"İlkokulla birlikte, Zazaca ve Kurmanccaya ilave olarak üçüncü bir dil de hayatımıza girmiş oldu" diyor Muş Alparslan Üniversitesinden Doç Dr. Ercan Çağlayan.
Kamu hizmetlerinde anadilinin konuşulmasının ise ayrılmaya değil, tam tersine bütünleşmeye hizmet edeceği görüşünde.
Çağlayan, 21 Şubat Anadil Günü vesilesiyle, Türkçeyle ilk kez ilkokulda karşılaştığı çocukluk döneminden, akademideki Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerine ve ilkokuldaki anadili derslerine kadar düşüncelerini bianet'e anlattı.
Anadiliniz için verdiğiniz kendi kişisel mücadelenizden söz eder misiniz biraz? Çocukluktan bugüne ne gibi hikâyeler var kişisel tarihinizde?
Açıkçası, Zazaca olan anadilimin farkına ilk defa ilkokula başladığım gün vardım. O gün, tek kelime bilmediğim "yabancı" bir dilde eğitime başlamak, beni anadilimin farklı olduğu gerçeğiyle yüzleştirdi. Pek tabii olarak bu ilk karşılaşma, bende okula karşı büyük bir korkuya, ürpertiye ve önyargıya neden oldu. Bununla birlikte sınıftaki neredeyse tüm öğrencilerin Türkçeyle ilk defa karşılaşıyor olmaları, yaşadığım travmayı 'normal'leştirdi diyebilirim. Buna bağlı olarak, sınıfın ve okulun neredeyse tamamının aynı sürece tabi olması ve aynı veya benzer duyguları yaşaması, hepimizde ilk kez karşılaştığımız yeni dili öğrenme sürecini hızlandırdı. Açıkçası, ilkokulla birlikte, Zazaca ve Kurmanccaya ilave olarak üçüncü bir dil de hayatımıza girmiş oldu. Hatırlayabildiğim kadarıyla, okulla birlikte birçoğumuz Türkçeyi hızlıca öğrenmekle birlikte, neredeyse ortaokul son sınıfa, yani 8. sınıfa dek Türkçeyi iyi öğrenme serüvenimiz inişli çıkışlı devam etti.
Avuçla havuç karışınca...
İlk ve ortaokul yıllarında öğretmenlerle konuştuğumda, sorulara cevap verdiğimde veyahut ödevlerimi sunduğumda Türkçeyle ifade edemediğim, bilmediğim ya da hatırlayamadığım Türkçe kelime ve ifadelerin yerine sıklıkla Zazacaya başvurduğumu bugün gibi hatırlıyorum. Tabi ki bu durum, arkadaşlar arasında gülüşmelere ve dalga geçmelere neden olduğu gibi bazen de öğretmenler tarafından dayakla cezalandırmalarla sonuçlanabiliyordu. Bugünden dönüp baktığımda, Türkçeyi sonradan öğrenen biri olarak, bahse konu durumla ilgili hayatımda en fazla tesir bırakmış olay, ilkokul 4. sınıfta yaşadığım bir olaydır. Olay özetle şöyleydi: Öğretmenin sorduğu bir soruya verdiğim cevapta "avuç" ile "havuç"u karıştırdım. Bunun üzerine sınıfta kahkahalar yükseldi. Ancak bu kahkahalar uzun sürmedi. Öğretmenim yüzüme çok sert bir tokat atarak beni "düzeltti". Doğal olarak, sınıf da buz kesti. Az evvelki kahkahaların yerini derin bir sessizlik almıştı. Bu olay, beni çok sarstı ve okula gitmeme kararı almama neden oldu. Okul müdürü evimize gelip beni ve babamı okula davet etti, müdürün nasihatlerinden sonra ertesi gün yeniden okula devam ettim. Bunun dışında, Türkçe konuştuğumda her yetersiz kaldığımda –ki bunu defalarca yaşadım- anadilim Zazacaya sığındığımı bugün gibi hatırlıyorum. 4. sınıfta yaşadığım olay sonrasında elime geçen tüm Türkçe kitapları okudum ve Türkçemi geliştirdim kendimce. Üniversiteyi kazanmamla birlikte bu kez anadilim Zazacanın ardına düştüm. O gün bugündür bu konularla ilgili okuyor ve yazıyorum. Gündelik hayatta aile fertlerimle her daim Zazaca konuşmakla birlikte Zazaca bilenlerle de anadilimde konuşmayı tercih ediyor ve bunu yapmaya gayret gösteriyorum. Buna ilave olarak Zazaca yayınları takip etmeye çalışıyorum.
