Leyla Erbil’i 19 Temmuz 2013 günü kaybettik. Mahmut Temizyürek’in 9 yıl önce Varlık Dergisi’nde (Mart 2004) Leyla Erbil için kaleme aldığı yazısını yayınlıyoruz.
* * *
Leyla Erbil, doğru bildiği bir edebiyat pratiğini elli yıldır sürdürüyor. Yola çıktığı edebi değerler uğruna, kendi deyimleriyle “sevimsiz”, “oyun bozan”, “delilikle haşır neşir” olmayı göze almış; yadırganmak ile anlaşılmak arasındaki o uzun, o yıldırıcı mesafeyi de.
“İmla işaretlerine müdahale eden bir yazarsınız”(1) saptamasına şu yanıtı veriyor: “Belki de tersine, yetersiz imla işaretleri, gramer, dil benim beynime müdahale ediyor? (Benim bazı insanlarım) oyun bozan olarak Türk Dil Kurumu'nun imla kurallarına başkaldırıyorlar... (...) Bildiğiniz gibi imla kılavuzları normal (!) insanlar tarafından normal insanlara önerilir. O vakit (normal sayılmayanların) dünyasına uygun birtakım işaretler icat ederek (...) normal insanlar için yapılmış olan işaretlere müdahale ediyorum! Daha önce başka yazarlar neden böyle düşünmemiş de bana bırakmışlar bu işi bilmem. Çünkü bu gibi yenilikler insanı sevimsiz kılar. Özellikle deliliği, düşseli, bilinçdışını anlatan yazarların bunu gerçekleştirmeyi akıl etmesi gerekirdi. (...) Adı gelecekte belki de "Leyla işaretleri" (!) olarak dünya dolayımına geçecek olan göstergelerim gerçekleştirildi! (...) Bundan sonra bol bol deli söylemleriyle haşır neşir olma olanağı bulacağım demektir!”
Bir de, ilk kitabı Hallaç’taki “Bilinçli Eğinim I” adlı öyküden (yayımlanış tarihi 1959’dur) bir alıntı:
“(...)(P)aranız vardı da niçin aldınız (çaldınız demek istiyor MT) o çocuk donunu, rica ederim bunu anlatın bana.” Önce bunu, kendimin de bilemeyeceğini söyleyerek yansıtmayı düşündüm. Ardından bana en doğru geleni, ÖYKÜ UĞRUNA KİŞİYİ SONUNA DEK GETİRME DENEYLERİNDE bulunduğumu, kolayca önüne geçilir atılganlıklarıma bile bu yüzden hiç ket vurmadığımı, böylece bireyi, insanı KENDİMDE SINAMA’ya KISTIRMA’ya uğraştığımı söyleyecek oldum. Caydım ama, alt yanı bir polisti işte: OLGULARIN BENİ DEĞİL BENİM OLGULARI YÖNETTİĞİMİ söyledim ona. (...) “(O)laylara karşı koymakla kişi hem kendi özgürlüğünü –bi ölçü içinde- elinde tutmuş oluyor, hem de BEN’den önce yanlış mı, doğru mu olduğunu irdeleyemediği bir düzenin içinde suçlu bir başkaldırma örneği vererek ötekileri de etkiliyor, uyarıyor. “Böylece” diye ekledim, “geleceğe karşı sorumluluğunu koyuyorum ortaya. Bi sorumluluk kalıplaşmamış, donmamış bi sorumluluk mösyö.” (...) “Yeniden kıstım gözlerimi alkolden kıpkırmızı olmuş burnunu süzdüm, döndüm, sırtımı ona doğru iyice sivrilterek yürüdüm. Artık hiç unutmazdı beni hah hah hahhay!”
Şu gözlemleniyor: Yazar, kahramanlarını fırlattığı uç durumlara kurmuş yazı masasını. Onları zorda sınamak ve kıstırmak için. Bu demek kendini zorda sınamak ve kıstırmak için. Kahramanlarının yaşadığı durumlarla kendi yazı serüveni arasında bir fark yok aslında. Yeni imla işaretlerinin ilk işaretçisi değil yalnızca; edebi bir başkaldırının da temsilcisi. Edebi ve toplumsal muhafazayı da kırmak için “çekiçle” edebiyat yapıyor, ilk öyküsü “Uğraşsız”dan (1956) bu yana.
