri.” Belki de (dediğime bakmayın, inanarak söylemeliyim,) dün de böyleydi bugün de böyledir Aleviler. Ali Ali Ali diyen nakaratlarla esriyip demleriyle alev topuna dönüşen bir toplum. Bilgedirler; derler ki, “Arifler dükkân açmış ne istersen var içinde.” Apaçık söylerler: “Evladı Kerbela’yıh!” Daha ne isim ne kimlik yakıştırırsınız bize? Türk Kürt Ermeni.. bir milletten olsak ne olacak! Hepimiz Gariplerdeniz.” Derler, Neşet Ertaş gibi.
Uluslardan Kürtler, inançlardan Aleviler, İslam tarihi içerisinde iktidara pek muktedir olamamış, ama kurtuluş inancını da asla yitirmemiş, o yüzden asimile edilememiş iki halktır. Aleviler, bir kültür halkıdır; ırk ya da kan üzerinden anlaşılacak bir halk değil. Alevinin Kürdü Türkü Lazı Çerkezi olmaz; olursa Alevilik öğretisi olmaz. Horasan’da başlayan karışım, karıştıkça kendi inancına bir kez daha şükreden bir halk bilincine dönüştü; her etnisiteyi kendi soyu kabul ederler, yani insan soyu. Âdem ve Nuh mitolojisinden ayrıntılı dersler çıkarmıştır öğretileri. Türkiye coğrafyasında Alevi çoğunluğun Türkmen kökenli olması kimseyi yanıltmasın, etnik bir dayanağı yoktur Aleviliğin. “72 milleti bir” gören bu inanç, kendi öğretisiyle çelişir yoksa. (1071’de Alparslan ve Alevi Mamulu göçebe aşireti arasında, dostluktan düşmanlığa dönüşen olay da bunu doğrular, 1915’te Ermeni katliamında çoğu yerde yaşadıkları da bu yargıyı doğrular.) İnançsal varlığının devam koşullarını asla kan bağıyla sınırlayamaz o yüzden Alevi. Türk ile Türkmen özdeş kavramlar değillerdir, biri göçebe öteki yerli, ezeli kır ve kent çatışması, bu adlandırmadaki fark ile anlam kazanmıştır. Irk değil, ocak güderler; ana kucağı kadar sıcak ocakları vardır. Baş Ocak Hacı Bektaş. Her bireyinin kadın erkek canları ya da dostları vardır; karşılarında ise ırkçıları ya da “dönük”leri (kaypak liberalleri) ya da Hıdır Paşaları.
Alevilik inanç sistemi Horasan’dan önceki Arap merkezli teolojiyi yadsımak üzerine kuruludur. Çünkü kılıç zoruyla varılan inançtan iğrenmişlerdir ve çünkü o inançtakilerin kötülüğünü görmüşlerdir. Horasan göçebeleri bilgelerinin önderliğinde toplaşıp, gönül yoluyla varılan enternasyonal bir düşünce, bir kuram, bir öğreti oluşturmuştur ve bu düşünce, cem geleneğiyle aynı gönül tazeliğiyle yaşamaktadır. Telli Turna birden Konuşan Kur’an olur. Konuşan Kur’an’da her gerçek vardır, hele bir can ile cem ile ve de “dem” ile dinle, derler bize. Dem’den anladıkları içsel uyanıştır, bilgelerinin sözlerindeki doğruluğun kabulü. Kısacası: Aleviler kendi tarihlerinin notlarını Horasan’da toparlar, Kırşehir’de Hacı Bektaş’ın matbaasında çoğaltıp dağıtırlar. Sorun, hemen söylerler. “Aslını inkâr eden haramzadedir” sözü, tarih boyunca işkence edilirken, zalime karşı bağırdıkları tek değişmez slogandır. Deccal kılıklı herkesten nefret ederler.
