Artık Londra'nın finans merkezinin göbeğinde örgütlü bir çadır-kent var. Daha doğrusu iki çadır kent var.
Muhafazakar milletvekili Mark Field çadırkentleri göz zevkini bozan bir "üçüncü dünya gecekondusu"na benzetti. Bankacılık krizinin faturasının halkın yüzde 99'una çıkarıldığını söyleyen protestoculara göre ise "kapitalizmin göbeğinde gerçek demokrasi nüveleri" yaratılıyor.
Finans merkezi ve demokrasi
Londra'nın en önemli tarihi, turistik ve ekonomik yapılarının toplandığı bir noktada, Saint Paul's katedrali önünde, Amerika'daki Wall Street işgaline destek amacıyla başlatılan eylem ikinci haftasında. İşgal hareketi haftaya ayrıca yine finans merkezindeki Finsbury meydanında ikinci bir kamp oluşturarak girdi. Ama daha örgütlü, daha büyük ve daha ayak altı oluşuyla asıl ilgi toplayan kamp hala birincisi.
Gün boyu sıcak ve soğuk yemek çıkaran kantini, çay kahve ve şefkat çadırı, ardarda ekonomik, sosyal konularda açıkhava dersleri verilen çadırkent üniversitesi, çocuklar için işgal okulu çadırı, interaktif hukuk ve haklarınız atelyesi, katedral duvarında oynatılan işgal sineması ile ekonominin gidişinden hoşnutsuz bir çok kişi için bir cazibe merkezi aslında kamp.
Destekçiler ve katılımcılar
Eylemi sağdan ve soldan eleştirenler, çadırlarıyla gece gündüz kampta kalanları "profesyonel eylemci" diye tanımlıyor ve işi gücü olan insanların böyle bir yerde yaşamını sürdüremeyeceğini öne sürüyorlar.
Doğru, kampta kalmayı başarabilenlerin bir çoğu ya işsiz, ya emekli ya da üniversiteli. Fakat, gözden kaçırılmaması gereken bir şey var; gözlemleyebildiğim kadarıyla her gün hiç de profesyonel eylemciye benzemeyen işinde gücünde yüzlerce kişi kampı iş aralarında, uğrayabildiği günlerde ziyaret ediyor. Buradaki tartışmalara, çalışmalara katılıyor; gıda, malzeme ya da para bağışı yapıyor, evde yapılmış dövizlerini getiriyor, kendi talepleriyle ve eylemliliğiyle eklemleniyorlar. Başka şehirlerden tatil gününde işgali görmeye gelenlerle bile karşılaştım.
Dövizini alan geliyor
Buna ek olarak, İngiltere'nin önde gelen bazı sendikalarının, öğrenci derneklerinin, kampanyalarının, kamuoyunda isim yapmış bazı yazar, gazeteci, akademisyen, düşünür ve sanatçıların da bizzat gelerek, faaliyetlere katılarak ya da mesajlarıyla açık destek verdikleri görülüyor.
Kampın ve küresel işgal hareketinin sınıfsal ve siyasi yerini ve ne ölçüde başarılı olduğunu en iyi zaman ve bu zaman içinde alacağı şekiller gösterecek. Ama şu an neler yaptıkları da bir o kadar önemli görünüyor. Çünkü burası adeta bir demokrasi ve siyaset laboratuarı.
Londra işgalcileri, küresel hareketin yöntemleri ile kendi deneyimlerini birleştirerek, eylemin ilk gününde bir sokak meclisi oluşturdu. Bu meclis her gün öğle ve akşam oturumları yapıyor ve gündemdeki pratik ve siyasi konuları tartışıyor.
Eylemin onbirinci günü itibariyle izlediğim akşam oturumunda tartışmalar, işgalin önüne çıkan ve doğrudan demokrasiyi yer yer fena halde zorlayan meseleleri net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Her meclis oturumunda olduğu gibi önce pratik işleri yürüten 10 küsur komitenin sözcüleri gelip bir kaç cümleyle son çalışmaları hakkında bilgi verdiler.
Meclis'te hararetli oturumlar
Bir kaç önemli haber-duyuru şöyleydi: İşgal Çarşamba gününden itibaren haftalık dergi çıkarmaya başlıyor, İngiltere'de ilk ve ortaokullar tatile girmişken, Çarşamba günü işgale davet edilen anne babalar ve çocuklarla buluşulacak. İşgalden artık rahatsız olduğunu gösteren Saint Paul's katedralinin mahkemeye gitme ihtimaline karşı hukukçularla görüşülüyor, pasif sivil itaatsizlik ve eylemcilerin hakları konusunda eğitim çalışmaları örgütleniyor.
Oturumun ana gündeminde ise çok tartışmalı iki konu vardı. Bunlardan birincisi şekle ilişkin görünse de hareketin özüne dair bir tartışma: Kampın dışardan görünen kısmına belirli siyasi parti, örgüt ve kampanyaların pankartlarının değil, ortak oluşturulmuş mesajların konması önerisi tartışmaya açıldı.