Leyla Erbil’in yazısından duyulan ilk nota, insanın düştüğü sakatlanışlara, yabancılaşmaya, körleşmeye işaret çakmak isteyen bir siren sesidir. Bu sesin duyulması içindir “başkaldırı”. Bu başkaldırıyı anlamak için, insanın yabancılaşmış ve bu yüzden sahtelik, duyarsızlık, ruhsal sağırlık illetine yakalanmış olduğunu kabul etmek gerekir.
Leyla Erbil, yerleşik edebi bilinci sarsmak ve değiştirmek mi istemektedir? “Her edebi yapıt bir başkaldırı temsilidir” diye düşünenler vardır. Bu kanı her zaman doğru olmayabiliyor. Şu da açıktır ki, edebiyata başkaldırmayan bir edebiyat, devraldığı edebi mirası aynen tekrarlıyor demektir. Erbil ve kuşağı, (Sevim Burak, Onat Kutlar, Erdal Öz, Orhan Duru, Ferid Edgü, Adnan Özyalçıner, Demir Özlü vd) yenilikler arayan, edebi deneyler ortaya koyan bir kuşaktı. Kendilerinden hemen önce Vüs’at O. Bener’in yapmak istediğini doğru anlamış olan bu kuşağın, insan ve toplum hakkında tutarlı bir bilinçleri vardı. İnsan, kendi içindeki diktatörün bilincinde olmadan, deyim yerindeyse o kişisel faşizmle hesaplaşmadan, iktidarın bizzat dilde yapılandığını görmeden iktidarla ya da faşizmle savaşılmayacağına inanan bir bilinçti bu. Bu bakışla, bireyin yaratıcı özgürlüğünün “anlamsıza kadar” gidebileceğini edebi ilke sayabilmişlerdi. Felsefede, psikanalizde ve bilimsel araştırmalarda gelişen bireye bakıştan ilham aldıkları gibi, bunu asıl edebi biçimlerde zenginleştirmek gayreti güdülemişti, Erbil ve kuşağını.
Gerçeküstücülükten ilham almış özellikleriyle savaş sonrası Avrupa’sının Fransa sahnesinde canlanan sanat ve felsefede etkin olan yeni bakışlar, özellikle Varoluşçuluk ya da ABD’deki Beat Generation gibi avangart yazının temsilcileri, Samuel Beckett, Albert Camus gibi yaşam ve anlam bağlamlarını sıkı sıkıya sorgulayan yazarlarla bir yöneliş belirmişti, 1950’li yıllarda. Sorgulayan, kuşkulanan, eleştirel anlayışı yeniden canlandıran ideoloji kırıcı bir özelliği vardı bu edebi yönelişin. Örneğin, “yazar” sözü, bu kuşak için, bugün olduğu gibi, “kullanıldığında kullananı alay konusu yapan, içi küçülüp çirkinleşene dek boşaltılan” bir sözcük olarak algılanıyor ve yazar kimliği sorgulanıyordu. Bu kuşak, “yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymadan kimsenin yazar olamayacağını” (Canetti) bilen bir kuşaktı. Yeni bir yazar ahlakı oluşmaya başlamıştı Türkiye’de ve Leyla Erbil, bu kuşağın uçtaki yazarlarından biri oldu. O güne kadar yapılmış tanımlara karşı kuşkucu yaklaşımı, yerleşik anlayışları yadsıma tutumu ile dikkat çekmekteydi Erbil’in yazdıkları. Okur beğenileriyle ilgilenmiyordu; anlaşılmamayı, yadırganmayı göze almışlardandı.
Ustalıkla kurgulanmış metinlerarası ilişkiler, imgeyoğun anlam katmanları, yinelendikçe izlekleri pekiştirilen ifadeler... Ama asıl, anlatıcının huyunun değişmesi önemliydi bu metinlerde. “İnsanla insanın ilişkisi insanın kendisiyle ilişkisidir” demişti Marks. Bu sözün edebi açılımını arayan bir yazar kuşağı doğmuştu Türkçe’de. Edebiyatımızın evriminde önemli bir anlayış değişimiydi bu.
