Kadınların Emeğini Görünür Kılmak: Marx'dan Delphy'ye Bir Ufuk Taraması*
İkinci dalga feminizmin 1960'ların sonu ile 1970'lerin başlarında ilk tartışmaya başladığı teorik sorunlardan birisi kadınların karşılıksız ev emeği oldu. Ancak yine bu sorun, o günden bu yana feministlerin somut talepler ve politikalar üretmekte en çok zorlandıkları alanlardan birisini oluşturdu. Yelpazenin bir ucunda Marksizmden devralınmış oldukça toptancı ve kolaycı bir yaklaşım var: Ev işlerinin tümüyle toplumsallaştırılması, yani ortak yemekhane - lokanta - çamaşırhaneler, çeşitli çocuk bakım merkezleri/kurumları... Öbür uçta ise bu toplumsallaştırma mantığını küçümseyen, "mesele[nin] esas olarak özel alanın dönüştürülmesiyle çözülebil[eceğini]" (Düzkan, 1998:13) savunan bir anlayış yer alıyor. Gerçekten de ev işlerinin tümüyle toplumsallaştırılması ne istenir, ne de mümkündür: Özünde soyutlukla malûl olan bu yaklaşımı daha çok erkeklerin dile getirmesine de hiç şaşırmamak gerekir. Ne var ki, erkekleri, basitçe ev işleri diye adlandırılan uçsuz bucaksız görevler dizisini eşit biçimde paylaşmaya zorlamanın pek bir yolu da yok gibi görünüyor. Yine de, "kadınların genel grevi tahayyülü"nü (Düzkan, 1998: 13) dile getirmenin, hatta bunu ayrıntılandırıp geliştirmenin hiçbir sakıncası olmadığı gibi çok yararları da olabilir. Hatta bu tahayyülün (bir erkeğin korkusu olarak da okunabilecek) bir versiyonunu burada kısaca özetleyerek işe başlamak da mümkün: "Her şey 1990 yılında başladı [...] Bütün kadınlar erkekleri terk etmişler: karı, kız arkadaş, kız çocuğu, sevgili, kadın şef, memure, anne, kız kardeş, teyze, fahişe, yani hepsi. Neden, nasıl ve nereye? Bugüne kadar, yani 25 yıldan beri bu sorular cevapsız kaldı [...] Bu dönemi erkek olarak yaşayan herkes, bu yılların ne kadar kasvetli, umutsuz, öfkeli zamanlar olduğunu bilir... Oyun bitmişti. Sorumluluklarla geçen günün sonunda yatak oyunlarıyla rahatlama olanağı da yoktu. Yaratıcı erkeklerin her söylediklerini kafalarını sallayarak onaylayanlar, özenle hazırlanmış börek ve pastalar, sevgiyle ütülenmiş kravatlar yoktu [...] Kaybolan malın, 'kadının', değeri çok yükseldiği ve başka bir alternatif de hiç veya hemen hemen hiç görülmediğinden, erkeklerin memnuniyetsizliği artıyordu. Eski duruma, kadınlar istemediği için dönülemezdi; yeni bir durum ise görünürde yoktu..." (Godenzi, 1992: 7-10)
Ev emeği konusunda somut politikalar üretmek bir yana, kadınların ev içindeki uğraşıp didinmelerinin, boğaz tokluğuna çalışmalarının görünür kılınarak "iş", "karşılıksız emek" olarak adlandırılması için bile feministlerin uzun çabaları gerekti. Bu çabaların bir ürünü olarak, ev içinde kadınların yaptıklarının düpedüz karşılıksız emek harcamak olduğunu ortaya koyan çarpıcı araştırmalar yapılmaya başlandı: Örneğin, 1990'ların başlarında İskoçya'da yapılan bir araştırmaya göre, kadınların evde harcadıkları emeğin değeri, bu işlerin piyasadaki rayiç ücretleri üzerinden hesaplandığında1 haftada 349 sterlin. Bu miktar, evde bir yaşından küçük bir çocuk olduğunda 457 sterline çıkıyor ki bu, orta düzeyde bir yöneticinin ücretine eşit ve ortalama ücretten % 70 fazla. (The Scotsman, 1993)
Bu emeğin görünmez oluşunun, emek ve üretim olarak adlandırılmayışının çeşitli ideolojik nedenleri vardır. Bu ideolojik göz bağının altında ise, toplum bilimlerinin ve bu arada iktisat biliminin bazı belirleyici körlükleri yatar. Karşılıksız emek, çalışma, üretim söz konusu olduğunda, bir tahlil aracı olarak kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelen Marksizm de bu cinsiyet körlüğünden payını almıştır. Aşağıda Marx'ın bu konudaki sınırlarını oluşturan çok temel yöntemsel sorunları kısaca ele alacağım. Bu yöntemsel sorunlardan kimi, 1960'ların sonları ve 1970'lerin ilk yarısında üretilmiş olan ve sonradan "ev emeği tartışması"2 olarak adlandırılacak olan çalışmalarda devralınmıştır. Nitekim bunların ana gövdesini, kapitalizmde, öznesinin toplumsal cinsiyetinden soyutlanmış bir ev emeğinin taşıdığı anlam üzerine yapılmış tartışmalar oluşturur. Tartışılan konuların başında da ev emeğinin Marksist anlamda üretken emek olup olmadığı, yani artık-değer üretip üretmediği gelir. Aşağıda da göreceğimiz gibi, bu tartışmada karşılıksız ev emeğini harcayanın neden kadınlar olduğu sorusunun üzerinden atlanır. (Molyneux, 1992; Kaluzynska, 1980) Ayrıca yalnızca işçi ailesi göz önüne alınmıştır: Burjuva erkeklerin eşlerinin ev emekleriyle ilgili hiçbir tahlil yoktur.
Bu yazıda önce, ev işlerinin niteliği ve ev içindeki cinsiyetçi işbölümüyle ilgili betimsel bir tablo çizmeye çalışacağım. Bu ilk bölümdeki verileri daha sonra başvuracağım kimi argümanları desteklemek için kullanacağım. Bunun ardından, "ev emeği tartışması"nın teorik kaynağına dönüp, ev emeğinin görünmez oluşunda Marx'ın teorisinin payına düşeni ortaya koymaya çalışacağım. Bundan sonraki bölümde ise, sosyalist (Marksist) feministlerin geliştirdikleri kapitalizm/patriyarka ikiliğine dayalı yaklaşımı ele alacağım. İlk biçimiyle "ev emeği tartışması"nın teorik ufkunun dışında tutulan, aile içinde kadınlarla erkekler arasındaki çıkar çatışması, bu yaklaşımda tahlil konusu haline gelir: Kadınların karşılıksız ev emeğinin hem kapitalizmin hem patriyarkanın yeniden-üretilmesindeki belirleyici rolü, o dönemin sosyalist feminizminin odak noktasını oluşturur. Bu bölümde bir yandan da maddeciliğin feminist tartışmalardaki konumuna göz atacağım.
Yazının asıl odak noktasını bundan sonraki iki bölüm oluşturacak. Dördüncü bölüm Christine Delphy'nin "ev-içi" ya da "ailesel" üretim tarzı teorisine ayrılacak. Delphy, bir önceki bölümde sözü edilen "iki sistemli" teorilerin yeterince maddeci ve yeterince feminist olmadıkları kanısındadır: Ona göre, patriyarkanın tümüyle kendine özgü olan maddi temeli ev-içi üretim tarzıdır. Ev emeği tartışmasından iki sistemli teorilere ve buradan da Delphy'ye geldiğimizde, Marx'ın kapitalizm tahlilinin belirli bir soyutlama düzeyine hapsolmuş bir yaklaşımdan iyice uzaklaşılmıştır. Ne var ki bu kez de kendi içine kapalı bir ev-içi üretim tarzı anlayışı, ev emeğini tarihsel somutluğu içinde kavramamıza izin vermemektedir. Bunun bir uzantısı, karşılıksız ev emeğine karşı somut politikalar geliştirmenin yolunun tıkanmasıdır.
