"Anne?... Benim ben. Misafir gitti."
"Yavrum, hakikaten mi gitti? Yaşasın Arslan, misafir gitmiş! Oh allahım, çok şükür misafir gitmiş!"
Bir Yunan adasının postanesinin kontürlü telefonu ile İstanbul'da bir ev arasında geçen bu tuhaf şifreli telefon konuşması, bir zorunlu göç hikayesinin bundan 26 yıl önceki başlangıcını oluşturuyor.
Kuşkulandığımız gibi annemlerin telefonu dinleniyorduysa, misafirin gidişine niye bu kadar sevinildiği çözülmüş müdür, bunu hiç bilemedim.
Hatta, çözebildilerse bir annenin, kızının belirsiz bir süreyle uzaklara gitmesine nasıl olup da bu kadar sevinebildiğini düşünen olmuş mudur acaba?
Az önce yazımın girişini okuduğum annem hatırlattı: "misafir gitti" şifresini ona Haydarpaşa'da gizlice son kez buluştuğumuzda söylemişim. O da bana bir altın bilezik takmış ve "Kızım lazım olur" demiş. Ben o buluşmayı tamamen unutmuşum.
Anılar, yaşayanlar arasında tekrarlanarak yeniden yeniden yazılmazlarsa unutuluyorlar.
Beni kimsenin daha önce tanımadığı bir yere gittim.
Kafamın bir yerinde "yeni baştan yazabilirim kendimi", "sıfırdan bir hayat kurabilirim", "nerede olsa ayakta durabilirim" gibi kabadayı kabadayı cümleler döndüğünü iyi hatırlıyorum.
Dönemediğim ilk beş yılda, memleketi hiç mi hiç özlemediğimi iddia edip, gurbet özlemi edebiyatını küçümsemeyi de denedim.
"Ne kadar boş bir çaba" denip geçilebilir, bir bakıma da doğrudur bu, ama kazın ayağı tam öyle değil.
Çünkü hayatının kontrolüne sahip olduğuna, olabileceğine inanmak, kısmen ya da tamamen yanılsama bile olsa, hayatları baştan başa değiştirilenler, parçalanmış oyuncaklar gibi oradan oraya atılanlar için hep önemli bir direniş yöntemi oldu.
Hele ki kadınlar için.
12 Eylül faşizmi ülkenin tarihini değiştirirken, kadın- erkek milyonlarca insanın hayatıyla oynadı, geleceğini, hayallerini, sevdiklerini hoyratça elinden aldı.
Ama tıpkı büyük toplumsal çalkantıların yarattığı devrimci durumlar gibi, büyük baskı ve zulüm dönemlerinin getirdiği ağır gerileme ve durgunluklar da, erkek egemenliği yüzünden ayrı yerlerde duran kadınları ve erkekleri farklı etkiliyor.
12 Eylül öncesi ve sonrası buna çarpıcı örnekler verir.
Burada kuşkusuz cezaevi ve mahkeme süreçlerinde erkekleri daha çok içerde, kadınları daha çok onların eşi, kardeşi, annesi, yakını durumunda cezaevi ve mahkeme önünde bırakanın, siyasi yapıların erkek egemen karakteri olduğunu not edebiliriz. Ama bu yazıda bahsetmek istediğim bu değil.
Amargi'nin bir önceki sayısında "Kim tutar seni bacım?" başlığıyla 12 Eylül'den hemen önce devrimci hareketler içinde kadın deneyiminden söz ederken, "Benim gibi bir çok kadının, aileden devlete her türlü otoriteye karşı 'kim tutar beni' hissiyle yaşadığı yıllardı" demiştim.
Bu yazı işte o hikayenin devamı biraz.
Yani "devrimci bacı"ya darbeden sonra ne olduğu ve onun bu durumla nasıl başa çıktığının bin hikayesinden biri.
Kendi eski yazılarından alıntı yapan sıkıcı insan olmak bahasına küçük bir alıntı yapmalıyım.
12 Eylül öncesinde sol içinde kadına bakarken, sosyalizme içkin eşitlik fikriyle birlikte, "Devrimci durumlara has bir olgu olarak, bir kesim kadının, patriyarkada meydana gelen arızi çatlaklardan kendilerini yukarı çekerek, eşitleşme, özgürleşme fırsatı bulduğu bir durum"dan söz etmiştim.
12 Eylül'ü izleyen ilk bir kaç yıl ise, baskı ve zulümle yaratılan bir toplumsal hareketsizlik, durgunluk ve korku krallığı içinde, bu durumu aynı kadınlar açısından fena halde tersine döndürdü.