"Çözüm sürecinin bozulmasından sonra Kürtçe bölümlere ilgi düştü"
Üniversitede Kürt Dili ve Edebiyatı bölüm başkanlığı yaptınız ve anadilli ile ilgili dersler yürütüyorsunuz. Üniversite özelinde öğrencilerin derslere katılımı ve ders seçiminde ne gibi noktalar dikkat çekiyor? Deneyimlerinizden yola çıkarak Zazaca bölümler, dersler ve öğrenciler hakkında neler söylemek istersiniz.
Cevabın daha iyi anlaşılması için kısa bir yakın tarih gezisine çıkmak gerekir sanırım. 2009'da Milli Birlik ve Kardeşlik/Barış/Çözüm projesi/sürecinin başlatılmasından bir yıl sonra 2010'dan itibaren Türkiye'de ilk defa Kürtçenin/Zazacanın üniversitelerde seçmeli ders ve bölüm/anabilim dalı olarak açılması için ilgili mercilere başvurular yapıldı. 2011 itibariyle Bingöl, Mardin Artuklu, Van Yüzüncüyıl, Diyarbakır Dicle ve Siirt üniversitelerinde Yaşayan Diller Enstitüsü adıyla enstitüler kuruldu ve bu enstitülere bağlı Kürt Dili ve Edebiyatı/Kültürü, Zaza Dili ve Edebiyatı adlarıyla anabilim dalları açıldı. Bu anabilim dallarına binlerle ifade edilen sayıda tezsiz, tezli yüksek lisans ve doktora kayıtları gerçekleştirildi. Yanı sıra Muş Alparslan, Mardin Artuklu ve Bingöl üniversitelerinde Kürt Dili ve Edebiyatı, Bingöl ve Munzur üniversitelerinde ise Zaza Dili ve Edebiyatı adıyla bölümler açıldı. 2011-2015 arasında her iki bölüme ilgi oldukça yüksekti ve bu ilgi lisansüstü programlarda da söz konusuydu. Öyle ki lisansüstü sınavlarına yüzlerce başvuru yapılmaktaydı. Yine aynı yıllarda Kürtçe/Zazaca seçmeli derslere katılım da oldukça yüksek olup bu dersi seçenlerin sayısı her bir üniversitede yüzlerle ifade ediliyordu. Kürt Dili ve Edebiyatı bölümünde Kürt Basın Tarihi ve Zazaki Gramer ve Metin derslerini yürüten bir öğretim üyesi olarak, bu bölümlere yerleşen öğrencilerin ekserisinin çok yüksek puanlarla bölüme yerleştiklerini gözlemleme imkânım oldu. Ayrıca öğrencilerin ekserisi Kürtçe/Zazaca yayınları yakından takip ediyorlardı ve anadilinde okuma-yazma becerileri oldukça gelişkindi.
Açıkçası, 2011-15 arasında hem akademik personelde hem de öğrencilerde Kürtçe/Zazacaya dönük çok büyük bir heyecan ve ilgi olduğunu söyleyebilirim. Kuşkusuz bu durum, Kürtçe/Zazaca matbuat, yayıncılık ve medya dünyasına da büyük bir sıçramaya vesile oldu. Ancak çözüm sürecinin bozulmasından sonra Kürtçe/Zazaca bölümlere ilgi gözle görülür bir biçimde düştü, öğrenciler çok düşük puanlarla bölümlere yerleşmeye başladı. İlk mezunların verilmesiyle birlikte Kürtçe/Zazaca bölümlerden mezun yüzlerce kişi -atamaların bir-iki civarında olması hasebiyle- boşta kaldı. Bu durum da, Kürt Dili ve Edebiyatı/Kültürü, Zaza Dili ve Edebiyatı bölümlerine olan ilginin azalmasına ve Kürtçe/Zazaca matbuat, yayıncılık ve medya alanlarının zayıflamasına neden oldu diyebilirim.
İsveç örneği
Özellikle kamu hizmetlerinde anadilin önemi defalarca vurgulanır. Elazığ depreminde bu konu bir kez daha gündeme geldi. Enkaz altından çıkarılan bir kadın, Kürtçe "kızım da enkazda" diyordu. Görevli, enkaz altındakiyle Kürtçe iletişim kuruyordu. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Fransız filozof Michel Foucault'nun anadiliyle ilgili olarak söylediği çok sevdiğim bir sözü var: "Tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir." Ulusal dillerin ortaya çıkması iki asır öncesine dayanıyor. Pre-modern dönemlerde tüm toplumlarda ve coğrafyalarda insanlar arasındaki iletişim yerel diller ve lehçelerle sağlanıyordu. Milliyetçilik ve ulus-devletle birlikte birçok toplumda ve coğrafyada yerel diller ve lehçeler "ulusal dil"ler adına katı bir yasağa tabi tutuldu. Çok sayıda dil ve lehçe, ötekileştirildi ve aşağılandı. Ancak demokratikleşmenin artmasıyla Avrupa'da birçok devlet bu yanlış tutumdan geri döndü. Bunun en güzel örneği İsveç'tir sanırım. 1960'lara kadar başka dil ve kültürlere karşı çok katı yasaklar sergileyen İsveç, yarım yüzyılı aşkındır çok sayıda dilin ve kültürün nefes alma, hayatta kalma mekânı olarak biliniyor. İsveç'in bu tutumunu, matbuatta, yayıncılıkta, medyada, basında, edebiyatta ve eğitimin her aşamasında gözlemlemek mümkün.