Beşinci bölümde, dar anlamda ev işlerinin yanı sıra ev emeğinin diğer ana bileşeni olduğu üzerinde feministlerin genellikle uzlaştığı "bakım"3 sorununa eğileceğim. Ev emeğini, toplum için vazgeçilmez olan bakım işlerini merkeze yerleştirerek tanımladığımızda, bu emeğin hak ettiği ağırlığa ve (mübadele değerinin ötesindeki) "değer"e sahip olmasının önü açılır. Özel alanın ötesine doğru uzanarak, karşılıksız bakım emeğiyle düşük ücretli-düşük prestijli bakım emeği arasındaki sürekliliği ortaya çıkarmak, somut politikalar geliştirmek açısından önemli bir sıçrama tahtası olabilir. Bu, "ev-içi üretim ilişkisi" kavramının reddi anlamına gelse de, hiçbir şekilde karşılıksız ev emeğinin kritik öneminin üstünün örtülmesi demek değildir.
Bu noktada yazının hedefi ve sınırlarına ilişkin ek bir belirleme yapmak gerekebilir: Bu yazı, karşılıksız emeğe, örneğin Marksist sömürü kavramıyla karşılaştırılabilecek türden kavramsal bir tanım getirmeye soyunmuyor. Kısaca ifade edildiğinde, yazıdan muradım şu: Kadınların ev/hane/aile içinde harcadıkları emeğin boyutlarının, çeşitliliğinin, ağırlığının bir karşılıksız emek ve/ya da el koyma4 kavramı çerçevesinde teorileştirilerek açıklanmasının gerekliliğini ortaya koymak. Bütün kavramsal gedikleri kapatmış olma iddiasını taşımaktan uzak olan bu yazı böyle bir tartışmaya vesile olabilirse benim açımdan işini görmüş olacak.
Ev-içi, ev işi, bunu yapan kadın kişi
Kadınların, ev işlerinin karşılıksız bir emek harcama biçimi olduğunu açığa çıkarıp, bunu politik bir sorun olarak gündeme getirmelerinin önündeki başlıca engellerden biri, bu işlerin bir sevgi ilişkisi içinde görülüyor olmasıdır. Kadınlar bu işleri en sevdikleri, en yakın oldukları kişiler için yaparlar. Hatta sevginin, aşkın dışa vurulması olarak algılanır bu işlerin büyük bir bölümü. Bu öznel, ele gelmeyen, görünmeyen biçimiyle kadınların karşılıksız emeği 'sevgi karşılığı çalışma'dır.
Bu yanılsamayı pekiştiren bir başka olgu da bu işlerin niteliğiyle, nasıl bir çalışma biçimi olduklarıyla ilgilidir: Bu işlerin mesai saatleri yoktur; günlük yaşamla iç içe girmiş, onun parçası haline gelmiş bir emek sürecini oluşturur bunlar. Ev kadınlarının çalışmalarını, boş zamanlarını, günlük yaşamlarını birbirinden ayırmak çok güçtür. Yapılan işler, günlük yaşamın ta kendisidir. Çalışma zamanı ile çalışma-dışı zaman ayrılmaz birbirinden. Dinlenmek ise her zaman, yapılması gereken işlerden birinin yanına eklenir: Dinlenirken sökük dikmek, alışveriş listesi yapmak, oturduğu yerde çamaşırları katlamak bu iç içeliğin tipik örnekleridir. Kadınlar ev içinde iş yaparken de, ev dışında alışveriş yaparken de, çocukları okula, kursa, derse götürürken de ev emeği zamanının dışında değildirler: "Günün akışı, ev içindeki ve ev dışındaki çeşitli faaliyetlerin bir bileşkesi ..."dir. (Tura, 1998a: 4)
Ev işlerine ayrılan zaman dilimi günlük yaşamın başka faaliyetlerine ayrılan zaman diliminden farklılaşmadığı gibi, farklı farklı ev işleri de birbirinden kolayca ayrılmaz: Bir dizi iş, iç içe girmiş, üst üste binmiş, birbiriyle parça parça eklemlenmiştir. Üstelik bu işlerin nasıl sıralanacağı, hangilerinin nereden bölünüp neyle iç içe geçeceği, ev kadınının kendi seçiminden çok evin diğer fertlerinin, kocanın ve çocukların ihtiyaçlarına göre belirlenir. Örneğin, dar anlamda ev işleri5 daha çok, ev kadınının evde yalnız olduğu zamanlarda yapılırken, aşağıda üzerinde duracağım manevî - duygusal - ilişkisel emek, tanımı gereği, kocanın ve çocukların evde oldukları zaman süresi içinde ev kadınının da evde bulunmasını zorunlu kılar ve merkezi konuma yerleşir. (Tura, 1998a)
Teknolojinin gelişmesiyle ve dünyanın büyük bölümünde kadınların ücretli iş gücüne katılımlarının artmasıyla birlikte ev işlerine harcanan zamanın azaldığı tezi 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren çok sıklıkla dile getirilir oldu. Bu iddianın iki boyutu var: Hem ev işlerinin otomasyonu ve evde verilen hizmetlerin bir bölümünün metalaşması sonucunda ev işlerine ayrılan toplam zamanın azaldığı ileri sürülüyor; hem de kadınların ücretli işlerde çalışmalarıyla birlikte cinsiyetçi işbölümünün kadınlar lehine dönüşmeye başladığı. Dolayısıyla bu ikisini ayrı ayrı ele almakta yarar var. Her şeyden önce, ev işlerinin otomasyonu, hazır giyim ve yiyecek sanayiinin gelişmesi bazı işlerin yapılmasını kolaylaştırıyor olsa bile, bir yandan sağlık-hijyenle ilgili standartlar, öte yandan da sosyal prestij ölçütleri kadınların peşini bırakmıyor: İşler ayrıntılanıyor, karmaşıklaşıyor, ev işinin niteliği değişiyor. Leonore Davidoff ev işlerinin rasyonelleşmesinin önündeki asıl engelin, bu işlerin ve işbölümünün temelinde yatan ilişki olduğunu ileri sürer. Yazara göre, bu ilişkideki hiyerarşinin sürmesi söz konusu hizmetlerin sunulmasıyla sağlanır: Bu işlerin elle yapılması daha makbuldür; etkinlik arayışları işin özüyle çelişir; emek yoğun işler kadınların sevgilerini kanıtlamalarının daha uygun bir yoludur. (Davidoff, 2002b; ayrıca bkz. Jackson, 1992; Thomas/Zmroczek, 1985) Öte yandan, çocuk sayısının azalması çocukların bakımı ve yetiştirilmesi için harcanan emeğin azaldığı anlamına hiç gelmez: Az çocuk karşılığında çok bakım dayatılmaktadır kadınlara. Tıp, pedagoji, psikoloji, annelik ve çocukluk tanımlarını belirler ve denetlerken, geliştirici faaliyetler ve eğitim piyasası giderek çocuk üretimini bir sanayi, anneleri de bu sanayiin emekçileri haline getirmiştir. Heidi Hartmann'a göre, 1920-1960 döneminde A.B.D. ve Sovyetler Birliği'nde ev işlerine harcanan toplam zaman azalmazken, 1965-1975 döneminde, feminist mücadelenin etkisiyle ev işlerine atfedilen anlam ve önemin değişmesiyle de (cinsiyetler-arası işbölümünün değil!) bu süre biraz kısalmıştır. (Hartmann, 1987) Ancak, şimdilik çıplak gözle yapılan bir gözleme dayansa da, 20. yüzyılın son çeyreğinde, en azından dünyanın bazı bölgelerinde, Davidoff'un sözünü ettiği normların yeniden baskın hale geldiğini söylemek yanlış olmaz: Sağlıklı beslenme ve ekolojik ürünler tüketme kaygılarının yaygın bir ideoloji haline gelmesi, sadece kapitalizmin kâr güdüsünü doyurmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal cinsiyet hiyerarşisini de yeniden-üretiyor. Kuşkusuz burada şöyle bir ayırım yapmakta yarar var: Bu normlar esas olarak orta sınıf kadınlarının yaşamını etkilerken, daha yoksul kesimlerde yoksullaşmanın etkileri karşısında ayakta kalabilmek için ev içi üretimin arttırılması söz konusu.