Günlük yaşamda erkeklerle eşitlik ve özgürlüğün tadının, serinliğinin, heyecan verici taze kokusunun, azımsanamayacak sayıda kadın tarafından bir nebze de olsa hissedildiği "78 baharı"nın sonu gelmişti.
Solun çevresini sararak onu bir çok düzeyde içinden çıktığı toplumdan ileriye fırlatan kolektif varoluş, ya da devrimci hale ortadan kalkınca, kadınlar açısından pandoranın kutusu bir kez daha açıldı.
Binlerce solcu kadın ve erkek cezaevlerine konurken, onbinlercesi de kendilerini, bir şekilde saklanıp "araziye uymaya" çalıştıkları kentler ve köylerde, coğrafyamızın gündelik, banal, muhafazakar yaşam düzeni içinde, tutuklu buldular.
Kimi erkek bu süreçte "içindeki erkeği yeniden keşfeder" ve kendisine yine kral olacağı bir küçük orman bulurken, bir çok kadın çok şey kaybetti.
Kısacası çok kadın, bu yıllarda, devletten kaçarken patriyarkaya yakalandı, önemli bir kısmı ikisinden de kaçamadı.
12 Eylül sonrası yıllarda aileleri tarafından "kendi iyilikleri için" zorla alıkonan, kapatılan, evlenmeye zorlanan, hatta uyutularak yurt dışına kaçırılan, tanıdığı, birlikte çalıştığı ya da yaşadığı erkeklerin aşağılama taciz, şiddet ve kötü muamelesine maruz kalan, siyaseten kenara itilen, üstüne üstlük "gizlilik koşulları" denen baskı ve zulüm dönemlerine has dar ceket içinde itiraz ve isyan mekanizmaları elinden alınan solcu kadınların hikayeleri ciltler doldurur.
12 Eylül anlatılırken ister istemez devletin, faşist rejimin işlediği suçlar, hakların ihlali, sömürü düzeninin sağlamlaştırılması, bunların toplum ve birey üzerindeki etkileri ve dahi bunları açığa çıkarma, lanetleme ve hesabını sorma ihtiyacı öne çıkar.
Bir grup insan uzun yıllar baskıya ve zulme maruz kaldığında, inandığı bütün değerlere cepheden saldırıldığında, arada derede kırılan bir çok kolun yen içinde kalması, daha çok kahramanlık, dayanışma, özveri ve direniş hikayelerinin hatırlanması kaçınılmaz.
Üstelik hepimizin dağarcığında hazine gibi sakladığı bu hikayelerin çoğu gerçektir, heyecan ve gurur vericidir ve bunları tekrarlayıp hatırlamak, o yılların karanlık anılarıyla baş etmenin önemli bir aracı da olmuştur.
Ama sadece baş etmek değil, yaşananları geleceğe harç yapabilmek için gurur duyulmayan, unutulmak istenenler de hatırlanabilmeli ve konuşulabilmeli.
İşte bu noktada, özel yaşamı hemcinsleriyle zaten daha rahat konuşabilen ve bir de üstüne özel yaşamın politik olduğunu ve bilhassa bu açıdan konuşulması gerektiğini kavrayan kadınlar, bu koşuya yüz metre önde başladı.
Devrimci durumların kendi hayatları için neler ifade edebileceğini kısa bir süre için ve kısmen bile olsa deneyimleyen kadınlar 12 Eylül sonrası başlarına gelenleri de anlamlandırmakta gecikmediler.
Bu süreçte bir kısım kadın için, bağımsız kadın hareketi ve erkek egemenliğini de sınıf egemenliği gibi sorgulayan feminizm, 12 Eylül karanlığından çıkışın, yaşadıklarıyla yüzleşmenin ve hayatının kontrolünü geri alarak yeni devrimlere yelken açmanın en önemli ideolojik ve örgütsel araçları oldu.
Ama buralara gelebilmek için, her şeyden önce 12 Eylül'ün yarattığı atomizasyonu aşıp diğer kadınlarla beraber olabilmek, konuşabilmek, kadınların en iyi başardığı şeylerden biri olan dayanışmanın yaşanabileceği ortamları bulabilmek gerekti.
12 Eylül'ü izleyen ve insanların vahşice savrulduğu, birbirine selam bile veremediği ilk beş yıl içinde bunun imkanları çok sınırlıydı.
Benim için bu süreç 1984'de atıldığım Mamak cezaevinde, kadınlar koğuşunda başladı.
