"İnsanlar hep soruyorlar... İnsanlar hep soruyorlar... Bobby, Bobby! Biz kimiz... Nereden geldik... Nereden geldik... Onlara söylüyoruz... Onlara söylüyoruz... Biz Belfast'tanız... Biz Belfast'tanız... Güçlü, güçlü Belfast... Güçlü, güçlü Belfast... Eğer bizi duymazlarsa... Eğer bizi duymazlarsa... Yüksek sesle bağırırız... Yüksek sesle bağırırız..." (Açlık filminden)
Nasıl anlatılır ki şimdi.
Şimdi orada "Taş Bina"ların içinde sözcükler kururken, erirken ve harf harf dökülürken "açlık" içindeki bedenlerden...
Nasıl yazılır ki şimdi.
Şimdi dışarıda, "Taş Bina"ların dışında, kocaman bir dünya ve içindeki insanlar sonsuz bir zamandaymışçasına anın mutluluğunu kuruyan, eriyen, "açlık" içindeki bedenlerden habersiz, sessiz ve suskuncasına yaşarken...
Zor... Hem de çok zor yazmak... Hani derler ya hep "yaşayan bilir" diye. Yaşayanın neler yaşadığını sadece onu "yaşayan bilir" de ondan. Belki hikâyesi, öyküsü, romanı, şiiri yazılabilir. Kimbilir belki filmi de yapılabilir yıllar sonra. Yine de anlatıl(a)maz tam olarak yaşayanın neler yaşadığı...
İşte Steve McQueen'in "Açlık/Hunger" filmi de "Taş Bina"nın içinde bedenini, yaşamdan kalan son şeyi yaşamının son savaş alanı olarak görüp de "ölüme yatan" Bobby Sands'ın gerçek yaşam öyküsünü, yaşadıklarını, bize anlatmaya çalışır.
2008 yapımı "Açlık" filminde Steve McQueen IRA (İrlanda Kurtuluş Ordusu) lideri Bobby Sands'ın Maze Hapishanesi'ndeki son günlerini -altmış altı gün süren açlık grevini- hapishanede mahkûmlara uygulanan ve izlerken bakmakta zorlandığımız işkenceleri de gösterir tüm çıplaklığıyla. McQueen, olağanüstü görselliklerle dolu "acı" sahneleri sinemanın dilini etkili bir şekilde kullanarak yapar bunu.
Senaryosunu Enda Walsh ve McQueen'in birlikte yazdığı filmde Michael Fassbender (Bobby Sands), Stuart Graham (Ray Lohan), Liam Cunningham (Papaz Don), Helena Bereen (Bobby Sands'ın annesi) gibi oyuncular oynar. McQueen'in 2011 yılında çektiği "Utanç/Shame" adlı filminde de oynayan Michael Fassbender "ölüme yatan" ve gün gün eriyen Bobby Sands'ı yalın bir şekilde canlandırarak ölüme doğru giden bir insanın yaşadıklarını bize hissettirir. Sergilenen oyunculukların yanı sıra filmin kurgusu ve görselliğinin gücü de yaşananları hissetmemizi sağlar.
Film, 1981 yılının Kuzey İrlanda'sında geçer.
İngiliz hükümeti IRA'lı mahkûmlara ait tüm politik hakları geri almıştır. Bunun üzerine Maze Hapishanesi'deki IRA'lı mahkûmlar "battaniye" ve "yıkanmama" protestosuna başlar. İşte film de bu protesto sahnesiyle başlar. Film sadece IRA'lı tutsakları ve Bobby Sands'ın açlık grevini anlatmakla kalmaz, yer yer de onlara o insanlık dışı işkenceleri yapan polis ve gardiyanlara da kamerayı çevirir.
Protesto sahnesinden hemen sonra suyla dolu lavaboya yaralarla kaplanmış ellerini koyan -filmin ilerleyen sahnelerinde birkaç kez daha göreceğiz- bir adam görürüz. Adam suya elini koyarken acısı yüzüne yansır. Sonra ütülenmüş kıyafetlerini giyer, eşinin hazırladığı kahvaltısını yapar ve evden çıkar. Ancak adam tedirgindir, kaygılıdır. Tıpkı pencereden bakan eşi gibi. Etrafa göz atar, sonra arabasının altına bakar ve arabasını çalıştırıp gider.
Biz bu adamın ellerinin neden yaralar içinde olduğunu, neden tedirgin ve kaygılı olduğunu, neden arabasının altına baktığını, neden eşinin kaygılı bir şekilde pencereden ona baktığını anlamayız. Tıpkı arabasıyla nereye gideceğini bilmediğimiz gibi.