Kadınların ücretli işlerde daha çok çalışmaya başlamalarıyla birlikte erkeklerin daha çok ev işi yaptıkları ve kadınların paylarına düşen bakım ve ev işlerinin azaldığı ise düpedüz bir efsanedir! Ev içindeki cinsiyete dayalı işbölümünün direngenliği gerçekten çarpıcıdır. Çeşitli çalışmalardan çıkan sonuca göre (Wheelock, 1990; Morris, 1993; Hartmann, 1987), kadınların daha çok istihdam edilmesi kendi başına karı koca arasındaki işbölümünü değiştirmez. Kadının ücretli bir işte çalışmasının ev içindeki işbölümünü etkilemesi için evin geçimini onun sağlıyor olması gerekir. Ama daha da önemlisi erkeğin işsiz olmasıdır: Erkeğin işsiz kaldığı evlerde, roller tümüyle tersyüz olmasa da, yani kadın işten döndüğünde (ailesini geçindiren erkekten farklı olarak) ev işlerinin önemli bir bölümünü üstlenmeye devam etse de, geleneksel işbölümünden iş paylaşımına doğru bir gelişme gözlenir. Yine de, ev işleri ve çocuk bakımının çekirdek bölümü kadının omuzlarındadır; yani kadın bu durumda da, erkeğin ücretli bir işte çalışırken üstlendiğinden çok daha önemli bir bölümünü üstlenir ev işlerinin. İşsiz erkekler üzerine Batıda yapılan bu tür araştırmaların sonuçlarına yakın sonuçları bizde de gözlemek mümkün, ancak burada, işsiz de olsalar erkeklerin ev işlerine katılımı yine bazı koşullara bağlı. Hale Bolak ilginç bir örnek aktarıyor: "Erkeklerin katkıları... çoğu kez karıları akşam işteyken çocukla ilgilenmekle kısıtlı... bir kadın bu nedenle gündüzcü işinden vardiyalı işe geçtiğini söylemektedir." (Bolak, 1990: 225) Bu, cinsiyetçi işbölümünün direngenliğini yeterince belgeleyen bir itiraftır. İşbölümünde anlamlı bir değişiklik olduğunda da bu değişiklik somut koşulların dayattığı pragmatik bir çözüm olarak gelişir. İşbölümüyle ilgili daha kapsamlı değerlendirme ve yaklaşım değişimlerini beraberinde getirmez. (Wheelock, 1990:120) Dolayısıyla, ancak koşulların değişmesiyle geriye döndürülebilecek bir düzelme söz konusudur. Bütün bunların dışında, çeşitli çalışmalarda varılan ortak görüşlerden biri de şudur: Kadınlar ücretli bir işte de çalışmaya başladıklarında ev işlerine daha az zaman ayırsalar da, çifte iş yükü toplam çalışma saatlerini arttırmaktadır. (Hartmann, 1987; Delphy, 1984; Delphy/Leonard, 1992)
Öte yandan, kadınların yarım günlük ve esnek işlerde çalışmalarının artmasıyla birlikte, bir nokta daha iyice belirginleşmiştir: Yarım günlük işler, kadınlar için büyük bir tuzaktır. Bu tür işlere geçen kadınların kocaları, zaten son derece az olan ev işi katkılarını tümüyle çekerler. Yarım günlük işler, kadınların ev işi ve bakım yükümlülüklerinin, ev dışında çalışmadıkları durumda olduğu gibi korunmasına hizmet eder. Bu işbölümü, erkekler işsiz kaldığında da değişmez. Dolayısıyla, erkeklerin işsiz kalmalarının ev içindeki işbölümünü değiştirebilmesi için kadınların ev dışında tam gün çalışmaları gerekmektedir. (Morris, 1993)
Erkeklerin, bakım ve ev işlerini, bir iş paylaşımından söz etmeyi mümkün kılacak ölçüde üstlenmeleri, ancak her ikisi de ev dışında tam gün çalışan ve işlerinin statüsü de ücretleri de eşit olan çiftlerin durumunda gerçekleşir. Bu da genellikle, her ikisi de meslek sahibi olan üst-orta sınıftan çiftler için söz konusudur. Lydia Morris (1993: 51) şu sonuca varır: "Kadınların ücretli emeği hem ücret hem de statü açısından erkeklerin emeğiyle eşdeğerli olmaya yaklaşmadığı sürece, erkekler işsiz kaldıklarında bile ev-içi rollerin önemli ölçüde yeniden değerlendirilmesi pek olası görünmemektedir."
Erkeklerin ev işlerine nicel olarak ne kadar katıl(ma)dıklarını belgelemeye çok fazla gerek yok. Ayrıca, bu işlere kenarından kıyısından katıldıklarında nasıl katıldıkları, bunun ağırlıklı olarak kriz anlarında, işe ve okula yetişmek için zaman baskısı olduğunda, hastalıkta ve esas olarak "yardım" biçiminde gerçekleştiği de yeterince bilinir. Temelde geçici ve arızî olan bu katılımın süreklilik kazanması ise, ancak çok istisnaî durumlarda söz konusu olur. Bunlar erkeklerin yapmaktan özel olarak zevk aldıkları, uzmanlık alanları olduğuna inandıkları, seçerek yaptıkları, özel işlerdir: Mangalda et-balık, salata, rakı sofrası, orta sınıf erkekleri için klasikleşmiş örneklerdir.
Batıdaki güncel gelişmeler açısından bir başka çarpıcı olgu da ev ve bakım işlerinin kadınlar arasındaki yeniden dağılımıdır. Türkiye gibi, hem akrabalık bağlarının ve komşuluk ilişkilerinin varlığını hâlâ önemli ölçüde sürdürdüğü, hem de ücretli ev işçiliği ve bakıcılığın görece yaygın olduğu ülkelerde alışılmış olan bir kadınlar-arası işbölümü giderek Batıda da yaygınlaşıyor. Her şeyden önce, artık daha çok sayıda görece nitelikli emek sahibi evli kadın çocuğu olduğunda işinden ayrılmıyor. Ama buna bir de sosyal devlet hizmetlerinin çökme eğilimi ekleniyor. Ne var ki bu, cinsiyetler arasındaki işbölümünü değiştirmeden önce özellikle de bakım işlerinin kadınlar arasında yeniden-dağılımına yol açıyor: Arkadaşlar, komşular, (varsa) yakın akrabalar ve ücretli bakıcılardan oluşan bir kadınlar ağı içinde bölüşülüyor bu işler. Bu ağın örgütlenmesini genellikle anne üstleniyor ve yabana atılmayacak karmaşıklıkta bir yöneticilik görevini yerine getiriyor. Maria S. Rerrich'in (1996: 30) Almanya örneğinden hareketle çizdiği tablo bu durumu canlı bir biçimde anlatır: "Genellikle anneler eşgüdümü sağlayan örgütçülerdir; sürekli olarak aile fertlerinin ve yardımcıların programlarını düzenleyerek, çeşitli faaliyetleri yeniden ve yeniden örgütleyerek, iş piyasasındaki kendi faaliyetleri için 'zaman aralıkları' açmaya çalışırlar." Bu karmaşık organizasyonu mümkün kılan bir gelişme de esnek çalışma uygulamalarıdır: Bu orta sınıf kadınların birçoğu evde çalışma, esnek iş saatleri, yarım gün çalışma, hafta sonu çalışma gibi iş düzenekleri içinde yer alırlar.
Bu yeniden dağılımın karşı tarafında ise, göçün, yoksulluğun, yalnız anneliğin ortaya çıkardığı düşük ücretli bir iş gücü arzı vardır. Bu kadınların sunduğu iş gücü, ilk gruptaki kadınların kendi 'yükümlülükleri' olan bakım ve ev işlerini ücret karşılığı başka kadınlara devretmelerini mümkün kılar. Bu dolaşımda kocaların payı yok denecek kadar azdır: Belki bakıcıların arabayla getirilip götürülmeleri, belki çamaşır makinesinin çalıştırılması, belki çocukların okula götürülmesi ve alışveriş... Yazara göre burada söz konusu olan, "yeniden-üretim alanındaki patriyarkal işbölümünün... kadınlar arasında yeni eşitsizlik örüntülerinin oluşmasıyla... modernleşmesi..."dir. (Rerrich, 1996: 32) Ancak bu eşitsizliğin müsebbibi, iş gücü piyasasında ayakta kalabilmek için bakıcı kadınların ücretli emeğine başvuran orta sınıf kadınları değil, iki kadın grubunu karşı karşıya getiren patriyarkal kapitalizmdir.
