Rumlar arasında geleneksel olarak yılbaşı gecesi hindi yenir, dans edilir ve eğlenilirdi. Ayrıca Sakız Adası'ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan ve üzerinde yeni yıl yazan yuvarlak Yılbaşı Pidesi pişirmek de geleneksel bir olaydı.
Yılbaşı karikatürlerinde bir devir teslim töreni resmedilir çoğu kez. Bazen emekleyen, bazen de yeni yürümeye başlamış bir çocuk; sakalları yerde, beli iki büklüm bir ihtiyardan dünyayı teslim alır.
Kimse de sormaz, bu zavallı ihtiyar nasıl bu hale geldi bir yıl içinde diye... Ya da ağzında emzik yeni yılı teslim alan şu bebek, onca derdi tasasıyla koca dünyayı hangi cüretle teslim ve emanet almakta? Yani işin vahameti daha karikatürlerden başlayarak karşımıza çıkmakta...
Osmanlı'da İki "Yılbaşı"
Osmanlı İmparatorluğu'nda yılbaşı diye bir kavramdan söz etmek biraz zor. Ama konuyu açmadan önce takvimler konusunda anlaşmamız gerekiyor. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nda kullanılan iki takvim var.
Birisi "hicrî", diğeri ise "rumî". Hicret olayını başlangıç alan hicrî takvimde bir yıl, bugün kullandığımız takvime göre yaklaşık on gün kadar kısa. Bu nedenle mevsimler ve aylar arasında değişken bir ilişki var.
Bu takvimde yeni yıl Muharrem ayıyla başlar. Bu tarihin takvim açısından yılbaşı olması, kutlama açısından hiçbir önem taşımazdı.
Hatta bu tarihten kısa bir süre sonra gelen Kerbelâ olayının yıldönümü, sevinç değil acı çağrışımları taşırdı. Faruk Nafiz Çamlıbel bunu şöyle anlatır:
"Hicrî yıla girdiğimizi biz esaslı olarak, Muharremin onuncu gününde anlardık. Aşure günü dediğimiz Muharremin onunda, bir hayli asır evvel Kerbelâ vakası olmuş ve son peygamberin torunu Hüseyin şehit edilmişti.
"Böyle yürekler acısı bir vakanın yıldönümüne tesadüf eden bir günde, ağzımızın tadını yerine getirmek için, kazanlarda pişirilen ve kaselerle dağıtılan aşureler kâfi gelmezdi. Bu yüzden biz, hicrî yılın ilk ayına matem hazırlığı ve gözyaşlarıyla adım atardık. "
Halk arasında aşurelerle hatırlanan bu "yılbaşı", İmparatorluğun son dönemlerinde saray katında da özel bir merasimle kutlanmaya başlanmıştı.
Osmanlı'nın kullandığı ikinci takvim ise "rumî", ya da bir başka deyişle "malî" takvimdi. Bu takvim, hicrî tarihin kullanılmasından ortaya çıkan 10 günlük farkı yok etmek amacını taşıyordu. Rumî takvimin başlangıç ayı Marttı.
Maaş ve ücretler rumî ay hesabıyla ödendiği için çalışanlar açısından bu takvimin büyük önemi vardı. Bu "yılbaşı"nda yapılan tek tören ise Balıkhane'de kurban kesilip, dualar okunmasından ibaretti. Ama her iki "yılbaşı"nda da tatil yapılmazdı ve bu günlerin çalışanlar açısından pek özel bir önemi yoktu.
Osmanlıda "Hıristiyan" Yılbaşı
Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Hıristiyanlar için ise, yılbaşı "Noel" dönemi anlamına gelirdi. Aralığın 15'inden sonra hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık gecesini 25'e bağlayan gece İsa'nın doğuşunu kutlardı (Doğuş Yortusu).
Ortodoks Rumlar ise aynı geceye "Hristuğenna" adını verirlerdi. 24 Aralık gecesi çocuklar evden eve dolaşır ve "Kalanda" adlı Noel şarkıları söyleyerek İsa'nın doğuşunu kutlarlardı. Noel sabahı kilisedeki ayine gidilir, öğle saatlerinde de akrabalar, dostlar bir araya gelerek yemek yenirdi.
Özellikle çocuklar için çam ağaçları süslenirdi. Yılbaşına doğru çiçek satıcılarının tezgahlarını dolduran "kokina" (Rumca'da kırmızı) adlı, kırmızı taneli yeşil dallar evleri süslemede yaygın olarak kullanılırdı.
Aslında dinsel açıdan pek anlam taşımayan 31 Aralık tarihi de kimi kesimlerde (özellikle Ortodoks Rumlarda) İsa'nın sünnet günü olarak anılırdı. Bu gece de Noel gününe benzer kutlamalar yapılırdı. Rumlar arasında geleneksel olarak yılbaşı gecesi hindi yenir, dans edilir ve eğlenilirdi.
Ayrıca Sakız Adası'ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan ve üzerinde yeni yıl yazan yuvarlak Yılbaşı Pidesi pişirmek de geleneksel bir olaydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeniler ise 1 Ocakta kutladıkları yılbaşına "Gağant" adını verirlerdi. Bu sözcük, zengin bir ziyafet sofrasıyla eşanlamlıydı.
Bütün aile 31 Aralık gecesi bir araya gelir ve gece yarısına kadar sofrada birlikte olunurdu. İstanbullu Ermeniler yılbaşı için günler öncesinden alışverişe başlarlardı. Zeytinyağlı yaprak ve midye dolması, hindi ve anuşabur (aşure) yılbaşı sofrasının vazgeçilmez yiyecekleriydi.
Çocukluğu 1915'li yıllara rastlayan, Türkiye'nin eski milletvekillerinden Hasene Ilgaz, o yıllarda gayrımüslimlerden oluşan komşularının yılbaşı kutlamalarının kendi evlerine nasıl yansıdığı şöyle anlatıyor:
"Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler, dinî bayramlardı. Bizim için yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını, bizden olmayan dostlarımızın, ekalliyetlerin, yılbaşı için yaptığı hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık.
"Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri, bu gönderilen hediyeler arasındaydı. Bu hediyeleri, 'bizim bayramımız' diyerek getirirlerdi. Biz de onlara lokum, yılbaşı tatlısı, gelincik şerbeti gibi ikramlarda bulunurduk." (GA/BA)
* Gökhan Akçura'nın Toplumsal Tarih dergisinde yayımlanan yazısını Tarih Vakfı sitesinden aldık.