Arabasıyla giden adamın radyosundan "yıllardır tekrarlanan bu kirli protesto ve battaniye protestosunun aslında temelinde hep aynı talep yatıyor: politik haklar... Açıklamak gerekirse istekleri, kendilerinin politik eylemler diye nitelendirdikleri bu korkunç suçları işlemiş olanlara farklı muamele edilmesi. İşte hükümet bunun garantisini vermiyor..." diyen bir İngiliz siyasetçinin sözlerini de dinleriz.
Adama dair bu bilmeme durumu kıyafetlerini giymeye çalışan gardiyanların odasına girinceye kadar devam eder. Bilmeme durumu bizde bilme evresine geçerek adamın da Maze Hapishanesi'nde bir gardiyan olduğunu ve ellerinin de niçin yaralarla dolu olduğunu açıklar: mahkûmlara yaptığı işkenceler.
Film, cezaevinde insan olmanın dayanılmaz acısına, onların yaşadıklarına, onlara yapılan işkencelere, aşağılanmalarına ve vahşete, bu işkencelere karşı mahkûmların direnişlerine, onlara işkence eden gardiyanların IRA'lı militanlar tarafından öldürülmelerine -ki öldürülen on altı gardiyan arasında sadece filmin başında kim olduğunu anlamaya çalıştığımız adamın öldürülmesini görürüz- mahkûmların aileleri aracılığıyla dışardan içeriye, içerden dışarıya "bilgi" taşımalarıne, temel insani politik haklarının ellerinden alınışıne, İngiliz hükümetiyle yapılan görüşmelere de değinir.
Filmde İngiltere'nin "Demir Leydi" lakaplı başbakanı Margaret Thatcher'in "Gözden düşmüş amaçlarının başarısızlığıyla yüzleştiklerinde şiddet yanlıları ellerinde kalan son kartı oyuna sürmeyi tercih ettiler...
"Hapishanedeki açlık grevini ölüme dönüştürerek uyguladıkları şiddeti kendilerine yöneltiler... Gerilim yaratmak, acı ve nefret ateşini körüklemek için en temel insani duyguyu, merhameti kullanmaya çalışıyorlar..." diyen sesini de işitiriz.
"On iki yaşındayken Donegal'e gitmiştim... Oğlanlar için büyük bir kır koşusu yarışı vardı... Bir sabah minübüse doluşup Derry'e doğru yola çıkmıştık... Çok büyük bir andı... Bizim için uluslararası atletizm yarışması gibiydi... Çünkü Güneyli çocuklara karşı yarışıyorduk ve Belfast'ın onuru için bunu yapmalıydık... Çocuklardan birkaçı Protestan'dı geri kalan hepimiz Katolik'tik... Karma bir müsabakaydı... Sanırım Güney'deki iyi insanlar bunun muhteşem olduğunu düşünüyorlardı... Bizim Belfast'tan küçük takımımız ise vatanseverlik taslıyordu... Sınırı geçtik... Çocuklar pop şarkıları söylüyorlardı... Ben de en arkada oturmuş dışarıyı seyrediyordum... Dağlardan geçiyorduk... Muhteşem bir manzaraydı... Yemin ederim Donegal İrlanda'daki en güzel yerdir Don... Gwidor'a vardığımızda, nasıl bir yerdi ama, iki yüz tane çocuk vardı... Kıyafetlerini giyip ısınıyorlardı... Organizasyonu 'Hristiyan Kardeşler' düzenliyordu ve orada düzeni sağlayabilmek için çocukların kulaklarının arkasına vururlardı... Bacaklarımızı esnetmek için takım halinde küçük bir koşuya çıktık... Çevremizde arpa tarlaları vardı... Ve aşağıya doğru uzanan bir orman ve akarsu bulduk... Orman ve akarsu sınırımızın dışındaydı ama doğal olarak Belfastlı çocuklar olarak gidip bakmamız gerekiyordu... Çevremizdeki orman ve akarsu bize Amazon gibi geliyordu... Ve Cork'dan bazı gençlerle karşılaşmıştık... Bazılarının aksanları daha iyiydi... Ama zar zor konuşuyorlardı... Ne söylediklerini anlayamıyorduk... Bizimle dalga geçtiklerini anlamışsındır... Bizi küçümsediklerini hissedebiliyordum... Koşuyorduk ve aklımıza akarsuya inip balık olup olmadığına bakmak geldi... Biz de nehre gittik Don, suyun derinliği on beş cm kadardı... Suda gümüşçünlerden başka bir şey yoktu... Çocuklardan birisi daha aşağıya inmeyi teklif etti... Suyun içinde bir karaca yavrusu yatıyordu... Dört beş günlüktü... Bir