Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin karanlık bir döneme giriş işareti olduğunu herhalde herkes farkediyor. Türkiye’de devletin gerek gördüğünde son derece sert yöntemlere başvurduğu bilinir. Öyle ki, muhaliflerin görece rahat ettiği dönemler devletin gerçek yüzünü gösterdiği baskı dönemlerine verilen aralar gibidir.
Yine de ülkeyi yönetenlerin böyle bir karar almasında bir tuhaflık var. Can Atalay’ın kalitesi bir yana, memleketin başında herhangi bir milletvekilinin varlığından endişeye kapılmayacak kadar güçlü bir hükümet var. Can Atalay’ın partisi Türkiye İşçi Partisi de, ülkedeki antidemokratik kurallar nedeniyle, dört milletvekili olduğu halde mecliste söz hakkı bile verilmeyen bir parti.
Cumhurbaşkanı ve AKP, Can Atalay’ın milletvekili olması ile bir sorun yaşamayacağı halde, bu konuyu neden adım adım büyütüp hayati bir mesele haline getirdi? Bunun sebebinin, ülkenin içine girdiği çıkmazdan olağan koşullar altında çıkılamayacağını görmeleri ve olağanüstü çözümler aramaları olduğunu sanıyorum.
Ekonomide sorun da dert çözüm de
İçinden çıkılamayacak sorunların başında ekonomi geliyor. Artık herkesin bildiği saçma sapan finans politikaları, memleketin başına bela olan kamu-özel işbirliği yatırımları, çökertildikçe ithalatı artırılan ithalatı artırıldıkça çökertilen tarım sektörü, eşe dosta para saçma törenine çevrilen kamu ihaleleri, arsaların kıyıların ormanların parsel parsel satışları çözümsüz noktaya getirdi.
Tayyip Erdoğan ile Mehmet Şimşek arasındaki anlaşmanın seçimlere kadar döviz kurunu tutmak, yoksulluk düzeyini daha da aşağı çekmemek, işsizliği artırmayacak ölçüde kamu harcamalarını ayarlamak gibi hususları kapsadığı anlaşılıyor. Böyle “idare edilen” süre uzadıkça, seçimden sonra gündeme gelecek politikaların da daha şiddetli olmasını beklemek lazım.
Mehmet Şimşek’in ekonomiye bakışının uluslararası finans çevrelerinden zerre farkı olmadığını biliyoruz. Belli ki iki ay daha sabrederek, zaten çoktan hazırlanmış olan “hakiki” politikaları yürürlüğe koyacaklar.
Seçime kadar 30 lira civarında tutulan döviz kuru seçimden sonra dış ticaret dengesi kurulana kadar yükseltilecek. Asgari ücret, emekli maaşları gibi harcamaların düzeyi enflasyon oranının iyice altında kalacak şekilde ayarlanacak. İç talep daraltılırken firmaların ihracata ağırlık vermesi sağlanacak. Bütçe disiplini dolaylı vergilerde yapılacak düzenlemelerle sağlanacak. Zaten her zaman yapılan aşağı yukarı bunlardır.
Tabii ki yapısal dönüşümler, bilimsel araştırmalar, teknolojik gelişmeler, insangücü kalitesi gibi teferruata girilemeyecek çünkü sorunlar çok acil. Sorunlar acil olunca çözümün de acil olması gerekiyor. Çözüm ne kadar sürer, bunu şimdiden bilmek mümkün değil fakat en azından acılı olacağını söyleyebiliriz.
Dış politikada haddini aşan hevesler
Ekonomideki başarısızlıklara dış politikadaki başarısızlıkları da eklemek lazım. Dış politikayı genel olarak değerlendirmek ayrı bir konu. Fakat bu yönetimin her dış politika hamlesinin bir ekonomik hesabı da içerdiği çok açık. Dış politikada kendi çapını hesaba katmadan yapılan hamlelerin başarısızlığı ekonomik heveslerin de sonunu getiriyor.