Çok basit gibi görünen bu teklif aslında harekete açık şekilde damgasını vuran yeni nesil "doğrudan demokrasi ve bireylerin konsensüsle aldığı kararlara dayalı" muhalif hareketi, bu popüler eyleme çeperinden katılıyor gibi görünen siyasi örgütlerle karşı karşıya getiriyordu. Çünkü siyasi örgütler adları üzerinde birey olarak değil blok olarak hareket ediyorlar ve zaman zaman eylemin ortak gündemi yerine kendi gündemlerini öne çıkarabiliyorlar, bağımsız katılımcılar bunun hareket içinde bir güce dönüşmesini istemiyorlardı.
Seattle ve küresel anti kapitalist eylemler, daha sonra savaş karşıtı hareketler sürecinde batıda yükselip yerleşen yeni hareketlerin, kendilerinden önceki muhalif örgütlenme geleneğiyle buluşmasının sancıları bunlar. Nitekim, birden hararetli bir tartışma koptu.
Daha önce izlediğim karar toplantılarında dikkatimi çekmeyen Sosyalist İşçi Partisinden (SWP) sözcüler "Partimiz başka örgütlerle bir tutulamaz, bu hareketin bir parçasıdır" dediler. Ama genel kurul yine de konsensüsle kampın dış görünümüne tamamıyla ortak sloganların yansıması gerektiğine karar verdi. İşgalin ikinci haftasında Abdullah Öcalan'a özgürlük pankartıyla görünür bir köşeye çadır açan gruba da aynı mesajın verilmesine karar verildi.
Ama ikinci önerge olan, "kampta hiç bir siyasi parti ve hareket, yayınlarını pankartlarını açmasın" üzerinde konsensüs sağlanamadı. Böyle durumlarda karar başka bir tartışmaya ertelenebiliyor.
İçki içilsin mi?
Bu tartışma da bireysel özgürlükler ve toplumun güvenlik ve huzuru önceliklerini tartıştırdı işgalcilere. Kamp sakinleri genellikle içkiye karşı değiller konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla. Ama kampa kendilerini eklemleyen ve geceleri olay çıkaran, çevreyi ve çadırlarında uyumaya çalışanları rahatsız edenlerden büyük rahatsızlık ifade ediliyor.
Bu konuda ikinci tartışma tekniği izlendi. Herkes çevresindeki on kişiyle küçük bir grup oldu, harıl harıl konuşan gruplar on dakika sonra genel kurula eğilim bildirdiler.
"İçkiye karşı değiliz, isteyen gider çevre publarda içer ama buraya eğlenmeye değil, düzeni değiştirmeye, sesimizi duyurmaya geldik, bu kadar sorun yaratan bir konuda, fedakarlık yapmak zorundayız" görüşü çoğunluktaydı.
Küçük bir grup ise kararı veto ediyordu. Bu durumda konsensüs olmayan bazı durumlarda başvurulabileceği önceden kabul edilen üçte iki çoğunluk yöntemine gidildi ve kampta açıkta içki içilmemesi konusundaki karar, "içki sorunu olanlara şefkatli yaklaşım" notuyla birlikte onaylandı.
Banksy'den Monopol desteği
Sokak meclisinin karanlık ve soğukta zor tartışmalarla enerjisi tükenen katılımcıları efsane sokak sanatçısı Banksy'nın yolladığı Monopol oyunu şeklindeki dev enstalasyona bakmak üzere dağıldılar.
Bunu, kalabalık bir grubun katıldığı çok eğlenceli bir interaktif "hukuk ve sivil itaatsizin hakları" atelyesi izledi. Tüylü şapkası ve pelerini, uzun saçlarıyla teatral görünümlü bir hukukçu, ara ara neye uğradığını şaşıran polisi de tartışmaya katmayı başararak işgalcilere haklarını anlattı.
Hukukun inceliğini bilirlerse polise isimlerini bile vermek zorunda değildiler mesela, ya da suçlu durumuna düşmemek için kendilerine Saint Paul's işgalcisi değil, "Saint Paul'un olanaklarından yararlanan misafirler" demeleri gerekiyordu.
Taleplere ne oldu?
Londra'da da işgalciler tıpkı diğer kentlerdeki hareketlerden gelen haberlerden anlaşıldığı gibi, biran önce somut taleplerle ortaya çıkmak ile taleplerini gerçekten demokratik süreçlerde oluşturmak arasındaki gerilimi yaşıyor.
Birinci haftanın başlarında işgalin oluşturduğu sokak meclisi dokuz maddelik bir geçici manifesto yayınlamış, ama bunun taslak olduğunu üzerinde sürekli çalışılacağını duyurmuştu.
Hareket dışardan ve içerden genellikle anti kapitalist diye tanımlanmasına rağmen ilk manifestonun anti kapitalist değil ağırlıkla bankacılık krizinin darbesini yiyen sosyal refah devletini savunmaya ve sosyal adalete yönelik taleplerle ortaya çıkması ilginçti.
Bu hafta bu talepler ve bu taleplerin üzerinde daha ne kadar çalışmak gerektiği konusundaki tartışmaların iyice kızışması bekleniyor. (KB/HK)
* Fotoğraflar: Kumru Başer