Irmak aynı ırmaktır, kendisini var eden dereler yine aynı derelerdir, içinde yine aynı canlıları barındırır, aynı kaynaktan çıkıp aynı yollardan akarak gelmektedir, ama bir farkla; artık akması kontrolü dışında engellenmiştir.
Var olduğundan beri yaptığı üzere yine akar, önüne her engel çıktığında yaptığı gibi yine ona bütün gücüyle çarpar, yine engeli yıkmaya ya da üstünden aşmaya yeltenir; ama artık başaramaz.
İşte, ırmağın barajla yaşadığı bu mücadele gibidir zihnin bedenle yaşadığı gerilim. Irmak akmak ve var olduğundan beri yaptığı/olduğu gibi aşmak ister, ama aşamaz; barajın yanından dolanmayı dener, olmaz; daha çok akıp/dolup bentlerin üstünden geçmeye yeltenir, başaramaz.
Çünkü baraj hem çok geniştir hem de çok yüksek... Fakat ırmak bu, dinlemez; bentlere var gücüyle çarpar, çarpar çarpar. Yaptığı her hamle kendi haşmetini büyütür, ama aynı anda o köpüklü asiliğini de azaltır.
Zaman geçer... Artık barajın bentlerine bütün gücüyle çarpamaz olur; akıp o barajı doldurmaktan, var olan koşullara uyum sağlamaktan, yeni koşullar yaratmaktan, oraya can vermekten başka bir şey de gelmez elinden.
Barajı dolduran hacmi bir yandan kendiliğinin yok oluşunun kederli habercisidir artık, bir yandan da yeniden doğan benliğinin muştulayıcısı. Akamaz olmaya önce şaşıran, sonra kızan, sonra küsen ırmak, bir süre sonra akmanın mutlak şart olmadığını ve akmayarak yaşamanın mümkün olabildiğini görüp, durulur; durulur ve yeniden doğar...
Yeniden doğarsınız. Can Yücel’in, Hayatı Tersten Yaşamak’taki doğumu gibi:
“Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karsınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar, torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.”
Ve yaşıyorsunuz...
***
“Nitekim sonunda bir aşkınlık, en azından kederli bir aydınlanma, mizahi bir bilinç anı var,” der Nurdan Gürbilek (Kör Ayna, Kayıp Şark içinde), Leyla Erbil’in Cüce adlı romanıyla ilgili olarak ve sözü Leyla Erbil’e bırakır:
“Daha da tepelere çıkmayı düşündüm bir ara [,...] göstermek üzere marifetlerimi ama bence daha da tepe diye bir şey yoktu anladım; ben çıkmak istedikçe, tüm tepelere egemen olduğunu sanan ve marifetlerimle alay eden yalancı tepeler vardı ve tek başına sonsuzluğa doğru alabildiğine yükselmenin acıklı ve aşağılayıcı anlamıyla karşılaştım orada, çünkü gökyüzü de yeryüzü de ayaklarımızın altındaydı [.]”
Önceleri, “Sakatlanmak nasıl bir şey?” diye sorduklarında, “alışıyor insan” diyordum. Ama sonra bu “alışıyor insan” sözünün aslında söylemek istemediğim şeyleri de içinde barındırdığını; daha doğrusu, sakatlık konusunda varolan (yenilgiyi çaresizce kabulleniş, “tam” olamamanın verdiği eksiklik duygusu, hüzün, kompleks, kırılganlık, bu duyguları kanıksamanın yol açtığı uyuşmuşluk hali vb.) ön-kabuller malumken, “alışıyor insan” demenin sorunlu olduğunu düşünmeye başladım.
Çünkü evet, insan alışıyor tabii; alışıyor ama, alışmakla bir yenilmişlik, bir eksiklik, bir uyuşmuşluk halinin o kabus gibi üzerine çöküşü arasında kaçınılmaz bir bağ olması da gerekmiyor. Yani alışıyorsun sandalyede oturmaya, tek gözünle görmeye, tek kolunla iş yapmaya, tek bacağınla yürümeye, evet; ama bu sende bir yenilmişlik hissi yaratmıyor.
Anlıyorsun ki yaşam bir yarış ya da bir müsabaka, “tam”lık olduğun halden bir gıdım fazlası ve toplumsal kurgular da mutlak doğrular değil. Herkes gibi, şu anda, olduğun halinle, yapmak istediklerinle, duygularınla varsın. “Gökyüzü de yeryüzü de ayaklarının altında” ve yaşıyorsun...(BK/EÜ)
* Bülent Küçükaslan, Engelliler.Biz Platformu