KANAL İSTANBUL GÜZERGAHINDA YAŞAYANLAR KONUŞUYOR - 3 /
Terkos Köyü: "Bu Yıl Hiç Balık Olmadı"
Terkoslular, "Balıkçılıkla geçinen bir sürü insan var ama bu sene hiç balık olmadı. Evini geçindiren, ekmek götüren, kömür alan var oradan kazandığıyla" diyor.
Kanal İstanbul güzergahında Yeniköy ve Karuburun'da sonra sıradaki adresimiz Terkos. Burada ise gündem göl, balıkçılık ve tatlı su kaynakları. Terkos Gölü, İstanbul'un su ihtiyacının yaklaşık yüzde 22'sini karşılıyor. Kanal İstanbul inşaatında çıkacak hafriyatla 38 km uzunluğunda kıyı dolgusu yapılacağı ve bu dolgulardan biri Terkos Gölü’nün ön tarafına denk geliyor. Terkos köyü diğer iki köy kadar Kanal İstanbul'dan etkilenmiyor ancak gölün kirlenme ve yok olma ihtimali hepsini ürkütüyor.
Kanal İstanbul yolunda 3 durak: Yeniköy, Karaburun, Terkos
Kanal İstanbul’un ÇED raporuna göre, Karadeniz'de konteyner limanının, Arnavutköy’e bağlı Karaburun ve Yeniköy mahalleleri sahilinde yaklaşık 1,8 milyon metrekarelik deniz alanının doldurulmasıyla inşa edilmesi planlanıyor. Yeniköy, Karaburun ve Terkos'ta Kanal İstanbul'un geçeceği güzergahı gezdik, yurttaşlarla görüştük.
"Kesinlikle istemiyorum, bu kadar basit"
Fırtınalı bir günde gezdiğimiz Terkos'ta evine uğradığımız Tuğba Eminkol'la konuşuyoruz. Kanal İstanbul ÇED raporuna göre Eminkol'un proje kapsamında kalmıyor. Ama bu kendisi için önemli değil, "Bak benim torunum yok belki de hiç olmayacak. Ama bu bize emanet, biz emanet aldık ona göre bırakmalıyız" diyor. 56 yaşında Tuğba Eminkol. Emekli olduktan sonra 10 sene önce eşi Rafet Eminkol ile birlikte buraya yerleşmişler.
Havalimanına da zamanında itiraz ettiklerini belirterek “Ben kanalı kesinlikle istemiyorum, bu kadar basit. O ÇED raporunun yazıldığı kağıtlara, ormanlara yazık” diye devam ediyor:
“İstanbul'da boğaz mı yok? 800'de bir gemi çarpıyormuş, bu kadar mı önemli? Ben tarlalarını satan insanlara da çok kızıyorum, satmasınlar. Benim bu evimi ne kadar para verirse versin satmam. O hırsı da anlamıyorum, ne götürüyorsun giderken? Kanuni Sultan Süleyman'a kalmamış bu dünya. Onu geçtim nasıl kıyıyorsun?
“Balıkçılıkla geçinen bir sürü insan var ama bu sene hiç balık olmadı. Evini geçindiren, ekmek götüren, kömür alan var oradan kazandığıyla. Görüyorum o kadar çok insan doğalgaz olduğu halde soba yakıyor.
"Hiç gelip Karaburun'da denizi görmüşler mi"
"Acaba hiç yazın gelip Karaburun'da denizi görmüşler mi. Yazın bizim denize girmediğimiz o kadar zaman oluyor ki. İnsanlar boğuluyor da cenazelerini kaç gün sonra dalgıçlar buluyor. Deli deniz... Ben kesinlikle karşıyım, bizim buna bir şekilde son vermemiz lazım.
"Ben geçemediğim köprüden kullanmadığım otoyola para ödüyorum. 3. Köprü yapılırken Bebek'ten domuzlar çıktı karaya. Katliam bu. Ama doğa intikamını alır.
“Sahilde gördüğünüz mendirekler şimdi gördüğünüzün dört katıydı. Eşim dedi ki tutmaz. Koca koca kayalar dökülüyor sen daha mı iyi biliyorsun dediler. Kaç tane var şimdi? 4-5 kaya. Ve her sene onların yeri değişir.”