Anlatı biçiminde olduğu kadar, “nesne ilişkileri”nde bir oynamanın, nesnelere bakış açısında yeni gelişen bir odağın belirmesiydi öne çıkan. Yazarın anlatı nesneleriyle ilişkisinde mesafeler, yazarlık bilinci ve iradesi, gerçeğin çözümlenmesinde boyutların, seslerin, imgelerin ve başka işaretlerin çoğulluğu ve yoğunluğu girmişti metne. Batıda bu değişimi başlatanlardan birinin sözleri şöyledir: ‘Sanatçı kendi bir epik olayının merkezinde olarak uzun süre düşündüğü zaman (...) duygusal çekim merkezi sanatçıdan ve başkalarından eşit derecede bir uzaklığa varıncaya kadar ilerler ve böylece en basit epik biçiminin lirik edebiyattan geliştiği görülür. Anlatı artık katıksızca kişisel değildir. Sanatçının kişiliği anlatının içine geçer, kişilerle eylemin çevresinde dirimsel bir deniz gibi akar durur.” (2)
Erbil’in anlatısında, “kendisinden ve başkalarından eşit derecede bir uzaklığa varıncaya kadar ilerleyen” yazarı görürüz öncelikle. Yazarın bilincinin, bilinç akışının ve yaklaşımındaki farklılığın kimi kahramanlarınca da temsil ediliyor olması, ben merkezli bir anlatı özelliği taşımaz. Yeni bir durum vardır anlatıda. Hallaç’taki kahramanın dediği gibi, ÖYKÜ UĞRUNA KİŞİYİ SONUNA DEK GETİRME DENEYLERİNDE bulunmaktadır yazar. Bunun için ve bu yüzden, kolayca önüne geçilir atılganlıklarına bile hiç ket vurmamakta, böylece bireyi, insanı KENDİNDE SINAMA’ya KISTIRMA uğraşısı vermektedir. Yeni bir irade, yeni bir birey tasarlarken yeni bir edebiyat doğmaktadır böylece. O birey, tıpkı yazar gibi, şöyle konuşur: “OLGULARIN BENİ DEĞİL BENİM OLGULARI YÖNETTİĞİMİ söyledim ona.”
Olguları yöneten birey olma iradesinin hükümsüz kaldığı yere kadar kullanılması, İkinci Yeni şairleri için söylenen “Anlamsıza kadar özgürlük” sözünü çağrıştırmaktadır. Edebi iradenin baskı altına alınmaksızın kendini var etmesi gereğine vurgu yapmaktadır bu önerme, bu şiar. Erbillerin İkinci Yeni ile zamandaş oluşu rastlantı mıdır? Sanmıyoruz. Erbil ve kuşağının, İkinci Yeni şairleriyle karşılıklı bir etkileşim yaşadıkları iki tarafın metinlerinde de kolayca görülebilir. İkisi de öncü atılımlar peşindedir. İkisi de bireyden çıkar yola. İkisi de toplumun ve insanın açığa çıkmamış hallerini kuşatacak bir bilinç arayışındadır. İkisi de imgelerin seferberliği konusunda aşkın deneyler yaparlar. Her türlü rantçı sahteliğe karşı edebiyatı yapıbozum tekniğiyle işletmektedirler. Kaba maddecilik, ham idealizm ya da gözboyayıcı metafizik oyunlar, bu metinlerde zavallı edebi retoriğin bir parodisi, kimi zaman bir alegori malzemesi olur. Bir bakıma Gerçeküstücülerin çıkışına benzer, Erbil’in ve İkinci Yeni’nin çıkışı. Gerçeküstücülük, gerçeğin ideolojiler tarafından baskılanışına karşı bir başkaldırıydı. Gerçeğin geleneksel ya da modern anlam kalıplarıyla daraltılmasına, bireyin o gerçek üzerindeki etkisinin asla hissedilmemesine karşı bir başkaldırı. Bir tür dışavurumcu bir yazı da denebilir buna. Aynı metin içindeki çok seslilik ve çok üslupluluk da bu özgürlüğün bir parçası olarak doğmuştur. Bu haliyle her okura değil yaratıcı okura, kendisi gibi kuşkucu okura seslenmeyi yeğleyen bir yazıdır bu. Yazarın kuşkucu bilinci, ideolojilerin maskesini indirmek için her cümlede içkindir. Kendini kendi retoriğine kaptırmayan, kendine de mesafe alan, “yazar”ı da sorgulayan bir yazardır aynı zamanda. (Cüce, bu yargıya kusursuz bir örnektir.)