Arap Baharı denemeleri başarılı olsaydı bütün Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler ile kurulacak ittifakların hem siyasi hem ekonomik getirileri olacaktı. Hele bir de Mısır’ın Mursi’si ile uzlaşıp tasavvur edilen birliğin başına geçilseydi, neredeyse sınırsız kaynak sahibi olunacaktı. Bu havaya o kadar girildi ki öteki Arap ülkeleri ile bozuşmak bile göze alındı. Şu aralar bunların tamiri ile uğraşılıyor.
Suriye’de yönetimin çökertilmesi itina ile yetiştirilen inşaat sektörüne yeni ufuklar açacaktı. Sadece savaşın yıkıntılarının giderilmesi bile ekonominin canlanmasına yetecekti. Libya’da hesaplar tutsaydı, Akdeniz’in öte tarafında zorba bir yönetimi desteklemek suretiyle ucuz petrol akışı sağlanacaktı. Mavi Vatan gibi yabancı dillere tercüme edilemeyen bir kavram hayata geçseydi, doğal kaynaklar üzerinde hak iddia edilebilecekti. Azerbaycan’a koridor açılsaydı, birbirine çok benzeyen iki cumhurbaşkanının işbirliği sağlanacaktı.
Bunların hiçbiri olmadı. Artık Orta Doğu’dan sağlanacak karşılıksız destek yok. Üstelik Avrupa Birliği ile ilişkiler bozuldu. Hem ABD hem de Rusya ile pazarlıklar zora girdi. Tabii dış yatırımcılarla da.
Çareyi hukuksuzlukta aramak
Bu süreçler yaşanırken, ülkede –en ılımlı ifadeyle- hukuku kaale almama hali de yaygınlaştı. Devlet Bahçeli, Kolombiya’da dahi görülmemiş bir şekilde, bir mafya babasından dava arkadaşım diye söz etti. Sonra da ülkücü mafyaya dahil bütün çete reisleri birer bahane ile hapisten çıkartılıp, mafya babasının dava arkadaşı ile poz verdiler.
Gün geldi bir eski içişleri bakanı, bir eski general, bir eski derin devlet elemanı ve bir mafya babası babalar gibi poz verdiler. Üstelik daha önce Azeri mafyasına verilmiş yat limanına çökme anısı olarak. Sonra da ondan sonraki içişleri bakanının ne kadar yolsuz uğursuz adam varsa hapsiyle bir teması olduğunu gördük. Hepsinden sonra da memleketin uluslararası mafyanın sığınma yuvasına çevrildiğini resmi açıklamalardan öğrendik.
Seçilmiş Kürt politikacılarının itilip kakılmasına, görevden alınmasına, kayyumlara alışkındık. Sonra seçime girmek üzere olan ılımlı muhalif politikacılara, hatta en ılımlılarından Ekrem İmamoğlu’na dava açılması geldi. Şimdi de Can Atalay.
Can Atalay milletvekili olarak kritik bir pozisyonda değil. Eğer bir önemi varsa, Cumhurbaşkanının unutamadığı, öfkesini bastıramadığı Gezi direnişinden geliyor. Gezi direnişini simgeleyen Can Atalay’ın içerde tutulması gerekiyor. Bunun sebebi manasız bir öfke değil. Ekonomi çökerken, insanların yoksulluğu şiddetlenirken hukukun da ortadan kaldırılmasının, baskıcı yönetimin iyice yerleşmesinin gerektiğinin farkındalar. Krizden çıkış için baskıya ihtiyaçları var. Anayasa Mahkemesi’ni kapatmayı bile gündeme getirdiler.
Son sıralar AKP çevelerinde Carl Schmitt’in kitaplarının okunduğu söyleniyor. Nazilerin gözde hukukçusu, Siyasi İlahiyat kitabının ilk cümlesinde “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” diyor. Ekonomik kriz ekonomiden daha büyük sorunlara yol açacak gibi görünüyor.
(AEK)