Tuğba ve Rafet Eminkol çiftinin evi, Terkos Gölü’ne yakınlığı sebebiyle su havzası içinde kaldığından mutlak koruma alanı kapsamında. Tuğba Eminkol, “Mutlak koruma alanında kalıyor diye benim evime çivi çaktırmıyorsun, bu bölgede tarımı yasaklıyorsun, benden vergimi alıyorsun ama sen bu şartlarda Kanal yapıp gölü, Sazlıdere'yi kapatıyorsun, nasıl olacak” diye soruyor.
"Bu yıl bir bıldırcın gördüm"
Rafet Eminkol ie başka bir işten emekli olsa da aynı zamanda kaptan. Gençliğinde bu bölgeye balık tutmaya geldiğini, o zamandan bu zamana çok şeyin değiştiğini anlatıyor:
“Buralar o kadar güzeldi ki, biz balık tutmaya gelirdik, arkadaşlarımızın evinde kalırdık, bize kapılarını açarlardı. Sabahları çarşıya inerdik, börek yer, manda sütü içerdik. Artık mandalar da yok. Havaalanı yapıldığı için otlama alanları kalmadığından herkes mandalarını sattı. Yeniköy bu bölgede manda sirkülasyonu en fazla olan yerdi. Oranın muhtarının 10 bine yakın mandası vardı, kalmadı.
“Kocaman bir havaalanı oldu. Bizi mahvediyor, sesinden, uçakların bıraktıkları yakıttan her şeyiyle bizi mahvediyor. Kuşların göç alanları orası. Leylekler gelmedi geçen sene. Dünya bıldırcın olurdu, ben bu sene tek bir tane bıldırcın gördüm. Konacağı, oturacağı bir yer yok hayvanın.
"Zelzele olsa ne olacak"
“Kanalı yapacaklar, denizi dolduracaklar, tabiat değişecek zaten. Ama demin eşim söyledi tabiat hayatta bırakmaz kendine yapılanı, alır geriye onu. Kömür ocakları yapıldı buraya denizi doldurup havalimanından da önce. Kömür denizin içindeydi, önce toprakla dolduruyorlardı, sonra ortadan açıp kömürü çıkarıyorlardı. Şimdi gidin oraya kocaman kocaman göletler var. Deniz hepsini girdi aldı geriye. Çünkü orası benim diyor tabiat. Herkese kazık atabilirsiniz tabiata atamazsınız.
"Diyorlar ki kanalı yapacağız, altını ve yanlarını beton kaplayacağız artık kaçar santim betonsa, herhalde sağlam bir beton yapacaklar. Zelzele olsa kıramayacak mı bunu, neleri kırdı. O kırıldığı an deniz suyu nereye dolacak. Belki de öyle bir girecek ki depremin yaptığı tahribattan daha fazlasını yaşayıp suların altında kalacağız. Olmayacak şey mi bunlar?"
"Evde aldığım koku bile değişti"
Gül Aliçe de emekli olduktan sonra 10 yıl önce köye yerleşmiş. "Havaalanından sonra tarım alanları ve yediğimiz besinlerin tadı, tohumların bile bitmesi benim için en acı olay ve geriye dönüşü de mümkün değil. Evde aldığım koku değişti. Acı acı bir koku hissediyorum. Kanal da aynı şekilde doğa katliamı” diyor.
Kanalı isteyenlerin de her şeyin bilincinde olduğunu savunan Aliçe, “Neden evet demeye devam ettiklerini bilmiyorum” diyerek sözlerini şöyle noktalıyor:
“Kesinlikle karşıyım. Biz sadece gençlere destek olmak için buradayız. Yoksa biz belli yaşlara gelmiş insanlarız. Çocuklara bırakacağımız dünyanın güzel olmasını istiyoruz. Kesinlikle karşıyım. Biz sadece gençlere destek olmak için buradayız. Yoksa biz belli yaşlara gelmiş insanlarız. Çocuklara bırakacağımız dünyanın güzel olmasını istiyoruz."