Bu özelliklere daha birçok örnek katılabilir. Özetle, Türkçe, toz tutmamak, yağ bağlamamak için yine yazarından, şairinden başlayan temizlik hareketine kavuşmuştur. Türkçeyi kente taşıyan, ya da kentte yaşayan Türkçeyi yeğleyen bir dildi bu. Aynı zamanda zenginleşmiş, çoğalmış ve başkalaşmış bir yazı ve imge alanıydı metinleri. Bu edebiyat, ne yazık ki, daha sonraki kimi örnekleriyle gerileyen edebiyatımızda bugün de birçok bakımdan avangart bir konumdadır.
Leyla Erbil’in edebiyata getirdiği başka bir özellik daha vardır: Bu edebi pratik, reel politikayı, bayağı siyasal ortamı dışlayarak küçümsüyordu. Edebiyatın görece özerk yapısına başka bir iktidar amaçlı disiplinin tahakkümünü kesinlikte reddeden bir edebi pratikti bu. Beri yandan ileri politik, psikanalitik ve felsefi yaklaşımlardan güçlü esinler alan bir edebiyattı Erbil’in edebiyatı. Örneğin Marks’ın, örneğin Freud’un öngördüğü toplum ve birey tasarımını, edebi ilhamına katmış bir yazardır. Edebiyat yapış tarzı Nietzsche’nin felsefe yapış tarzına benzer. Şu savı da öne sürmek benim için zor değil. 1960 sonrasında Batı’da gelişen Foucault, Deleuze, Derrida gibi öncekileri; Nietzsche’yi, Spinoza’yı ve Marks’ı yeniden yorumlayan düşünürlerin kimi tezleri, Leyla Erbil’in 1950’lerin sonunda yazdığı kimi öykülerinde içkindir. Buna çarpıcı bir örnek Hallaç’taki (1961) Baltık adlı (Sait Faik’e adadığı bölümdeki) öyküsü ile Michel Foucault’un 1975’te yayımlanan Hapisanenin Doğuşu adlı yapıtıyla bakış benzerliğidir. Bu konuyu irdelemek heyecan verici olabilir; Derrida’nın yapıbozum tekniği ile Erbil’in metinlerindeki benzerlik...
Batıdan referans alarak yazarımızı ispatlamak gibi anlaşılmasından korka korka, şunu da eklemek isterim. Nietzsche, Marks ve Freud ilhamlarının Leyla Erbil’in metinlerinde içkinliğinin bir ifadesi, ideolojilerin çözünümü üzerine işleyen şiddetli, bilinçli “eğinim”dir. Bireyin özgürlüğünden hareket eden özgürlükçü düşüncelerin, ülkemizde önce edebiyat alanında yankı bulduğuna da bir işarettir, Leyla Erbil’in yapıtları. Kimi zaman alay, kimi zaman ironi teknikleri bu hamleye yardım eder. Leyla Erbil’in ironisi, liberal bir ironi değildir. Hırçın, gergin, sert bir ironidir; ideolojik olanın yüzündeki peçeyi hışımla çeken (Eski Sevgili’de olduğu gibi), Füsun Akatlı’nın deyimiyle, “hırçın sesin tizleşmesi” biçiminde işleyen bir ironidir bu. Acının kendini olumlamasına karşı ve kendine kapanarak idealistleşmesine karşı bu teknikle ideolojik yapıyı bozar. Keza, mutluluğun aldatıcı bilinci de bu teknikle hallaç pamuğu gibi atılır. Erbil; Joyce, Woolf ve Foulkner’da temsil olunan bilinçakışı tekniğinin Türkçe’de yetkinleşmesini de sağlamıştır. Sanat, bir kez daha, olağanüstü sezgi gücünü ve öngörüsünü, Leyla Erbil’in yapıtlarında göstermiştir.