Marx'ın soyutlamaları
'Ev emeği tartışması'nın kendisini hapsettiği soyutlamanın kaynağını Marx'ın yapıtında aramak son derece doğal görünüyor. Bunun için de işe Marx'ın (ve Engels'in) aile konusundaki görüşlerinden başlamak gerekiyor.6 Marx ve Engels burjuva ailesiyle işçi ailesini birbirinden kopararak ele alırlar. Burjuva ailesiyle ilgili temel tezleri, bu ailenin temelinde özel mülkiyetin yattığıdır. Engels, Morgan'ın yapıtından ve Marx'ın notlarından yararlanarak kaleme aldığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Köken: 1971, Ankara: Sol) adlı yapıtında, aile içindeki erkek baskısının kaynağında, erkeğin, vârislerinin kendi çocukları olmasını güvence altına almak için kadının bedenini, cinselliğini, giderek tüm kimliğini denetlemesinin yattığını ileri sürer. Marx ve Engels'in aileyle ilgili gözlemlerinin tümü de bu temel anlayışla tutarlıdır.
Öte yandan, işçi ailesiyle ilgili tespitlerin tümünün özünde ise bir çıkarsama yatar: Ailenin temeli özel mülkiyet olduğuna ve işçi ailesi de özel mülkiyetten yoksun olduğuna göre, işçiler arasında aile her an çözülmeye hazırdır; hatta işçi ailesi temelde bir yokluktur, bir aile olmayıştır: "...proleterler arasında ailenin fiilen var olmayışı..." (Marx/Engels, 1993: 129) dolayısıyla da, Marx'ın varsaydığı, Engels'in ise tahlil ettiği aile esasında burjuva ailesidir. İşçi ailesiyle ilgili olarak tahlil adını hak edecek önemli şeylere rastlamak mümkün değildir. Engels hiçbir noktada şu soruyu sormaz: Devredecek özel mülkiyeti olmayan işçi sınıfı zaten neden özel mülkiyetin miras yoluyla devrine bağlı olarak oluşmuş bir aile biçimini benimsemiş olsun? (Himmelweit, 1991: 209) Engels'in teorisi burjuva ailesi için (kısmen) geçerli olsa bile, (özel mülkiyet temelinde) işçi ailesini açıklamakta tümüyle yetersiz kalır.
Bu durumda işçi ailesini toplumsal bir yapı olarak tahlil edebilmek ve işçi sınıfı içindeki erkek egemenliğinin yaslandığı maddi temeli açıklayabilmek için Marksizm'den yararlanılabilir mi? Bir koşulla: Marksizmin kimi yöntemsel önermelerini, tarihsel maddeciliğin iskeletini oluşturan kimi kavramlarını eleştirel bir biçimde genişleterek. Bu kavramların başlıcaları yeniden-üretim ve emek kavramlarıdır.
Marx, kapitalizmin özgül dinamiklerini incelediği tarihsel somutluk düzeyinde, emekten değil ücretli emekten ve özel mülkiyetin en gelişmiş biçimi olan sermayeden söz eder. Ancak, bu kavramları geliştirirken, bunların tarihsel özgüllük taşıyan toplumsal ilişki biçimleri olduğunu ortaya koyarken, kafasının gerisinde başka bir düzlemin, maddeci tarih anlayışının kavramları vardır. İnsanın doğayla ve başka insanlarla kurduğu ve tarih boyunca çeşitli biçimlere bürünerek varlığını sürdürmüş (ve sürdürecek) olan ilişkileri anlatan kavramlardır bunlar: Emek, üretim, yeniden-üretim, üretim ilişkileri, üretici güçler... Marx'ın teorisinin eleştirelliği bu iki farklı düzey arasında kurduğu özel bağlantıdan kaynaklanır. Ekonomi politiğin, kapitalizmin ufkuna hapsolmuş bakışını aşmanın yolu, artık-değerin artık-ürünün özgül bir biçimi, değerin içeriğinin emeğin özgül bir biçimi olan soyut emek olduğunu ortaya koyan bir biçim/içerik ve tarih/doğa diyalektiğini kavramaktan geçer.
Maddeci tarih anlayışının formüle edildiği yapıtlardan ikisinde, işçi sınıfı içindeki erkek egemenliğiyle ilgili bir tahlile kapı aralayan bazı ipuçları bulabiliriz. Marx ve Engels Alman İdeolojisi'nde, Engels ise Köken'de toplumları belirleyen iki tür ilişkiden söz ederler: "Yaşamı üretmek, hem işle kendi öz yaşamını, hem de üreme yoluyla başkasının yaşamını üretmek... bu noktada artık çifte bir ilişki olarak görünmektedir, bir yandan doğal bir ilişki olarak, öte yandan da toplumsal bir ilişki olarak..." (Marx/Engels, 1992: 51; değiştirilmiş çeviri.)7 Ve: "Maddeci anlayışa göre, tarihteki egemen faktör, son tahlilde, maddi hayatın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim ikili bir tabiata sahiptir. Bir yandan, yaşama araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belli bir tarihsel dönem ve belli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan çalışmanın, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir." (Engels, 1971: 14)
Özellikle ikinci alıntıda, üretim ve türün üremesi ve idamesi anlamında yeniden-üretim, bütün çağlarda toplumsal yapıları belirleyen en temel maddi süreçler olarak anılmaktadır. Başka bir deyişle, toplumların maddi temelinde üretim ilişkilerinin yanı sıra yeniden-üretime de böylelikle yer açılır. Kadınların ezilmesini, farklı üretim ilişkileri çerçevesinde oluşan farklı yeniden-üretim süreçlerini, yani farklı aile-hane biçimlerini açıklayabilecek bir teorinin yapı taşlarını işte bu yeniden-üretim kavramının çevresinde aramak gerekir.
Ne var ki, sözü geçen alıntılarda vaat edilen şey gerçekleştirilmez. Marx ve Engels bu yöntemi kapitalizmin tahlilinde uygulamazlar. Engels, Köken'in "Önsöz"ünde söylediğinin tersine, kitabın ana gövdesinde aileyi tahlil ederken sadece üretim ilişkilerine, bu somut durumda özel mülkiyete gönderme yapmakla yetinir.8 Böyle olduğu için de, işçi ailesinin dönemsel dalgalanmalar ötesinde varlığını sürdürmesini mümkün ve gerekli kılan maddi temeli, emek gücünün yeniden-üretimini tümüyle gözden kaçırmış olur.
Yeniden-üretim kavramının Marx'ın yapıtındaki konumuna döndüğümüzde iki farklı kullanımla karşılaşırız. Kapitalist üretim sürecinde işçi sınıfıyla burjuvazinin, ya da ücretli emekle sermayenin ve bunlar arasındaki ilişkinin yeniden-üretilmesi sürecini Marx toplumsal yeniden-üretim olarak kavramlaştırır ve çoğunlukla yeniden-üretim kavramıyla kast ettiği budur. Bunun yanı sıra, sözünü ettiğim sınırlı sayıda örnekte, insanların yeniden-üretiminden yani soyun yenilenmesinden söz eder Marx.