deri bir kemikti... Gri renkliydi... Keskin kayalara çarptığı için derisi kan lekeleriyle doluydu... Yanında ayaktaydık ve arka bacaklarının titrediğini görebiliyorduk... Nefes alıyordu, hayattaydı ama ölmek üzereydi... Kendilerini lider zanneden çocuklar büyük büyük konuşmaya başladılar... Ne yapmamız gerektiğini tartıştılar... Birisi kafasını taşla ezelim, dedi... Bense yüzlerine bakıyordum ve yüzlerinde görünen tek şey korku ve şaşkınlıktı... Kimse cesaret edemiyordu... Karacaysa yerde acılar içinde yatıyordu... Tüm bu gevezelik hiçbir işe yaramıyordu... Sonra papazlardan birisi bizi va karacayı gördü... Bize yerimizden kımıldamamızı yoksa cezalandıracağını söyledi... Çok ciddi cezalandırılacaktık... Bir grup erkek çocuğu bir yavruya acı çektiriyorsa mutlaka cezalandırılır... Bir grup Belfastlı çocuğun başınaysa bundan fazlası gelir... Benim içinse o an çok belirgindi... Dizlerimin üstüne çöktüm, yavrunun kafasını aldım ve suyun altına bastırdım... İlk başta mücadele etti, ben de gücü tükenene kadar daha sıkı bastırdım... O sırada papaz geldi Don... Beni saçlarımdan tutup ağaçların arasına götürdü ve sağlam bir dayak attı... Ama o yavru için yapılması gereken şeyi yaptığımı biliyordum ve diğer çocuklar adına da cezayı yüklenebilirdim... Büyük çocukların saygısını kazanmıştım, bunu biliyordum... Sebeplerin farkındayım Don... Olabileceklerin farkındayım... Ama harekete geçeceğim, hiçbir şey yapmadan beklemeyeceğim..." (Bobby Sands)
Filmin en önemli sahnesi IRA lideri Bobby Sands ile arkadaşı, yoldaşı Papaz Don arasında geçen uzun diyaloglu bölümdür. Ki bu bölüm insanların ellerinde kalan tek şeyleri olan bedenlerini yaşamının son savaş alanı olarak görüp de niçin "açlık" içinde bırakmak istediklerini anlatmasıyla öne çıkar.
On altı dakikası tek planda geçen ve yaklaşık yirmi üç dakikayı bulan bu sahnede Bobby Sands ile Papaz Don arasında Belfast'a, temiz havaya, kırlara, çocukluk özlemlerine, İncil'e, İsa'ya, günah çıkartmaya, Papaz Don'un kendisinden önce rahip olan kardeşi ile olan sorunlarına, IRA'nın mücadelesine, hayal kırıklıklarına, yaşama, insana, Sands'ın on iki yaşındayken Donegal'de yaşadığı ana -yukarda alıntılanan sözcükler- dair konuşmalar geçer.
Filmin bundan sonrasında da Bobby Sands'ın hayatına saygı duyduğunu söyleyerek "Hayatım benim her şeyim... Özgürlük her şeyim... Bu davaya sarsılmaz bir sevgi duyuyorum... Hayatımı tehlikeye atmam yapabileceğim tek şey değil Don... Doğru olan bu..." dediği ve harekete geçerek bedenini yaşamı için ölüme yattırdığı anı anlatır.
Bobby Sands'ın "açlık" içindeki bedeni kademeli olarak erir ve açlık grevinin altmış altıncı günü "ben bir tarla kuşuyum" dediği kuşlarla birlikte Belfast'tın kırlarına doğru uçar.
Bobby Sands açlık grevini sürdürdüğü sırada 1981 yılının nisanında yapılan seçimlerde İngiliz Parlamentosu'na Sinn Fein partisinden milletvekili olarak seçilir. Onun başlattığı açlık grevi yedi ay sürer. Bu açlık grevinde dokuz kişi daha yaşamını yitirir. İngiliz hükümeti Bobby Sands'ın başlattığı bu eylem ile mahkumların tüm taleplerini kabul etmek zorunda kalır.
Steve McQueen'in "Açlık" filmi bize sert gelse de izlenilmesi gereken bir film... McQueen'in sinema diliyle Maze Hapishanesi'nde yaşananları anlatmaya çalıştığı "yaşanmışlık"ları izlerken farklı zaman ve mekânlarda da benzer şeylerin yaşandığını, ama unutmadan, ama hatırlayarak izleyin... Ve bilmem biliyor musunuz bugünlerde de -kırk altı gün oldu- bir şeyler kaybolmaya, erimeye, yitirilmeye başlanıyor orada, "Taş Bina"ların içinde. (KT/YY)
* "Taş Bina" sözcüğü Aslı Erdoğan'ın "Taş Bina ve Diğerleri" adlı kitabından alınmıştır.