Yeri gelmişken, bir kalıbı utanmadan tekrarlamak isterim. Cezaevi bütün siyasi tutsaklar için hakikaten müthiş bir siyaset okuludur.
Hikayeler paylaşılır, dersler değerlendirilir, düşünceler geliştirilir, bir daha sorgulanır, günlük yaşam örgütlenir, umutlar kıpırdanır, hayaller kurulur.
Ama en önemlisi bir tür inatçı sath-ı müdafaa ruhu ile hayatınızın her anını ve bütününü kontrol etmek isteyenlere, binlerce ayrıntıda dantel örer gibi direnebilmektir.
Üzüm hoşafını bu yüzden şaraba dönüştürür, içmenizi istedikleri sabah çorbasını ve şaplı bulguru bu yüzden döker, bu yüzden çayı şekersiz içip açlık grevi için biriktirir ve bu yüzden gülmek için hiç bir fırsatı kaçırmazsınız.
Daha önce kadınlarla dolu evlerde ya da yatılı okullarda yaşamamıştım.
Biraz da o yüzden gecikmeli de olsa, bu zorunlu ama unutulmaz kolektif yaşam, hemcinslerimin "normal koşullarda" gölgede bırakılan güç ve potansiyellerini kuvvetle fark etme fırsatı oldu. Aynı resme bakıyor ama onu çok boyutlu çok renkli görebiliyordum sanki.
20 yaşında, evli ve iyice örgütlü olarak yakalandığım ve dört yıl içine kıstırıldığım darbe karanlığında tıkanan damarlarım açılmaya başlamıştı.
80 öncesi devrimci ortamlarda "bir erkeğin yaptığı her şeyi yapabilirim" diye şekillenen "yanlış eşitlikçi" iddiam, yerini "bana bir kaç kadın verin dünyayı değiştireyim" gibi bambaşka bir şeye bırakmaya başlamıştı.
Kadın, bizzat erkek egemenliğiyle sürekli olarak kendisi dahi bilmeden baş etmek zorunda kaldığı için, sadece kuvvetli bir metal değil, ama her yana eğilip bükülebilen bir kuvvetli metal gibiydi sanki.
Çevresindeki koşulların başkaları tarafından değiştirilmesiyle şok olmuyor, hemen kendisini yeni duruma göre yeniden örgütleyebiliyordu.
Büyük kahramanlık menkıbeleri yazmaktan ziyade, sabırlı ve yaratıcı direniş dantelleri örmeye ve cevherini içinde gizlemeye meyyaldi.
Benzetmek gibi olsun, kadın bazı bakımlardan kapitalist sistem içinde proletaryayı da hatırlatıyordu.
Mahrum bırakılabileceği büyük egoları ve elinden alınan geniş otoriteleri yoktu, kendiyle çok kolay dalga geçebilirdi, aşağılama, hakaret, değersizleştirmeye idmanlıydı.
Liderlikten çok dayanışma ve kolektivizme, paylaşım ve yatay ilişkilere yatkındı, kendisi farkında olmasa bile, çıkarları statükoya karşı ve devrimci olmasını gerektiriyordu.
Bir yıl kadar sonra "çıkıyorsun, on dakika içinde hazırlan" dendiğinde beynimden vurulmuşa dönüp, kendimi ranzalara bağlamak istemiştim.
Bir tek ara sıra kadınların tünel kazma hikayeleri olmayışına yanarım.
Dışarıda önce çok dinamik, farklı sınıfsal, kültürel ve siyasi yerlerden gelen müthiş kadınları bir araya getiren bağımsız bir feminist hareket, ve sonra görüşe gitmeye devam ettiğim cezaevinin kapısında, içerde kocası, kardeşi, babası olan kadınların uzun süre belkemiğini oluşturacağı insan hakları hareketlenmesini buldum. İHD bu kadınların omuzları üzerinde yükseldi.
İngiltere'de çok sonra izlediğim, üzerimde büyük etki bırakan bir belgeselde, hemen arkadaş olmak isteyeceğiniz türden neşeli ihtiyar kadınlar, ikinci dünya savaşında bütün erkekler savaşa gittiğinde nasıl çelikte ve her türlü fabrikada işçi olarak çalıştıklarını, nasıl üretimi arttırdıklarını ve bundan nasıl büyük bir zevk aldıklarını anlatıyorlardı. "Müthiş günlerdi" diye iç geçirirken hala gözleri parlıyordu.