Marx'ın anlatımında, kapitalizmde üretim ile yeniden-üretim iç içedir. Üretim sürecinin bizzat kendisi, bir kez daha başlayabilmesi için gerekli olan koşulların dolaşım alanı dışında kalan bölümünü üretir: işçiyi emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan mülksüz olarak, kapitalisti de emek gücü satın alma gereksiniminde olan mülk sahibi olarak. Ancak, kapitalist yeniden-üretim sürecinin bütünü içine Marx ayrıca bölüşüm ve mübadele uğraklarını da dahil ederek ücretli emek - sermaye ilişkisinin yeniden-üretimini somutlaştırır. Bu toplam yeniden-üretim sürecinin tahliline iki şeyi dahil etmez Marx. Bunlardan ilki, halihazırda faal olan emek gücünün yeniden-üretimidir. Başka türlü söyleyecek olursak, işçilerin bireysel tüketim süreçlerini, ücretleriyle aldıkları geçimlik malların tüketilebilir hale gelmesi için harcanan emeği tahlil dışında tutar. Yöntemsel metinlerde bir vaat olarak yer alsa da, kapitalizmin tahlilinde bir kör nokta olarak duran ikinci yeniden-üretim uğrağı ise, insanların üretimi, gelecek kuşakların doğrulması, bakılması, yetiştirilmesidir. Aslında toplumsal yeniden-üretimin farklı uğrakları olan bu iki boyutun tahlil-dışı tutulması Marx açısından bir sorun oluşturmaz. Kapital'de şöyle der Marx: "İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden-üretilmesi, sermayenin yeniden-üretilmesinin her zaman için zorunlu bir koşuludur. Ama kapitalist, bunun yerine getirilmesini, emekçinin hayatta kalma ve üreme içgüdüsüne rahatça bırakabilir." (Marx, 2000: 546) Marx burada, işçinin kapitalizm-öncesinin emekçilerinden farklı olan 'özgürlüğü'nden söz etmektedir: Emek gücünü istediği patrona, geçici bir süre için satma özgürlüğünden. Ücretli emeğin bu özgüllüğünün tarihsel olarak ortaya çıkması, yani emek gücünün yeniden-üretiminin sermayenin katkısı ve denetimi dışında sağlanmasının mümkün olması, bu gereğin iş günü ve mekânı dışında karşılanıyor olması anlamına gelir. Bu, bir yanıyla da, sermaye ilişkisinin dışında, yani metalaşmamış ilişkiler içinde gerçekleşen bir yeniden-üretim süreci demektir. Kadınların işçi ailesi içindeki eş ve anne konumları tam da böyle metalaşmamış ilişkilere işaret eder. (Briskin, 1980: 153) Başka türlü söylendiğinde, ücretli emeğin ortaya çıkışının tarihsel koşullarından biri de bu yeniden-üretim sürecini üstlenecek belli öznelerin varlığıdır. Patriyarka, toplumsal cinsiyeti belirli bu öznelerin tarihsel kuruluşunu sağlamıştır. Marx kapitalizmin üzerinde yükseldiği somut tarihsel koşulları sayarken de, bu özel koşula hiç değinmez. Sermaye birikimini anlatırken ele aldığı başka tarihsel koşullardan farklı olarak bunu hiç gündeme getirmeyişi, yukarıdaki alıntıda da olduğu gibi Marx'ın meseleye "içgüdüler" düzeyinde yaklaşmasıyla yakından bağlantılıdır. Soyutlamasını fazla ileri götürmüştür Marx: Emek gücünün yeniden-üretiminin bu boyutunu yalnızca belirli tarihsel koşullardan değil, genel olarak tarihsellikten soyutlamıştır.
Bu soyutlamayla birlikte, tıpkı sözünü ettiği kapitalist gibi Marx da, başka açılardan büyük bir ustalıkla gizemsizleştirdiği, tarihselleştirdiği kapitalist biçimlerin ufkuna hapsetmiş olur kendini. Kapitalizmde insanlar-arası ilişkilerin şeyler-arası ilişkilere dönüştüğünü söyleyen, bireysel emeğin ancak metalar-arası ilişkiler dolayımıyla toplumsal emeğin bir parçası haline geldiğini sergileyen ve bunu "meta fetişizmi" kavramıyla eleştiren Marx, kadınların ev emeği söz konusu olduğunda bu eleştirelliğini yitirir: Mübadele edilmediği için "değer" biçimine bürünmeyen ve dolayısıyla kapitalizmin gözlükleriyle görünmez olan bu emeği görünmez bırakmakta bir beis görmez. Kullanım değerleri ürettiği için zaman-dışı ve değişmez gibi görünen bu üretim faaliyetini Marx da doğal bir veri olarak alır kısacası. Bu özgül sorun söz konusu olduğunda kapitalizmin ufkuna hapsolmuştur Marx ve ev emeğini bir tahlil konusu saymayacak biçimde doğallaştırmıştır.
Susan Himmelweit, Marx'ın yapıtında yeniden-üretimin üretime oranla doğaya daha yakın, dolayısıyla da daha az toplumsal ve tarihsel tahlilin temeli olmaya daha az yatkın gibi göründüğünü söyler. "Ancak" der yazar, "bu yeniden-üretim anlayışı, bizzat üretim ile yeniden-üretimi birbirinden kesin bir şekilde ayıran... kapitalist toplumun bir ideolojik etkisidir." (Himmelweit, 1991: 219) Bu, Marx'ın kendi deyişiyle, düpedüz "... toplumsal biçimleri doğanın ve usun ölümsüz yasalarına dönüştürmek" (Marx/Engels, 1993: 128) anlamını taşır. Linda Nicholson aynı sorunu şöyle ifade etmektedir: "'Üretken' faaliyetler evin dışına taşınıp değişimin ve dinamizmin dünyasını oluşturmaya başladığında, 'yeniden-üretim' faaliyetleri de artık ya insan varoluşunun ... tarihsel olmayan yönleri olarak ya da ekonomideki değişikliklerin yan-ürünleri olarak görülmeye başlanmıştır." (Nicholson, 1987: 25) Marx'ın sorunu ev emeğini, (artık-değer üretmeme anlamında) üretken-olmayan emek olarak görmesi değildir. Sorun, bu emek sürecini doğallık alanına kovarak teorik bakışının dışına çıkarmasıdır. İki şeyi birbirinden ayırmak gerekir: Kapitalizmin özgül yapısını ve dinamiklerini kavramak için gerekli olan bu kavramların uygun bağlamlarda kullanılmaları başka şey, bunların, kapitalizm-dışı toplumsal biçimleri görünmez kılacak biçimde genelleştirilmesi başka şeydir.
Öyleyse Marx'ın yöntemini sonuna kadar götürmek, üretim ile yeniden-üretimin kapitalizmdeki fetişleşmiş ayrılığını eleştirerek insanların yeniden-üretimini (artık adını koyarak) patriyarkal kapitalizmin maddi temeline dahil etmek gerekir. Bir kez bu yapıldığında, işçi ailesinin ve bu aile içindeki erkek egemenliğinin temeli, emek gücünün yeniden-üretiminde harcanan karşılıksız emek olarak ortaya çıkacaktır. Bunun anlamı şudur: Emek gücünün yeniden-üretimi toplumsal anlam taşıyan, yani eşitsiz ve hiyerarşik olabilecek ve tarihsel dönüşüme açık toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşen bir emek harcama ve üretim sürecidir.9
Karşılıksız ev emeğini ortaya çıkarabilmek ve bir tahlil konusu haline getirebilmek için ise, toplumların belirlenim sürecini kavramlaştırırken üretimin yanı sıra yeniden-üretime yer vermek gerekir. Böyle bir yöntemsel açılım, yani üretim ilişkileri ile yeniden-üretimin birliği, bize patriyarkanın farklı toplumlarda büründüğü farklı biçimlere ilişkin bir anahtar sunacaktır.
Doğal/toplumsal, yeniden-üretim/üretim kopukluğunun aşılmasıyla birlikte kapitalizmde erkek egemenliği başka bir ışıkta görünmeye başlar: Kadınlar, işçi ailesi içinde emek gücünün yeniden-üretiminde karşılıksız emek harcarken, mülk sahibi sınıflarda soyun yenilenmesi ve aile fertlerinin bakımı sorumluluğunu üstlenirler. Kısacası, yeniden-üretim kadınların ortak ezilmişliğinin farklı sınıflarda büründüğü somut biçimleri açıklar. Görüldüğü gibi burada, bir yandan 'biyolojik' yeniden-üretimle emek gücünün toplumsal yeniden-üretimi arasındaki, öte yandan ev emeği ile sınıfların yeniden-üretimi arasındaki kopukluk, hatta uçurum aşılmıştır. Toplumsal yeniden-üretim bir bütün olarak, üretim, dolaşım, bölüşüm, tüketim, emek gücünün yeniden-üretimi ve soyun yenilenmesi uğraklarını içermektedir. (Vogel, 1983 ve 1995) Başka bir deyişle, kapitalizmde toplumsal yeniden-üretim salt kapitalist bir süreçten ibaret değildir, kullanım değerleri üretimiyle eklemlenmiştir.