"Geçen yüzyılın başında Türkiye'de onlarca dil birlikte var olabildi"
Kuşkusuz bu durum sadece İsveç'e özgü değil, dünyanın farklı coğrafyalarında, doğuda ve batıda, çok sayıda örnekten bahsetmek mümkün. Buradan hareketle, geçen yüzyılın başında Türkiye'de onlarca dilin/lehçenin bir arada ve birlikte var olabildiğini hatırlatmalıyım. Daha önce bahsetmiştim, küçük bir kasabada üç dilli bir hayata gözlerimi açtım. Bugün hâlâ Türkiye'de bilhassa 35-40 yaş üstü insanlar birkaç dille yaşamlarını sürdürüyorlar. Mardin'deki sıradan bir vatandaş Türkçe, Kürtçe, Arapça, Mahalmice ve Süryaniceyi bir arada konuşabiliyor. Muş'taki bir vatandaş Türkçe, Kurmanca, Zazaca ve Arapçayı hayatının birçok alanında kullanabiliyor. Doğu Karadeniz'deki bir vatandaş Türkçenin yanı sıra Lazca, Hemşince, Gürcüce ve Rumcayı konuşabiliyor. Velhasıl örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak madalyonun öte tarafında ise 35-40 yaşın altındaki vatandaşların ekserisinin yaşamlarını sadece Türkçe idame edebildiklerine şahitlik etmekteyiz. Tüm bunlardan hareketle, Türkiye'deki tüm dillerin hem gündelik hayatta hem de kamusal alanda kullanılmalarının önündeki de jure ve de facto engellerin kaldırılmasının elzem olduğunu belirtmem gerekir. Bunun ayrılmaya değil, bütünleşmeye hizmet edeceğini düşünüyorum.
Çocukken eğitim hayatıyla birlikte yüzleşmeler başlıyor anadil konusuyla ilgili. Çocukluk dönemine ait bir mesele anadil biraz da. Çocuk hakları açısından da bakarak bir değerlendirme almak isterim... Öte yandan okullarda müfredatta olan ve haftada iki saati kapsayan Yaşayan Diller ve Lehçeler dersi anadil öğrenimi için ne kadar yeterli olabilir?
İlkokulda ders saatleri dışında tüm konuşmalarımız anadilimizle oluyordu. Öğretmenlerimizin Türkçe dışında herhangi bir dil konuşmamamız gerektiği yönündeki tüm çabalarına rağmen biz teneffüsler de dâhil tüm zamanlarımızda anadilimizle konuşuyorduk.
Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği kasabada, 90'ların sonuna dek hem evde, hem de mahallede, çarşı-pazarda, neredeyse hayatın tüm alanlarında ekseriyetle Zazaca konuşulmaktaydı. Dahası, yerli memurların bulunduğu kamu dairelerinde de sıklıkla Zazacanın konuşulduğuna şahitlik ettiğimi söylemeliyim. Buna ilave olarak, bizim mahallede Liceli, Muşlu ve Beritan aşiretine mensup aileler yaşadığından Kurmanccayla da yoğun bir temasımızın olduğunu not etmeliyim. Ancak 2000'li yıllarla birlikte kentleşmenin, okur-yazarlığın, okullaşmanın, üniversite mezun sayısının, görsel ve yazılı basının ve daha da mühimi internetin yaygınlaşmasıyla birlikte bölgenin tamamında olduğu gibi yaşadığım yerde de Zazaca ve Kurmancca konuşanların sayısında çok hızlı bir düşüş yaşanırken, buna karşılık Türkçenin hızlı bir şekilde yaygınlaştığına şahitlik ettik.
