Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 2002 yılında iktidara gelişinden bu yana, bu partinin daha önceki sağ partilerden farklı olduğuna ilişkin görüşler ısrarla savunuldu. Bu konuda birbirinden farklı hatta karşıt görünen iki tez vardı.
Bunlardan biri, daha önceki sağ iktidarların liberal ve/veya muhafazakar olduğu fakat AKP'nin şeriatı getirmeyi amaçladığı görüşüydü ki son sıralar pek revaçta olduğu söylenemez. AKP'nin şeriatçı olduğunu için için düşünenler hala var ama on yıl sonra bunu savunmakta hayli zorlanıyorlar.
Öteki görüş bunun tam tersini savunanlarca benimsendi. Onlara göre AKP şeriatçı falan değil tam tersine ilerici bir partiydi. AKP'nin liberal, piyasa ekonomisinden yana, küresel ekonomiye açık, demokrat, özgürlükçü, çağdaş bir parti olduğuna inanıyorlardı.
Bu tezi savunanların en azından bir bölümü bilimsel düşünceye önem verdiğinden, görüşlerinin maddi temelleri olduğunu da ileri sürmeyi ihmal etmedi. Onlara göre daha önceki sağ partiler bu özellikleri taşımıyordu çünkü onlar memleketi soyup soğana çeviren bir oligarşinin, kısaca İstanbul burjuvazisinin partileriydi. Oysa AKP yeni yeni palazlanmaya başlayan bir gücün, Anadolu sermayesinin partisiydi.
Anadolu sermayesi, şimdiye kadar devlet olanaklarından yararlanarak güçlenen ve bu nedenle düzenin hiç değişmeden sürmesini isteyen İstanbul sermayesinin egemenliğine son vermişti.
Çağdaş gelişmelere paralel olarak, küresel ekonomiye açık, ihracatçı, rekabetçi, özgürlükçü, yepyeni bir düzen kuruyordu ve bu düzeni kurabilmek için hem İstanbul sermayesiyle hem de devletle mücadele ediyordu.
Bu görüş hala yaygın biçimde savunuluyor. Fakat AKP'yi tanımlamak için kullanılan liberal, dışa açık, rekabetçi, demokrat, özgürlükçü gibi sıfatların Anadolu sermayesi tarafından temsil edildiğine neden inanmamız gerektiği açıklanmıyor.
Yalnızca, şimdiye kadar olandan farklı bir yolda gidildiği söyleniyor ve bu yola girilmesini sağlayan gücün de -ortalıkta başka bir güç görünmediğinden olacak- Anadolu sermayesi olduğu belirtiliyor.
Devlet eliyle burjuva yetiştirmek
Bu görüşün doğru olması iki önemli kabulü gerektiriyor. Bunlardan birincisi, Türkiye'nin kapitalistleşme sürecinde devletin sürekli olarak İstanbul sermayesini desteklediği, Anadolu sermayesinin gelişmesine set çektiğidir.
Öteki de, son on yıldır Anadolu sermayesi iktidarda olduğuna göre, Türkiye'nin ekonomik göstergelerinde, İstanbul sermayesi aleyhine ve Anadolu sermayesi lehine, ciddi bir dönüşüm yaşanmış olmasıdır. Peki bunlar ne kadar doğru?
Önce birinci kabulü ele alalım. Türkiye'de devletin Anadolu'da burjuvazi oluşmasını istemediğini iddia etmek, hatta istememesi bir yana, Anadolu burjuvazisinin oluşması için çaba harcamadığını düşünmek akla ziyandır.
Türkiye'de son yüz yılın iktisat tarihi, devlet eliyle burjuva yetiştirme tarihidir. Devlet, liberallerin pek sevdiği İttihatçı Maliye Nazırı Cavit Bey'den bu yana burjuva yetiştirir. Burjuva İstanbullu mu taşralı mı, diye bakmaz, tek kriteri burjuvanın Müslüman olmasıdır.
İzmir İktisat Kongresi'ne kadar gitmeye gerek yok; devlet, en azından planlı dönemin başından beri, Anadolu sermayesinin güçlendirilmesi için sistemli bir biçimde uğraşmıştır. Daha Birinci Plan'da "gelişme imkanları olup da bu imkanları kullanamamış bölgelere yatırımların akmasını teşvik etmek" hedeflenmiştir.
İkinci Plan'da, "teşviklerden en çok belirli bölgelerdeki kuruluşların yararlanması" önemli bir sorun olarak belirtilmiş ve bunu önlemeye ilişkin tedbirler saptanmıştır.
Üçüncü Plan, teşviklerin tamamen bölge esasına göre verilmesi yöntemlerinin devreye girdiği dönemi kapsar. Bölgesel teşvikler yakın zamana kadar sürdürülmüştür.
Bu politikaların sonucunda, 1980-1997 tarihleri arasında Afyon, Bilecik, Çorum, Denizli, Eskişehir, Gaziantep, Kayseri, Konya, Malatya, Maraş, Uşak illerinin imalat sanayii işyerlerinin Türkiye toplamı içindeki payı artmış, İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana'nın payları azalmıştır. Afyon, Bilecik, Çorum, Denizli, Gaziantep, Kayseri ve Maraş'ın imalat sanayii katma değeri içindeki payı da yükselmiştir.
Bu veriler Türkiye'de sanayinin bölgesel dağılımının dengeli olduğu ve İstanbul'un olağanüstü bir ağırlığının bulunmadığı anlamına gelmez. Sadece devletin sanayinin çeşitli illere yayılmasına yönelik politikalar uyguladığını gösterir. Bu politikalar Türkiye'de uygulanan birçok politika gibi, büyük ölçüde başarısız olmuştur.