Marx'ın yeniden-üretimi ve ev emeğini doğallaştırması, yukarıda da belirttiğim gibi, zaman zaman onun da kapitalizme özgü tarihsel biçimleri evrenselleştirdiği anlamına gelir. Kapitalizmin tarihsel olarak özgül üretim biçimi olan 'genelleşmiş meta üretimi', devletten, akrabalık ve soy ilişkilerinden özerkleşmiş bir üretim alanını dile getirir. Bu alana, "ekonomi" adı altında, başka tüm toplumsal ilişki ve etkilerden bağımsızlaşmış bir devinim atfedilir ve ideoloji bu biçimiyle mutlaklaştırır ekonomiyi. Ama kapitalist toplumda, bu özerkleşmiş ve kâr amacına yönelik biçimiyle ekonomi gerçekten de insanların tüm faaliyet biçimlerini belirleyen bir öncelik kazanır. Nicholson kapitalizmde ekonominin bu belirleyiciliğiyle kâr amacına yönelik üretim olması arasındaki bağlantıyı şöyle kurar: Yiyecek ve mal üretimi insanların bu ihtiyaçlarının karşılanmasının ötesinde bir önem ve öncelik kazanır. Ve buradan şu usyürütmeyle devam eder: "... şayet kapitalist toplumda çocuk yetiştirmek veya hasta bakmak gibi faaliyetler de, yiyecek ve nesnelerin üretimiyle ilgili faaliyetlerin olduğu gibi kolayca kâr sağlamaya yönelebilmiş olsaydı, biz de insan toplumlarının çocukları yetiştirme ya da hastalarına bakma biçimlerinin, [insanların] giriştikleri bütün başka yaşam faaliyetlerini yapılandırdığına inanabilirdik:" (Nicholson, 1987: 20) Oldukça uçlaştırılmış bu iddianın ortaya koyduğu durumu bir kez daha vurgulamakta yine de yarar var: Şimdiki içeriğiyle ekonomi kavramı tarihsel maddecilik düzlemine ait bir kavram değildir; bu düzlemde belirleyici konuma yerleştirilmesi gereken kavramlar, emek, üretim faaliyeti gibi kavramlardır.
Nitekim, her ne kadar, Marksist yazında "ekonominin belirleyiciliği"ni tarih teorisinin bütün toplumlar için geçerli bir yasalılığı olarak sunmak yaygınsa da, Marx kendi yapıtını "ekonomi politik" olarak değil "ekonomi politiğin eleştirisi" olarak nitelendirir: yani kapitalist ekonomi alanının bilimi değil, bu alanın görüngülerinin ötesine geçerek onun özerkliğini sorgulayan bilim. Ancak bu ikilik ve gerilim Marx'ın yapıtında da yer yer kendisini gösterir.
Yine de, gelecek ufkumuzu Nicholson'un yukarıdaki sözlerini ciddiye alarak çizmek, kadınların karşılıksız ev emeğinin özgürleşmesi açısından çok önemli. "Ekonomi" fetişizmi aşılmaksızın, karşılıksız ev emeğinin ortadan kalkması, onun toplumun kolektif faaliyetinin bir parçası olarak algılanıp düzenlenmesi mümkün değildir: "Ekonomi" zaten, üretimin, yeniden-üretime yönelik faaliyetten ve burada harcanan emekten ayrışmış biçiminin adıdır. Dolayısıyla da, kapitalist toplum biçiminin yapısı ve mantığı açısından "ekonomi-dışı" olanı ekonominin alanına dahil etmeye çalışarak ev emeğini "ev-içi iktisadi faaliyeti" olarak nitelendirmek (Serdaroğlu, 2000: 92); ya da "ev-içi üretim tarzı"nın patriyarkanın, kapitalizmden tümüyle bağımsız olan ekonomik temeli olduğunu söylemek (Delphy, 1984: 18), bu toplumun fetişleşmiş biçimlerine hapsolmak anlamına gelir. Bunun sadece terminolojik bir sorun olmadığı açık: Bu tür fetişist kavramlar, toplumun üretimini bambaşka bir biçimde örgütleyeceği bir gelecek perspektifinin önüne (istenmeyen) engeller çıkarma ve sınırlar çekme potansiyelini hep taşırlar.
Nesnelerin üretiminin, tek üretim biçimi olarak evrenselleştirilmesi, kadınların harcadığı emeği bir başka açıdan da görünmez kılar: yeniden-üretime yönelik olarak, ama özellikle de bakım işlerinde harcanan emeğin çok boyutluluğunu, zenginliğini gizler. Maddi ürünler üreten emeğin ötesine doğru uzanan ve insanlar üzerinde harcanan bu emek duygusal, zihinsel, manevî emektir. Yeniden-üretimi bütün boyutlarıyla, mevcut yaşamın sürdürülmesi ve bir sonraki kuşağın yetiştirilmesi için gerekli bakımın manevî, kültürel, duygusal katmanlarıyla birlikte düşündüğümüzde ve buna ayrıca hastaların ve yaşlıların bakımını da eklediğimizde söz konusu olanın basitçe maddi emek olmadığı apaçık ortaya çıkar. Bunun da ötesinde bu emek tanımı, her sınıftan kadının çeşitli çabalarını ve enerji harcama biçimlerini içerir.10 Bridget Anderson ise "toplumsal yeniden-üretime yönelik devasa görevler"den söz eder. (Anderson, 2000: 14)
Zaten bilişimin ve hizmet sektörünün bu denli geliştiği bir tarihsel dönemeçte, "ekonomi"nin özerkleşmiş dünyası içinde bile, emek kavramını Marx'ın evrensel geçerlilik atfettiği şu tanıma sığdırmak mümkün değildir: "Emek sürecinde insan etkinliği, demek ki, emek araçlarının yardımı ile üzerinde çalışılan malzemede, başlangıçta tasarlanan bir değişikliği meydana getiriyor... Süreç üründe sona erer ve ürün bir kullanım değeridir. Doğanın sağladığı malzeme bir biçim değişikliğiyle insan gereksinimlerine uyarlanır." (Marx, 2000: 183) Nitekim Marx'ın emek kavramının, bu tanımda ima edilen, maddi ve somut nesnelerin üretiminin ötesine doğru genişletilmesi mümkündür ve zaten yazarın kendisinin de yer yer11 benimsediği bir yaklaşımdır.
Ne var ki, kadınların bakım işlerinde harcadıkları emeğin bir özelliği de, sahip olduğu duygusallık boyutu itibariyle nicelik olarak ifade edilebilecek bir emek olmayışıdır. Bu yüzden de, ev içinde yapılan bakım işlerinin tüm manevî, duygusal boyutlarıyla emek harcamak olarak kabul edilmesinin yolu, bu emeğin ev-içi (karşılıksız) biçimiyle ücretli bakım işlerinde harcanan emek arasındaki sürekliliğin kurulmasından geçer. Toplumsal yeniden-üretimin bir parçası olarak tanımlanan bir "bakım" kavramı bu sürekliliği kurmayı kolaylaştırır. (Brenner, 2002: 2) Böylece, bu emeğin toplumsal gerekliliği, ne kadar "devasa" bir iş olduğu ortaya çıkar. Başka bir deyişle, kamusal alanda, ücretli olduğu için emek zamanı olarak nicelik cinsinden ifade edilen bakım işleri ile hem maddi bir üründe somutlaşmadığı, hem de karşılıksız olduğu için emek zamanı olarak ifade edilmemiş ev-içi bakım emeği arasında kurulacak süreklilik, kadınların karşılıksız bakım emeğini görünür hale getirir.12
Sosyalist feminizm, iki sistemli teoriler ve maddecilik
Emek, üretim, yeniden-üretim kavramları bizi "maddeci feminizme" ve feminizm içinde maddeciliğe atfedilen farklı anlamlara getiriyor. "Maddeci feminizm" ilk dile getirildiğinde, toplumsal cinsiyetle emek süreçleri ve üretim ilişkileri arasındaki bağlantıları kavrama ve açıklama çabasını kast ediyordu. O dönemde kendisini Marksist feminist değil de maddeci feminist diye adlandıran feministlerin (Delphy dışında, örneğin Gimenez, 1997, Hennessy/Ingraham, 1997 ve Kuhn/Wolpe, 1997) şöyle bir kaygıları vardı: Bir kısmını yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerle Marx'ın çeşitli kavramları, kimilerine göre ise teorik çerçevesinin bütünü, feminist bir tahlilin önünü tıkıyordu. Ancak bu kavramların ya da teorinin sınırlarının aşılmasında ise yine de tarihsel maddeci yönteme başvurmak gerekiyordu. Örneğin, bir sonraki bölümde teorisini ayrıntılı bir biçimde ele alacağım Christine Delphy, İstanbul'da yaptığı bir konuşmada, kendi tahlilinin köklerinin Marksist paradigma içinde olduğunu söylüyor ama hemen ardından yaklaşımını "maddecilik" olarak nitelendiriyor ve şöyle diyordu: "Marx'ın yöntemiyle Marx'ın teorik sonuçlarına karşı fikir geliştirmek zorunda kalmak, maddeci feminizmin paradokslarından biridir." (Delphy, 1999a: 3) Aynı biçimde, Rosemary Hennessy ve Chrys Ingraham da, feminizmin Marksizm ile arasındaki eleştirel etkileşimden söz ettikleri kitaplarının adını Maddeci Feminizm koymayı tercih etmişlerdir. (Hennessy/Ingraham, 1997) Burada da amaç, hem kadınların ezilmesinin kaynaklarını, emeklerinin denetlenmesi ve bu emeğe el koyulması süreçlerinde aramak, hem de bu süreçlerle kapitalist üretim tarzı arasındaki ilişkiye açıklık getirmektir. Öte yandan, teorik ve politik hedefleri, yine üretim ve bölüşüm düzlemlerinden hareket eden bir toplumsal dönüşüm perspektifi geliştirmek olan başka feministler, kadınların emeği ve üretim süreçlerindeki konumlarına ilişkin olarak geliştirdikleri tahlillerin maddeci tahliller olduğunu ileri sürmekle yetinmeyip, kendilerini Marksist ve/ya da sosyalist feministler olarak adlandırmışlardır. (Barrett, 1980; Brenner/Ramas, 1984; Hartmann, 1981; Himmelweit, 1991) Burada önemli olan yine, kültür, söylem, ideoloji, politika düzlemleriyle emek ve üretim süreçleri arasında, ikincinin şekillendirici olduğu bağlantılar kurmaktır.