"Sözleşmedeki anadili çekincesi çocuk hakları ihlali"
Malum olduğu üzere, Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 17, 29 ve 30. maddeleri her çocuğun kendi anadilini ve kültürünü öğrenme ve yaşatma hakkına sahip olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak Türkiye'nin bahse konu maddelere koyduğu çekince çocuk haklarının ihlalini gözler önüne sermektedir. Bu durum çocukların kendi dillerini ve kültürlerini öğrenememelerine sebebiyet verdiği gibi çocukların kendi dil ve kültürlerine yabancılık beslemesine de neden oluyor. Pek tabii olarak bu durumun da çocuklarda kişilik bozuklukları dâhil birçok psikolojik rahatsızlığa davetiye çıkardığı, uzmanlar tarafından sıklıkla dillendiriliyor. Malum olduğu üzere, çok uzun yıllardır tüm gelişmiş demokrasilerde çocuklar kendi anadilleri dâhil birkaç dille yaşamlarını idame ettiriyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında hâlâ bu konuları konuşmamız ve bu konulardaki yasakların, çekincelerin ve engellemelerin sürüyor olması, imparatorluk bakiyesi Türkiye'nin tarihsel müktesebatına ve tecrübesine ters düştüğü gibi, bugünün demokratik değerleriyle de uyuşmadığını ifade etmem gerekiyor.
"Dersler baştan kadük kaldı"
Yaşayan Diller ve Lehçeler dersi mevzusuna gelince... Her şeyden evvel bu ismin ilk defa emperyal devletler tarafından oryantalist gayeler için kullanıldığını hatırlamalıyız. Bahse konu ülkeler, Batı dışındaki toplumları ötekileştirerek dillerini ve kültürlerini pejoratif bir tutum ve perspektifle adlandırdıklarını biliyoruz. Açıkçası, Türkiye'nin de bu adlandırmasının, self-oryantalist bir tutumun dışa vurumu olduğu kolaylıkla söylenebilir. Zira Türkiye üniversitelerinde Sümeroloji, Hititoloji vb. gibi binlerce yıl önce ortadan kalkmış dillerle ilgili bölümlerin/kürsülerin mevcudiyeti, söz konusu tutumun somut bir göstergesidir. Bundan dolayı Yaşayan Diller ve Lehçeler derslerinin ve enstitülerinin yerine Kürtçe/Zazaca, Çerkezce, Lazca, Süryanice gibi adlandırmaların hem daha doğru, hem daha hakkaniyetli olacağı düşüncesini taşıdığımı açıkça belirtmeliyim. Sadede gelirsek, yine de Yaşayan Diller ve Lehçeler dersinin müfredata girmiş olması, Türkiye'de Türkçe dışındaki anadilli çocukların kendi anadilleriyle okulda ve kamusal alanda karşılaşmaları hem dilin öğrenilmesi açısından, hem de söz konusu dillerin diğer tüm diller gibi, "değerli" olduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri bakımından gerekli ve anlamlı bir teşebbüs olduğu kanaatindeyim. Ancak Türkiye'de okullarda farklı anadillerinde yeterince öğretmen atanmaması ve okul idarelerinin bu dersle ilgili katı tutumu, dersin daha baştan kadük kalmasına sebebiyet verdiğini not etmek gerekiyor. Son olarak, seçmeli dersin kıymetli bir girişim olmakla birlikte, araştırmalarımızdan ve gözlemlerimizden hareketle, anadil öğrenimi için yeterli olmadığını da söylemeliyim.
Ercan Çağlayan kimdir?1980 Bingöl doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini Bingöl'de, yükseköğrenimini Erzurum Atatürk Üniversitesi Tarih Öğretmenliği Bölümü'nde tamamladı. Aynı üniversitede 2008'de yüksek lisans, 2012'de doktora derecesi aldı. Ocak 2019'da Siyasi Tarih doçenti oldu. Cumhuriyet'in Diyarbakır'da Kimlik İnşası [1923-1950] (İletişim Yayınları, İstanbul 2014), Zazalar: Tarih, Kültür ve Kimlik (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2016), Kemalist Ulus-Devletin İnşası: Eğitim, Kültür, Mekan ve İskan Politikaları (Açılım Kitap, İstanbul 2018), "Dünyada Van": Nüfus, Etnisite, Tarih ve Toplum, (der.) (İletişim Yayınları, İstanbul 2019), "Burası Muş'tur": Tarih, Toplum, Kültür ve Edebiyat, (Ed.) (Pınar Yayınları, İstanbul 2019) ve Cumhuriyet'in Doğu'su: Devlet, Parti, Toplum (Pınar Yayınları, İstanbul 2019) ismiyle yayımlanmış kitapları bulunuyor. Başlıca ilgi alanları şehir tarihi, ulus-devlet, milliyetçilik, etnik gruplar, azınlıklar, Kemalist modernleşme ve maduniyet çalışmalarıdır. |
(AÖ)