Psikanalizin Leyla Erbil edebiyatına etkisi belirgin bir özelliktir. Bilinçaltı dolayımlarının işaretlerini veren çoklu anlatı katmanlarıyla, baskılamanın dilde ve davranışta nasıl dönüşüm geçirdiğine dair imgesel işaretlerle ve düşlerin yorumunda kullanılan tekniğin, yani rüyadaki birincil ve ikincil süreçler gibi metnin açık ve gizli içeriğinin görünümlerinin ustalıkla işlenmesiyle de belirginleşir psikanaliz etkisi. Bütün bunlar, “bilinçli eğinim”le(3) metne yansımaktadır. Hallaç’ta iki öykü adının da Bilinçli Eğinim olması ve bu tekniğin sonraki metinlerde de, (en son yapıtı Cüce’de örneğin) devam etmesi, Erbil’in baştan sona tutarlılıkla işleyen poetik bir yapısı olduğunu gösterir.
Sınıfların tarzlarının, beğenilerinin, tutum ve davranışlarının, ideoloji-sınıf ilişkilerinin, bireyde bu çatışmaların yansımalarının bilinçli bir gözlemle metne gizlenmiş olması, yazarın toplumsal ve edebi bilincinin boyutlarını gösterir. Marks’ın öngördüğü eleştirel düşünce, kendi eleştirisine de olanak verdiği için, bu yeteneği kullanmaktan asla kaçınmayan yanıyla devrimcidir. Marks’ın bile yaka silktiği, Marksizmin kimi dogmatik yozlaşmaları ve baskıcı iktidar buyruklarına vardırılmış uygulama ve eğilimleri, Erbil’in ironik eleştirisinden kaçamaz. Bu ironik eleştirinin sayısız örneğini cümlelerde bulabileceğimiz gibi, Tuhaf Bir Kadın’da Bayan Nermin’in sosyalizm adına düştüğü popülizmin gülünç boyutları, “Biz İki Sosyalist Eleştirmen” öyküsünde keza, sol edebiyat ortamın kimi tiplerinin gülünç karakterleri, (bunun en son ve çarpıcı örneği Bir kötülük Denemesi’nde verilmiştir) Marksizm adına yapılan sahteliklerin yazarın eleştirel bilincinden kolay kaçamayacağını da gösterir. Karşılıklı bir çatışma vardır burada: Erbil’in bu gülünç kahramanları da Erbil’e karşı direnirler ve onu asla görmezler ya da görmezden gelip “susuş suikastı”na uğratırlar.
Cüce, yazarın Karanlığın Günü’nde de güçlü bir temsili bulunan yaşamdaki bütünlük arayışının edebi doruk noktası olmuştur. Leyla Erbil, Cüce’de, kendisinden başka bir yaratı ve değer tanımayan, konu aldığı her şeyi kendine benzeten medyanın yazarı ve edebiyatı hiçliğe varacak düzeye kadar indirgeyen tutumunu, alegorinin çarpıcı örnekleriyle anlatmıştır. Bu romanıyla, meselesi olan edebiyatı yeniden gündemimize çağırmıştır Erbil. Cüce, bütün bir yazarlık sorgulamasının, yazı ile görselliğin dünyalarının farklılığının, yazının özerk dünyası ile gündemin dayattıkları arasındaki ilişkinin çok yönlü, çok katmanlı irdelenmesini başarmıştır. O kısacık metinle, zihnin konformizmine, dilin dar kalıplarına, toplumsal yaşantıların hangi biçimde olursa olsun faşizan yüzüne şaklatmıştır eleştirel düşüncenin kırbacını.
1956’da ilk işaretini gördüğümüz yazarın bugün de öncü olması ne tuhaf! Yaklaşık yarım yüzyıl sonra bile onun öncü niteliğini aşan bir yazarın henüz bu yetkinlikte belirmemiş olması ne tuhaf! Beri yandan, bize ne mutlu ki, onun yazdığı dilde yaşıyoruz. Ve ne mutlu ki bize, (“biz”: Erbilsever’ler: normalliğinden bazen kuşkulanan “normaller”), Erbil, alıştığımız işaretleri bozmaya, böylece sakatlanmışlığımızı göstermeye, aldanışları ve sahtelikleri teşhir etmeye devam ededuruyor.
------------------------------------
1- Leyla Şahin, 6 ağustos 1998, Cumhuriyet. (Öğrendiğime göre söyleşi Sırma Köksal’ındır. Yanlışlıkla Leyla Şahin’in olmuş.)
2- J. Joyce. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, sf. 224. De Yayınevi, 1966 Çev: Murat Belge).
3- Eğinim: Kişinin bedensel ve ruhsal isteklerini tümünün genel adı (Püsküllüoğlu).