Ancak son 20-25 yılda bu doğrultudaki çabalar toplum bilimlerinde ve politikada genel olarak prestij yitirirken feminizm de bundan yeterince payını aldı. Bu dönemin Anglo-Sakson kökenli feminizminde merkezi bir konuma yerleşen kitaplardan birisi Benhabib ve Cornell'in Feminism as Critique (Eleştiri Olarak Feminizm) adlı derlemeleriydi. Kitabın Girişi'nde yazarlar Marx'ın emek ve üretim kavramlarının belirlediği "üretimci paradigma"nın aşılması gerektiğini savunuyorlardı. Onlara göre, yeniden-üretim kavramının tahlile dahil edilmesi sorunları çözmüyordu çünkü Marx kapitalizme özgü emek ve üretim biçimlerini evrenselleştirmiş; ya da tersinden, üretim kavramını kapitalizmdeki özgül biçimine indirgemişti. (Benhabib/Cornell, 1987)
Ne var ki, yukarıda da göstermeye çalıştığım gibi, bu kaygılar Marx'ın söz konusu sınırlarını aşıp yine de üretim ve emek süreçlerinin belirleyiciliğini temel almanın önünde bir engel oluşturmaz. Ancak süreç böyle gelişmedi ve bu kavramlar feminizm içinde yaygın bir biçimde teorinin tümüyle dışına itildi. Böyle olunca da, temel sorunsal, ev işlerinin, bakım ve yetiştirme pratiklerinin kendilerinin nasıl dönüştürülebileceğinden, bu pratiklerin çevresinde oluşan, paylaşımcılık, dayanışmacılık, vericilik gibi değerlerin kamusal alana nasıl taşınabileceğine kaydı.13
Maddeci/Marksist bir yaklaşımın mümkün kıldığı ve öngördüğü, nesnel süreçlerin tahliline dayalı teorilerden öznelliğe doğru bir ağırlık kaymasına bütün toplum bilimlerinde tanık olmak mümkün. Aynı biçimde, bütünlüklü, sistematik yaklaşımlar karşısında tikelcilikten yana bir tercihin egemen hale geldiği de açık. Bu eğilimler, feminizmdeki, tek tek kadınların öznelliklerinin yüceltildiği bir teori karşıtlığına kolaylıkla dönüşebiliyor. Bu da, kadınların kendi yaşadıkları deneyimleri birebir anlamlandırabilecekleri bir yaklaşım arayışına denk düşüyor.14
Feminizmde yaygın olan bu öznelcilik ve tikelcilik eğilimlerinden kendisini ayıracak biçimde "maddecilik" terimine başvuran bir başka feminist akım da, cinsellik, beden gibi görünür farklılıkları politikanın temeline yerleştirir. 'Arzu', 'haz', ya da 'beden' bu tür 'maddeci' feminist yaklaşımların ekseni haline gelir. Emek, üretim, yeniden-üretim süreçlerini merkezi bir konuma yerleştiren bir feminizm anlayışından, sözünü ettiğim bu 'yeni' maddeciliğe doğru evrimin ara halkalarını ise, Althusser'de 'ideoloji'nin maddiliği tezi, yapısalcılık-sonrası teorilerde 'söylem'in, Foucault'da ise 'arzu' ve 'beden'in maddiliği oluşturur. Bu egemenleşen söylemde, ideoloji, ve kültürel pratikler giderek başka şeyleri unutturacak biçimde tek başına ön plana çıkar. Sonuç olarak, kendilerine 'maddeci' diyen bu yaklaşımlar yukarıda sözünü ettiğim maddeci feminizmin yadsınması üzerinde yükselirler. Çok iyi bilindiği gibi bunlar bir yandan da kendilerini sistematik ve bütünlüklü bir patriyarka tahlilinden ayırmaya çalışırlar: Artık anlamlandırma, yerellik ve kısmilikle yetinmelidir. (Hennessy/Ingraham, 1997)
Oysa erkek egemenliği sistematik ve nesnel bir toplumsal ilişkiler ağıdır ve yaygınlığı toplumsal ilişkilerin tamamını kapsayacak boyuttadır. Bu nesnel bütünlüğün düşünsel kuruluşunu mümkün kılabilecek bir feminizm ancak sözcüğün klasik anlamıyla maddeci bir yaklaşım olabilir: Bu sistematiği kavramak ve kadınların emeğine, bedenine, kimliğine el konuşunun iç bağlantılarını kurmak için, emek ve üretim düzlemine özgü nesnel toplumsal ilişkilerden yola çıkmak gerekir. Erkek egemenliğinin ve cinsiyetçiliğin özgül dinamiklerini başka egemenlik biçimleri içinde eritmemenin yolu ancak bu olabilir. Erkeklerin nesnel süreçlerden kaynaklanan ayrıcalıkları ve çıkarlarının ortaya konması ise, feminizmin politik bir hareket olmasının önünü açar. Bu ayrıcalıklar ve çıkarlar, erkeklerin bireysel ve öznel niyetlerinden bağımsız, onlar isteseler de istemeseler de toplumsal yapının onlara sağladığı avantajlardır: "Hiçbir erkek bireysel olarak kendi konumundan vazgeçemez. Yalnızca, mevcut ayrıcalıklarından, daha fazla ayrıcalığa sahip olmak üzere yararlanmamayı seçebilir. Ancak pratikte çok az sayıda erkek bir kadın lehine terfi edilmekten feragat eder ya da ev-içi rollerin tümüyle eşit paylaşımını kabul eder..." (Delphy/Leonard, 1992: 261-262) Kadınların karşılıksız ev emeği ve yeniden-üretimdeki konumları sorgulanmaya başladığında ise, artık erkeklerin karşılıksız hizmet görme, çocuklarının ve hasta akrabalarının bakımını karşılıksız sağlama, iş gücü piyasasında ayrıcalıklı konumda olma olanaklarının altı oyulmaya yüz tutmuştur.