Aleviler her kahramanını ölümsüz, her kurtarıcı görüneni “Hızır” sanmış, her yenilgisini Kerbela, her ölüsünü Hüseyin bilmiş bir toplum. Bu halk bir ara Deniz’i, Mahir’i, İbrahim’i, Ulaş’ı, Sinan’ı, Hüseyin’i, daha nicesini büyük İslam kahramanı Ebu Müslüm sandı, hâlâ da inananları var. Gerçi onlar da Ali’ye fazla benziyordu, çok güzellerdi ama o yüzden değil. Doğru yol gösteren herkesi Baba İlyas ya da Düzgün Baba sanan bir halk, çabuk kanan temiz kalpli bir halktır ayrıca. Önyargısı zayıf bir inanç sistemidir çünkü Alevilik, Tasavvuf bilgeliği vardır özünde. Hızır’ın binlerce türevi doğmuştur Alevilik mitolojisinde. Yaşayan bir Alevi bilgini olan Esat Korkmaz’ın eşsiz çalışması Simgeler Sözlüğü, bu türevlerle doludur. Aleviler “yeniden doğuş” inancına “don değiştirmek” diyorlar. Dersim’de Hüseyin’in kesik başını, Osmanlı Padişahı’na, Yavuz’a götüren bir Kerbela varyantı bile var, yani buna bile inananlar vardır; yaşantı benzerliği inancı doğrulamıştır çünkü. Beri yandan, 1970’lerde çok sevdikleri bir destancı kadına “Engels Bacı” lakabını takacak kadar bilincini güncelleyen bir toplumdur bu toplum. Bütün bir modern bilgi kazançlarına rağmen, Âşık’ı cemde dinlerken, destan “Hüseyin attan düştü!” bölümüne geldiğinde topluca acı çığlıklar atacak kadar cancıdırlar (animist). Şimdi dağlarda ve kentlerde ölen çocuklarını Ebu Müslim olmak isteyen o kahramanlar gibi anıyorlar. (Sorun isterseniz, Nuri Dersimi’nin oğlu Baran Munzur, Rojava’da savaşıyormuş. Babası ne anlatırmış dersiniz, dedesi hakkında? O Dedesi ne anlatmıştır dersiniz kendi dedesi hakkında babasına?)
Çok sık yanılırlar. Bir ara Atatürk’ün Ali’nin son reenkarnasyonu olduğuna bile inanmışlardı ama şimdi çağırdıkları tek kurtarıcı yine o eski Hızır yoldaş. Geri dönmeye, baştaki olaya bakmaya başladılar.
Türkiye dünyadan başka bir yıldızda değilse, ve bu acılar oldukça Alevilik var olacak ve dahası savaşıyor olacak. “Mufassal Türkiye Tarihi”dir bu. Türkülerinde söylenegeldiği gibi: “Düldül savaşta”, olacak, inanıyorlar buna. Pir Sultan, “Yemenden öte bir yerde/” savaşıyor demişti, “/daha Düldül savaştadır” derken. Nereyi kastediyordu, hangi coğrafyayı ve neden? Âşık bunu söylerken neden Yemen’den ötedeki Ortadoğu’da bir yeri işaretliyordu da, Ali öldürüldüğüne göre artık atı geldiği yere, okyanusa göndermiyordu? Düldül de dönseydi, doğrusu buydu? Kahramanı öldüğünde at da çıktığı suya geri dönerdi üstelik; inançlarına göre. Peki Düldül neden savaştadır, hem de süvarisi belirsiz?