Türkiye'de hayatın neredeyse her alanında görülen dengesizlik, sanayinin bölgesel dağılımına da yansımıştır. Üstelik, takriben 1500 yıl kadar bu havalinin merkezi olan İstanbul'un gelişme potansiyelinin diğer illerle kıyaslanmayacak kadar yüksek olması doğaldır. Bunun ardında ille de devlet komploları aramaya gerek yoktur.
Şimdi de, AKP iktidara geldiğinden bu yana, iktisadi göstergelerde Anadolu sermayesi lehine, İstanbul sermayesi aleyhine gerçekleşen değişiklikleri arayalım.
Doğal olarak ilk bakılması gereken gösterge toplam gelir içinde Anadolu'nun ve İstanbul'un paylarıdır. Bu amaçla gelir vergisi matrahlarını kıyaslamak uygun bir yöntem olabilir. Maliye Bakanlığı verilerine göre son on yıl içinde bu paylarda anlamlı bir değişiklik olmamıştır.
İstanbul gelir vergisi matrahının Türkiye toplamı içindeki payı 2000 yılında yüzde 38,7, AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 40,0, 2010 yılında da yüzde 40,1 kadardır.
Gelir verisi matrahı şirketleri değil tüm nüfusu ilgilendirir, bu nedenle iyi bir gösterge olamaz denebilir. O zaman, kurumlar vergisi matrahlarını karşılaştırmak uygun olabilir.
Kurumlar vergisi matrahında İstanbul'un payı 2000 yılında yüzde 50,5, AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 50,7'dir. 2005 yılından sonra kurumlar vergisi tasnifinde bir değişiklik yapılarak, büyük mükellefler ayrı bir kategori olarak toplanıyor. Büyük mükelleflerin de ağırlıklı olarak İstanbul'da olduğunu düşünürsek, 2010 yılında İstanbul'un payı yüzde 53,2'ye çıkmış görünüyor.
İstanbul sermayesinin iç piyasaya, Anadolu sermayesinin küresel piyasaya dönük çalıştığına ilişkin tezleri değerlendirmek yararlı olabilir. 1996-2010 yılları arasındaki ihracat değerlerini kıyaslamaya olanak veren veriler mevcut.
Bu verilere göre 1996-2002 yılları arasında her yıl toplam ihracat değerinin yüzde 57-59 kadarı İstanbul'dan sağlanıyor. 2002-2009 yılları arasında da bu oran yüzde 55-57 arasında değişiyor. Sadece 2010 yılında yüzde 47 gibi çok düşük bir değer görülüyor.
Türkiye Bankalar Birliği'nin verilerine göre, banka kredilerinin coğrafi dağılımında da anlamlı bir değişiklik fark edilmiyor. İstanbul'un toplam banka kredilerindeki payı 2000 yılında yüzde 37,4 iken, 2005 yılında yüzde 35,2'ye kadar düşüyor, sonra tekrar yükselerek 2010 yılında yüzde 38,5'e ulaşıyor.
Sermaye tercihleri açısından fark
Yatırım teşvikleri, devletin kimi desteklediğine ilişkin önemli bir göstergedir. Ancak kurumların, bakanlıkların, teşvik yöntemlerinin sıklıkla değişmesi nedeniyle bu konuda düzenli bir seri elde etmek zordur.
Yine de, farklı kaynaklardan hareketle bir kıyaslama yapılabilir. 1968-1998 arasındaki 30 yıllık dönemde, yatırım teşviklerinin yüzde 45'i Marmara bölgesine gitmiştir (İllere göre bir tasnif mevcut değildir).
Marmara bölgesinin payı bu dönemde, yıllara göre değişmekle birlikte sürekli olarak düşürülmüş ve dönem sonunda yüzde 36'ya inmiştir. AKP döneminde yatırım teşviklerinde Marmara bölgesinin payı yüzde 30-42 arasında değişmektedir. 2009 yılının değeri yüzde 33'tür.
KOBİ teşviklerinde durum biraz daha farklıdır. 2004-2009 yılları arasında KOBİ teşviklerinde Marmara bölgesinin payı yüzde 13'den yüzde 30'a yükselmiştir.
Bütün bu göstergeler, ortada belirgin bir "tercih" olmadığını gösteriyor. AKP'nin kendinden önceki sağ partilerden anlamlı bir farkı yoktur. Elbette ki yakın geçmişteki sağ partilerin birbirinin tekrarı olduğu söylenemez. Ancak aradaki fark uluslararası koşulların ve Türkiye ekonomisinin gelişiminin gerektirdiği kadardır.
Böyle bakıldığında, sermaye tercihleri açısından çok farklıymış gibi sunulan partilerin, günümüzde var olsalardı AKP gibi davranacaklarını düşünebiliriz.
Örneğin, AKP'nin ve Anadolu sermayesinin dışa açılma ve küreselleşmeden yana olduğu yazılıp çiziliyor. Oysa ekonomide korumacılığa son verilmesi Doğru Yol Partisi (DYP)- Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) hükümeti tarafından sağlanmıştı. Uluslararası kuralların geçerliliğinin kabulü de, ülkenin en tutucu partilerinden oluşan Demokratik Sol Parti (DSP)- Anavatan Partisi (ANAP)- Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) koalisyonu tarafından benimsenmişti.
Onuncu yılına girerken, AKP'nin bu partilerden farklı olduğunu gösteren bir ekonomik veriye sahip değiliz. Geriye kültürel farklılık kalıyor.
Kültürel farklılık nedeniyle bazıları partiyi şeriatçı ilan ederken, ötekiler de -burjuva kültürüne pek yakıştıramadıklarından olsa gerek- Anadolu sermayesinin temsilcisi olarak gösteriyorlar. (BD/BA)