En son çöp kovasına birşeyler atarken saat elimdeydi. Çok net hatırlıyorum, çünkü kendi kendime dikkat etmemi hatırlatmıştım saati çöpe düşürmemem gerektiğini...
Demek ki işe yaramamış; saat ve çöp yok.
Hemen çöpleri attığımız yere gidiyorum. Karşımda bir çöp dağı ve aranacak küçük bir saat. Bütün çöpler birbirine benziyor karanlıkta.
İnsanlar da birbirine benzemez mi zaten karanlıkta?
Defalarca camdan seyretmiştim çöp toplayıcılarını. Kolayca buluyorlardı aradıklarını. Ellerinde bıçağa benzer kesici bir aletle torbayı kesip, bir çubukla karıştırıp işlerine yarayanları çabucak topluyorlardı.
Eve çıkıp bıçak getirmek hem zor geldi, hem de sokaktaki çöpleri kestiğim bir bıçağı evde kullanamayacağıma karar verip vazgeçtim. Yırtmaya çalıştım; ne kadar zor yırtılıyormuş meğer.
Torbaların birinden gelen kırık cam sesini duyunca, elimi kesmemeye dikkat ederken bir yandan da, bir daha kırılan cam şişeleri ayrı bir torbaya koyup atmaya karar verdim. Böylece çöpleri karıştıranların ellerinin kesilmesine engel olurum.
Ne kadar çok ekmek var çöpte. Çok sayıda bütün ekmek var.
İçim sızlıyor; şu anda açlık çeken milyonlarca kişi geliyor aklıma.
Ne kadar pis çöpler.
Saçmalıyorum tabii ki; çöp işte.
Çöp dağını yarılayınca buldum saati.
Banyoda ellerimi ve saati dezenfekte ederken duydum korkunç gürültüyü. Hemen pencereye gittim.
Kocaman bir jip az önce benim saatimi aradığım çöpleri ezip geçerek duvara çarpmış.
Güldüm.
Pencerenin önündeki sandalyeye çöküp gülmeye devam ettim.
Tank gibi bir şey olduğu için mi merak etmedim sürücüyü, yoksa ölümden kılpayı kurtulmanın sevinci her şeye ağır bastığı için mi bilmiyorum...
Geri vitese basıp gitti zaten birkaç dakika sonra ardında ezilmiş çöpleri bırakarak.
Ben elimdeki saate bakmaya başladım, gözlerimi ezilmiş çöplerden ayırarak; bir yandan da gülmeye devam ediyordum.
Bazı rakamların yerinde kalpler, bazılarının yerinde de köpekler olduğunu daha önce hiç görmemişim gibi, gülerek, uzun uzun baktım saate.
Demir yüz bin lira büyüklüğünde, kırmızı kayışıyla küçük bir çocuk saati.
Oğluma küçükken hediye alınmış bir saat.
Eğer birkaç dakika daha bulamasaydım şimdi o çöplerin arasında uğruna öleceğim saati sevdiğim için mi aradım acaba diye düşündüm, kalplere bakarak.
Eğer ölsem kimse bilmeyecekti benim birkaç milyonluk bir saat uğruna öldüğümü.
Saatin her yeri elmas olsa ne değişirdi ki sanki?
O zaman sanki değer miydi uğruna ölmeye?
Dünyada uğruna ölmeye değer ne var ki zaten?
Hazır ölümden söz etmişken, organlarımı bağışladığımı yazayım bari.
Organlarımdan geriye kalanları da tıp fakültesine.
Öğrenciler kadavra bulmakta zorluk çekiyorlar biliyorum.
Cenaze töreni de istemiyorum.
Sevenler şimdi ben yaşarken söylesin sevdiğini, öldükten sonra arkamdan değil...
Ölüme bu kadar yaklaşmak tuhaflaştırıyor insanı.
Yazmak için bilgisayarın başına oturuyorum. Kül tablası ayağıma düşüyor. Canım acıyor, ama ben gülüyorum.
Yaşıyorum ya acısın varsın.
Yaşadığım acılara dayanma gücünü ölüme hep yakın hissetmekle mi buldum acaba?
Her türlü acıya rağmen yaşamak güzel, gibi klişe bir laf yazmak gelmiyor içimden. Ama içimden gelmese de böyle düşünüyorum ne yapabilirim?
Her zaman düşündüklerimi yazarken şimdi niye yazmayayım ki?
Birden sokaktan gelen acıklı bir köpek havlaması dikkatimi çekiyor.
Saatteki köpeklere o kadar çok baktım ki onların sesini duyuyorum diye düşündüm önce...
Pencereden bakıyorum anlayamıyorum nerden geldiğini köpek sesini. Havlama ağlamaya dönüşüyor. İç paralayıcı bir ses.
Sonra anlıyorum sokakta parketmiş arabalardan birinden geldiğini sesin.
Ne yapacağımı bilemiyorum. Gidip arabanın camını kırıp köpeği kurtarmayı düşünüyorum.
Belki de sadece can sıkıntısından ağlıyordur, hayati bir şey değildir, diye düşünüp kendimi avutmaya çalışıyorum.
Çaresizlik ne kötü bir şey.
Köpeği olan birkaç arkadaşımı aramayı deniyorum. Hiçbiri açmıyor.
Arabanın sahipleri geldi. İki kadın, bir erkek.
Neden arabada bıraktıklarını soruyorum köpeği, yazık değil mi, diye de ekliyorum
"Noldu?" diyor erkek.
Ağlıyor saatlerdir, diyorum, kadınlar kıkırdıyor, ne yapmış, diye soruyorlar erkeğe.
Ağlamış diyor. Geverek gevrek gülüyorlar.
Sinirden heryerim titriyor.
Saatimdeki köpekler ve kalplere bakıyorum yine.
Köpeği olanlar sevdikleri için alıyor değil mi?
Sevgi bu mu peki?
O köpek kendisini arabada hapseden sahibinin yüzünü yalıyordur eminim ben sinirden titrerken.
Sevmek tutsak etmek, sevilmek de tutsaklığı kabullenmek mi?
Birden radyoda Sezen Aksu "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk!" demeye başlıyor.
Bu hayat benimle dalga mı geçiyor?
(NG/YS)