Dilek Afife, darbe olduğunda iki yıllık evliydi. Eşi de kendisi de siyasi mücadelenin içindeydi. Postal ve tank seslerinin duyulduğu 12 Eylül sabahı, eşi artık bir "kaçak"tı. Meraklı komşuların "Kocan ne zaman işe gidiyor, hiç görmüyoruz" sorularına muhatap kalınca kendince bir yöntem buldu:
"Komşuların sıkı denetimi bitmiyordu... Sırf bu yüzden çocuğumu evde bıraktığımda babasının da evde olduğunu anlayacaklar diye kuyudan su taşımaya ve pazara giderken karda kışta oğlumu boynumda, sırtımda taşımak zorunda kalıyordum..."
1980 darbesinin ardından "kaçak" eşi Metris Cezaevi'nin götürülünce o da kendi deyimiyle "kapıdaki kadınlar"dan biri oldu. Çezaevi kapısında bekleyen bir kadın olmanın ne demek olduğunu, oğulları cezaevinde olan annelerle birlikte verdikleri mücadeleyi Afife, bianet'e anlattı.
12 Eylül öncesi kadın olarak nasıl bir siyasi mücadele yürütüyordunuz? Ve bu mücadele 12 Eylül sonrasında nasıl şekil değiştirdi?
12 Eylül öncesinde yaşamı siyasi mücadeleyle sınırlı olan binlerce devrimciden biriydim. Darbeden iki yıl önce evlenmiştim, artık attığım her adıma dikkat etmek zorundaydım, 1970'li yıllarda kadınlar evlenmeden önce nispeten birey olabilme özelliği taşırken evlendikten sonra durumları tamamen evli oldukları erkeğin durumu gözetilerek konumlandırılıyordu.
Kocasına rağmen kendi düzeyinin karşılığı olan yaşamını sürdürmesi olanaksızdı. Tabi bunun tersi de görülmüş şey değildi; siyasi görevle donanmış bir kadına ve onun yaşamını kolaylaştırıcı kocasına romanlarda bile rastlanmıyordu, yani kadınlar için 'Çalış senin de olur' durumu yoktu.
"Kocamın evde olduğu anlaşılmasın diye sokağa çocuğum sırtımda çıkardım"
Darbeden sonra bir kısım insan yakalanırken bir kısım insan da kaçağa düştü. Biz de yaklaşık 3,5 yıl kaçak yaşadık. Kaçaklık yıllarında ise, kadınların durumu çok zordu; tanıdığı hiç kimseyle görüşmeden sadece konu komşuya 'normal' görünmek çabasıyla başka bir kişiliğe bürünüp, durumu idare edecek tiyatro yapıyorlardı.
Ama ne kadar çabalasak da iyi rol yapamıyorduk herhalde ki komşuların sıkı denetimi bitmiyordu... Örneğin, 'Kocan ne zaman işe gidiyor, hiç görmüyoruz' deyip duruyorlardı. Sırf bu yüzden çocuğumu evde bıraktığımda babasının da evde olduğunu anlayacaklar diye kuyudan su taşımaya ve pazara giderken karda kışta oğlumu boynumda, sırtımda taşımak zorunda kalıyordum.
"Bizler' yani 'kapıdakiler' görüş yasağında olsa da oradaydık"
12 Eylül'de eşi cezaevinde olan bir kadın olmak ne demekti? Maddi manevi nasıl bir yaşam sürdürmek zorunda kaldınız?
Eşim 3,5 yıl cezaevinde kaldı, oğlum da o sırada 3,5 yaşındaydı, eşimin ailesiyle oturmak zorundaydım. Tek tip direnişinden dolayı ölüm oruçları vardı ve ölümler başlamıştı, dayaklar, işkenceler, aylarca süren görüş yasakları yüzünden 'bizler' diğer adımızla 'kapıdakiler' sürekli hareket halindeydik...
Görüş yasağı olduğunda bile mutlaka 'kapı'ya gidiyorduk, o yüzden işe girerken haftada bir gün izin şartı koşuyordum. Buna karşılık sigortasız ve düşük ücretle çalışmayı kabul ediyordum. Ayrıca, akşamları evde kazaklara boncuk işleyip ek iş yaparak bir miktar daha kazanmaya çalışıyordum.
"Anneler, işkencenin anlamını oğulları üzerinden öğrendiler"
1980'lerin ortalarından itibaren Türkiye'de oluşmaya başlayan feminizmin neresinde durdu bu 'kapıdaki' kadınlar?
'Kapı'da içerdekilerin eşleri ve anneleri vardı. Eşler içeride yapılanları biliyorlardı, çoğu siyasi yaşamdan geliyordu, anneler ise mazbut yaşamlarını sürdürürken darbeyle birlikte kendilerini cezaevi kapısında buldular...
Bir taraftan da 12 Eylül devam ediyordu, toplumda korku hakimdi. Anneler, oğulları üzerinden işkencenin, idamın ne demek olduğunu öğreniyorlardı ve üzülmeyi bi yana koyup itiraz etmeye başlamışlardı. Hepsi birer insan hakları aktivisti olmuştu, hayatlarını koymuşlardı, eşler ve anneler sıkıştıkları evlerden çıkmışlardı, kadınlar sokaklardaydılar artık... Kararları kendileri veriyorlardı, güçlerinin farkına varmaya başlamışlardı, bütün bunlar o sıradaki feminizmimizdi. Ve feminizm o günlerde hakim olmasa bile etkili oldu.
Cezaevi önünde bir arada beklediğiniz anne ve eş olan kadınlarla nasıl bir diyalog geçiyordu?
Bugün kapıdaki ailelere bakınca 'O günlerde biz şanslıymışız' diye düşünüyorum, çünkü biz çok kalabalıktık, dertleri birbirine benzeyen yüzlerce insanın arasında yalnız kalmıyorduk, beraberken güçlü hissediyorduk... Kapıda anneler ve eşler vardı, babalar genellikle geride dururlardı. Yaşama dair ne varsa konuşurduk, hüzünlü hava varsa bile çabuk dağılırdı. Anneler, bize börek çörek getirirlerdi.
O dönem sizi en çok etkileyen, aklınızda kalan bir anınız var mı?
Kapıda bir Melahat teyzemiz vardı, oğlu idamla yargılanıyordu, sakin sakin konuşan sessiz, ufak tefek bir kadındı, kocasıyla gelirdi... İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucularından olan Melahat teyzenin 1987'deki "İdam cezası kaldırılsın" mitinginde yaptığı konuşmasını ve kürsüdeki görüntüsünü hiç unutmuyorum...
Evlendiğinden beri kocası hiç anahtar taşımazmış, çünkü Melahat teyze hep evde olurmuş. Konuşmasında "Artık kocam anahtar taşımasını öğrendi, idamlar kaldırılıncaya ve genel af çıkıncaya kadar da taşımaya devam edecek" diyerek elindeki anahtarı sallıyor, sloganlar ve alkışlar arasında mücadelesine devam edeceğini haykırıyordu. Dediğini de yaptı...(BT/EÖ)