"Bıçak sapladılar kanalla öldürecekler"
Köyün yerlilerinden Zehra Dolmaz'ın evi ise Eminkol ve Aliçe'nin evlerinin aksine tam kanalın güzergahında. Kendisine verilecek hiçbir şeyi istemediğini söyleyen Dolmaz, tepkisini şu sözlerle dile getiriyor:
"Bizim amacımız ayağımız toprağa bassın, bahçemize çıkalım çayımızı içelim. Zaten havaalanıyla böğrümüze bir bıçak sapladılar. Bu kanalla da bizi öldürecekler ama biz de gücümüzün yettiğince direneceğiz. Türkiye Cumhuriyeti onların babasının çiftliği değil. Yani halkına sormadan ben istiyorum olacak demek cumhurbaşkanına yakışan bir tavır mıdır? Ben kendimi şanslı hissediyorum burada ve bu şansı kaybetmek istemiyorum."
Terkos Gölü canlıların yaşam kaynağı
Terkos Gölü yüzyıllar önce bir koy olarak bağlandığı Karadeniz'den bir kumsal ile ayrılarak göle dönüşmüş. Gölü denizden ayıran bu kum tepeler yaklaşık 2 kilometre boyunca devam ediyor. Genişliği 5; uzunluğu 12 kilometre olan bu göl, sadece suyunun içinde değil, çevresindeki doğada da pek çok canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Turna, sazan, kızılkanat göl içinde; nesli tehlikede olan Sibirya kazı, ördek ve değişik birçok kuş türü göl dışında yaşamlarını sürdürüyor.
Evden çıktıktan sonra ilk durağımız tarihe tanıklık etmiş bu göl... Üzerinde ilerlediğimiz yol, gölü tam ikiye bölmüş. İstanbul'un su ihtiyacının yaklaşık yüzde 22'sini karşılayan Terkos Gölü, kenarlardan hafif çekilmiş durumda. Tüm dünyanın üzerine titrediği tatlı su kaynakları, Türkiye'de kanal nedeniyle yok olma riskiyle karşı karşıya. Yaşam kaynağı olduğu canlılar da öyle...
* Terkos Gölü
Terkos ile Durusu arasındaki yollardan ilerleyerek Kanal İstanbul yapıldığı takdirde betonla doldurulacak koyları görmeye gidiyoruz. Karaburun fener arkasındayız. Yukarıdan koyların görüntüsünü alırken Burcu Koç denizin içindeki küçük taşları gösterip “Bunları ada yapıp isim koyardık çocukken. Çocukluğumuza bile göz diktiler” diyor. Olayın bir de diğer boyutu var. Koy alanları aynı zamanda heyelan bölgesi. Normal şartlarda civarının ağaçlandırılması gerek. Fakat Kanal İstanbul olursa olan ağaçlar da gidecek, ada yapılıp isim koyulan küçük taşların altındaki balık yuvaları da...
TERKOS: İstanbul'un Arnavutköy ilçesine bağlı. Arnavutköy ilçe merkezine 29, İstanbul şehir merkezine mesafesi ise yaklaşık 55 kilometre. Terkos'un nüfusu 894 kişi.
Terkos Gölü’nün kıyısındaki köyün yemyeşil bir doğası ve sakin bir ortamı var. Selanik göçmenlerinin oturduğu köy, mutlak koruma alanı (0-300 mt) içerisinde kaldığı için İSKİ tarafından çok iyi korunuyor. Gölden mevsimine göre turna, sazan ve alabalık çıkıyor. Yazları çok ziyaret alan bölgede göl çevresi piknik alanı olarak kullanılıyor. Yazları gölde yüzenler de var.
Haziran 2018'den bu yana bianet muhabiri. 2013'te bianet'te staj yaptıktan sonra bianet'in projelerinde de yer aldı. Expression Interrupted, susma24.com, Jıneps, Inside Turkey, tol.org gibi platformlarda...
Haziran 2018'den bu yana bianet muhabiri. 2013'te bianet'te staj yaptıktan sonra bianet'in projelerinde de yer aldı. Expression Interrupted, susma24.com, Jıneps, Inside Turkey, tol.org gibi platformlarda haber ve makaleleri yayınlandı. İfade özgürlüğü alanında birçok haber ve makaleye görüş verdi. Yazıları İngilizce başta olmak üzere Fransızca, İtalyanca ve Çerkesceye çevrildi. 8 Mart 2018’deki Feminist Gece Yürüyüşünde çektiği fotoğraflar İstanbul Büyükşehir Belediyesince sergilendi. 27. Metin Göktepe Gazetecilik Ödülünü kazandı. Erciyes Üniversitesi Gazetecilik mezunu.
İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. 2017-2022 arasında bianet’te yargı ve iklim haberleri muhabiri olarak çalıştı.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.