Tarihini ve bugünü her ayrıntısını ezbere bildikleri, türküye dönüştürüp kuşaklarca getirdikleri o tarih bilinciyle yorumlarlar. Felakete ne kadar uzağız, ne kadar yakınız? Bu algı evrenselleşmiştir bilinçlerinde: Onlara sorarsanız, Homeros’un İliada’sının Kerbela destanından ne farkı vardır? Arkeologlarca ispatlanmasaydı, biz İliada destanına az kalsın sadece masal, içi dışı mitoloji sanacaktık. Destandaki olayların genel hattı doğru ama her bir taş, her bir tablet olayı anlatırken trajediye bir şey daha katıyor. Troya görgüsünü tam 12 kez Kerbela destanına nakşeden âşıkların, söz ve taş ustalarının bu kadar ısrarlı bir tarihi patronajları olduğuna inanmak çok zor. Homeros iki halkı da bir değerde tutarak anlatır; daha doğrusu neyse odurlar Homeros’ta. Ne Akilleus Hektor’dan, ne Hektor Akhilleus’dan aşağıdadır, yiğitlikte, mertlikte. İkisinden de, özel yetenek gerektiren ağıtlı şiirini eksik etmez şair. Bu kör ozan üstelik olaydan tam 500 yıl sonra, destanlar çağında yazmışsa destanını, değil mi ki hiçbir inandırıcılığı kalmamalıydı İliad’ın. Nasıl olmuş da binlerce yıllık insan belleği bu olayı bugün tarihten okuduğumuz gibi bilegelebilmiştir. Dahası, Homeros denen o “yaşamasız” bunları nasıl ezberinde derleyip nasıl yazmış? (Yaşamışsa kaç kanlı destan dinlemiştir kim bilir yazmadan önce, kaç destancının dizi dibinde ağıtlı yıllar geçirmiştir. Keşke her şeyini bilebilseydik.) Homeros’un yazdığı gibi mi, bozulmuş mu, önemi de kalmamıştır.
Bozulmuş da bulabiliriz ama Alevi türkü, deyiş ve destanlarında bugün bile anlamlarını güncellikte hemence bulacağımız simgesel bir çağrışım çıkagelir muhayyileye. Hak, adalet, doğruluk, birlik, eşitlik; ya da sonunda katliam nedeni olan kazanılmış masumiyet, bugünün de temalarındandır. Tarihçilerin Evliyalar tarihi ile Bilim tarihi arasında kurdukları mantıksal bağ, herkesi şaşırtır. Tasavvuf, sonsuza çoğalan bilginin ilk düşünülüş kaynağıdır.
Böyle bir toplumsa Alevi Toplumu, sayın Türköne’nin kastettiği şu senin olsun bu benim tarzı paylaşıma inanmaya yanaşmazlar, sanmam. Bu toplum, her sabah, uyanıyor: o “ku klux klan” işareti gibi bir X işareti konmuş mudur! korkusuyla kapılarını yoklayan bir halk. Yavuz’un konuşulduğu şu zamanda. Bu çağda böyle bir halk olduklarına inanamayan modern Alevi çok var ama zamanın gerçeği ya da ruhu, o Cem’de anlatılan mitolojileri, o ağıtları o kara destanları apaçık doğruladı ne yazık ki. Ne fazla ne eksik: Dün ne istemişlerse bugün de onu istiyorlar. Adalet. Hatta insanı tanrı katına yüceltecek üstünlükte bir adalet. Yaratılanı bir görenin adaleti. Bunun anayasal adı da eşit haklar. Haklarda mutlak eşitlik. Bu nedenle Demokratik bir Cumhuriyetin en önemli kültür harcı olacaktır Aleviler. Semahlarında âşık “yürüyün yürüyün hak diye yürüyün!” derken görmelisiniz onları.
Bugünün dünde yaşanan trajediye benzerliği korkunçtur; bugünkü çağrışımlarının verdiği huzursuzluk, uzunca süre tutulmuş bir nefes gibi yaşanır bazen. “Ayırdığınızda ben ben olmaktan çıkıyorum. Birini içimden çıkarırsanız, geriye bir şey kalmaz.” diyerek ayrımcılığa karşı, etkileyici konuşuyor Türköne. Gerçek bir yazar ve düşünür olduğuna inandığım Mümtaz’er Türköne’ye bir gün karşılaşırsak soracağım ve sorularımı dayandıracağım gerekçelerdi bunlar. İnsan cevabını bildiği soruları da sormak zorunda kalır, hatta hakkıdır bazen. (MT/AS)