Ta ki erkekler savaştan dönüp fabrikadaki işlerini ve bedava ev hizmetlerini geri isteyene kadar. O zaman epey kıyamet kopmuş, kadınlar her ne kadar işlerin çoğunu erkeklere bırakmak zorunda kalmışlarsa da başladıklarından çok daha ileri bir noktaya dönmüşlerdi.
Tarihin ve coğrafyanın çok farklı bir yerinde yaşanmış bu olay aslında özünde erkek egemenliğine dair evrensel bir hikayeyi ve kadınlar üzerindeki etkilerini anlatır.
Türkiye'de 80'lerin ortalarında artık gruplar halinde tahliye olmaya başlayan yüzlerce erkek de kadınları bıraktıkları gibi bulmadılar.
Her şey bir daha sallandı, mübalağa cenk edildi, epey bir "yuva" yıkıldı ve "bir küçük burjuva sapma" ya da "burjuva yozlaşması" diye tarif edilen feminizm suçlanarak nafile huzur arandı.
12 Eylül ile hayatları değişen ve göçmek zorunda kalan kadınların önemli bir kısmı benim gibi, gittikleri yerlerde de kadınları buldular, kadın grupları kurdular, varsa katıldılar, kendileri gibi soldan gelmeyen kadınlarla buluşarak, dünyanın, Türkiye'nin, kadınlığın hallerine, yeni siyaset yapma biçimlerine, toplumsal ve gündelik devrimlere kafa yordular.
1989'da, Londra ve Hamburg kadın gruplarının inisiyatifiyle Almanya'da biraraya gelen ve üç gün üç gece kucaklaşıp, kavga edip, anlaşıp, ağlaşan, gülen ve çoşan, çoğu siyasi mülteci 400'ü aşkın, bir kaç kuşak Türkiyeli kadının heyecanını anlatmaya kelimeler yetersiz kalır.
90'ların ortalarına kadar tekrarlanan, zaman zaman dergisini çıkaran ve yerel klonlarını yaratan bu toplantılarda kadınlar, salonlarda, koridorlarda, yataklarının üzerinde, uyumaya bile cesaret edemeden, devletin, kapitalizmin ve patriyarkanın başlarına ördüğü çorapları, göçmen ve kadın olmayı, kocaları, sevgilileri, çocukları, örgütleri, savaşı ve barışı, tecavüzü, dayağı, tacizi, cinselliği, aşkı, işçi ya da orta sınıf, Kürt veya Türk olmayı, geçmişi ve geleceği konuştular.
Kadınlar bu arada 12 Eylül'ün başlarına getirdiği şeyler silsilesinden zorunlu göç ile de baş etmekte ve onu da kendileri için bir avantaja dönüştürmede büyük maharet gösterdi.
Ayrımcılık, ikinci sınıf sayılma, yabancısı oldukları şeyler değildi. Başkalarının kral olduğu ortamlara zaten alışkındılar.
Ama ırkçılığın, milliyetçiliğin, azınlık olmanın, ana dilini konuşamamanın, varsayılan ya da var olan dini inancından dolayı aşağılanmanın günlük yaşamlarındaki farklı anlamlarını da bolca konuşup , yeni refleksler geliştirdiler.
12 Eylül çoğumuz ve Türkiye solu için hala bir milat.
Milattan sonra, sadece başımıza neler geldiğini anlamak ve bununla yaşamakta değil, daha iyi bir dünyaya gitmeyi kolaylaştıran yeni politika yapma biçimlerinin hayata geçirilmesinde kadınlar önü aldı. Bunu yaparken herkesi de bir ölçüde değişmeye zorladılar, zorluyorlar.
Son söz: Hiç bir koşulda unutulmayan şeyler
"Onu benim yanıma verin"
Daracık hücrenin sürgülü kapıları açılıp içeri itiliş.
Karanlıkta yüzü seçilmeyen iri yarı genç bir kadın.
Uzun süre yıkanmamışlık, bisküvi ve rutubet kokusu.
Masaj yapıyor ağrıyan yerlerime.
Bir aydır ordaymış. "Her şey çok basit" diyor şaşırtıcı bir neşeyle.
"Ne sorsalar aynı cevabı vereceksin: bilmiyorum. Bir süre sonra sıkılıyorlar."
Polisler Latife'nin deli olduğunu düşünüyor.
O aslında cin gibi.
Sorgusuz saatlerde birbirimize filmler anlatıyoruz.
Üç gün sonra beni başka şehre götürüyorlar.
Latife, okuyorsan bul beni. Seni hiç unutmadım. (KB/EKN)
* Bu yazı Amargi dergisinin Haziran 2012'de yayımlanan 25. sayısından alınmıştır.