Erkek egemenliğinin ve cinsiyetçiliğin bu sistematik ve nesnel niteliğini ifade etmek için 1970'lerin feminizminde patriyarka kavramına başvuruluyordu. Bu kavrama, çok özgül bir kapitalizm-öncesi toplumsal ilişki biçimini ifade ettiği ve kapitalizmin yanı sıra başlı başına bir üretim tarzını ima ettiği için itiraz edildi. (Barrett, 1980) Nitekim aşağıda Delphy'nin teorisini incelerken göreceğimiz gibi, patriyarka kavramının böyle kullanımları da oldu. Ancak, kapitalizmden tümüyle soyutlanarak tahlil edilemeyecek, ama kapitalist ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkmamış emek ve üretim süreçlerine dayalı, kendi sistematik eğilimleri ve dinamikleri olan, tarihsel olarak kapitalizm tarafından devralınmış, dönüştürülmüş ve onun maddi temeliyle eklemlenmiş bir patriyarka kavramı da pekâlâ mümkündür. Patriyarkanın özgül iç dinamikleri ve bunların kapitalizmle ilişkisini Hennessy/Ingraham'dan aldığım şu pasaj çok iyi anlatıyor: "... mülk sahibi kapitalist sınıf tarihsel olarak patriyarkal toplumsal yapıları devralmış ve bunlardan yararlanmıştır, ancak bu yapıların hepsi kapitalizm için gerekli olmayabilir. Açıktır ki, ... tecavüz, dayak, klitoris sünneti ve başka cinsel şiddet biçimleri... kapitalizme özgü değildirler. Ancak bu pratiklerin büründüğü tarihsel biçimler ve bunların günümüz dünyasında birçok kadına karşı kullanılması da kapitalizmden bağımsız değildir." (Hennessy/Ingraham, 1997: 11) Erkek egemenliğinin kapitalizm-öncesi biçimiyle kapitalist toplumlarda kadınların evde harcadıkları karşılıksız emek arasındaki bağlantıyı ve sürekliliği ortaya koymayı mümkün kıldığı ölçüde patriyarka kavramı vazgeçilmezdir. Ayrıca, patriyarkanın kapitalizm-öncesi ve 'modern' biçimlerinden söz etmenin, bu farklılığı kavramlaştırmanın çeşitli yararları olduğu yadsınamaz: En azından patriyarkanın 'modern' biçiminin hafife alınmaması, onun da kendine özgü bir sistematiği olduğunun ortaya konabilmesi açısından böyledir bu. Modern patriyarka ile geleneksel biçim arasındaki ilişki, hem bir sürekliliği hem de bir kopuşu ifade eder.15
Patriyarka kavramı bizi, 1970'ler ve 1980'lerde sosyalist feminizm içinde yaygın olarak tartışılan "iki sistemli teoriler"e getiriyor. Bu teoriler, "ev emeği tartışması"nın boşluklarından ve yanıtsız bıraktığı sorulardan hareket ederek geliştirilmiş teorilerdi. Öte yandan, bütün sorunlarına karşın, ev emeği tartışmasındaki katkıların en azından bir bölümü, feminizmin ev emeğine yaklaşımı açısından ileriye doğru atılmış adımlardı. Her şeyden önce, bu tartışmada aile bir tüketim birimi olmanın ötesinde bir üretim ortamı olarak ele alınıyordu. Ayrıca, bu teorilerin bazılarında kadınların ezilmesinin maddi temelinin kapitalizm dışında bir üretim faaliyetine yerleştirilmesi, patriyarka tahliline doğru aralanmış bir kapıydı. Ve nihayet, bu yaklaşımlar kadınların dünyaya bakışını perdeleyen "ev kadınlığı" yüceltmesinin yerini ev emekçiliği çıplak gerçeğine bırakmasının önünü açıyordu. Ann Oakley, ev kadınlığının çeşitli kadın kesimleri açısından özenilecek bir konum, saygınlık taşıyan bir statü olarak algılandığını söyler. (Oakley, 1974) Emekçi kadınların bir bölümünün yapmak zorunda olduğu işler düşünüldüğünde, ev kadınlığının sığınılacak bir liman gibi görünmesi anlaşılabilir de. Ferhunde Özbay 1950-1980 Türkiyesi için şu gözlemi yapar: "'Kentli evkadını' olmak köydeki bütün genç kızların rüyasıdır. Bu rüya kırsal kesimdeki ağır iş yükünden kurtulma rüyasıdır; aile içindeki yaşlı kadının otoritesinden kurtulma ve 'kendi evinin kadını' olma rüyasıdır." (Özbay, 1990: 133) Evde yapılan işlerin, özellikle orta sınıf kadınlarının kişilikleriyle iç içe girdiği, "gün"lerin bilgi alışverişi sağlamak dışında yapılan işlerin ve üretilen ürünlerin sergilenmesine de hizmet ettiği açıktır. Ev kadınlığının düpedüz bir zanaat olarak da yüceltildiğini söylemek çok da zor değildir. İşte ev emeği tartışması -her ne kadar kavramsal karmaşıklığıyla bu yüceltmenin asıl öznesi olacak kadınların erişimlerinin dışında kalsa da- en azından feminizmin dağarcığına bu yüceltmeyi parçalayacak "ev emeği" kavramını sunmuştur. Bu yeni mercekten bakıldığında, ev kadınlığı prestijli bir konum değil, karşılığı ödenmeyen bir iştir. Ev emeği böylelikle bir tahlil konusu olarak toplum bilimlerinin gündemine girmiştir.
Ne var ki, yazının başında da değindiğim gibi, "ev emeği tartışması" çok temel bir sorunu, bakışının dışında tutuyordu: Ev emekçilerinin kadınlar olduğu varsayılıyor, ev-içi işlerin bölüşümünü belirleyen toplumsal cinsiyet hiyerarşisi bir sorun olarak ele alınmıyordu. (Brenner/Ramas, 1984; Fox, 1980) Soyut tanımların tutarlılığına öncelik tanınmıştı ve cinsiyetten arındırılmış bir kategori olarak ev emeğinin sermaye birikimindeki yeri araştırılıyordu. Bu tartışmanın parametreleri açısından ev emeğinin öznesi erkekler de olabilirdi. Aile, örtük olarak da olsa, kendi içinde çıkar çatışmasını barındırmayan türdeş bir birim olarak, yalnızca aile-dışı ekonomik yapıyla ilişkisi açısından ele alınıyordu. Bunun sonucunda da, tartışmanın konusunu oluşturan işçi ailesindeki erkek egemenliği, Marx ve Engels'ten bu yana olduğu gibi görünmez kalıyordu.
Oysa, emek-sermaye çelişkisinin dinamikleri ortaya koyulmaya çalışılırken meşru olan bu soyutlama, tam da kadınların ezilmesinin yapısal nedenlerini kavramak söz konusu olduğunda bu meşruluğunu yitirir. Bu soyutlamayla yola çıkıldığında, daha baştan asıl mesele bir kenara koyulmuş olur. Bundan sonra kadınların ev içinde harcadıkları emeğin toplumsal tâbiyetleriyle ilişkisi üzerine bir şey söylemek için artık çok geçtir. Bunun bir uzantısı olarak da, ev içindeki cinsiyetçi işbölümünü dönüştürme perspektifinden yoksun bir çerçevedir bu. Nitekim, sadece kadınların karşılıksız emeğiyle kapitalizm arasındaki bağlantıya odaklaşan tahliller, feminist politikanın gündemini genişletecek talepler üretmekte etkili olamadılar.
İki sistemli teorilerde ise, kadınların ev emeği ile kapitalizm arasındaki ilişkinin yanı sıra, ev emeğinin toplumsal cinsiyet yüklü niteliği de tahlil konusu haline gelir. Bu teorilerin paylaştığı genel çerçeve şu şekilde anlatılabilir: Patriyarka ile kapitalizm birbirinden beslenecek, birbirini pekiştirecek biçimde eklemlenmiştir. Ve kadınların karşılıksız emeğinden hem kapitalizm hem de patriyarka yarar sağlar. İki sistemli teorilerin çoğu, şu ya da bu biçimde üretim ve yeniden-üretim kavram ikilisine başvurur. Martha Gimenez'in yaklaşımı, farklı dönemlerde ve farklı sınıflarda patriyarkanın büründüğü somut biçimi açıklayacak biçimde, yeniden-üretimin mevcut üretim ilişkileriyle birliği içinde ele alındığı bu teorilerin bir örneğidir. Şöyle der Gimenez: "Genel yöntemsel ilke, cinsel eşitsizliğin maddi temelinin, sınıf ilişkileri ya da üretim ilişkileriyle, tarihsel olarak özgül bir üretim tarzında geçerli olan fiziksel ve toplumsal yeniden-üretim ilişkilerinin eklemlenmesinde aranması gerektiğidir." (Gimenez, 1978: 75) Bu yaklaşımın örnekleri çoğaltılabilir. (Örneğin: Kuhn/Wolpe, 1997; Ferguson/Folbre, 1981) Ancak hem üzerinde en çok tartışılmış iki sistemli teori olduğu için hem de kapitalizmle patriyarkanın birbirini pekiştiren dinamikleri kadar birbiriyle çelişen dinamiklerine de yer vermesi bakımından özel sayılabilecek bir örnek olduğu için Heidi Hartmann'ın temel tezlerine kısaca bakmak istiyorum. Ayrıca, yukarıda andığım diğer iki sistemli yaklaşımlardan farklı olarak, Hartmann kapitalizm-patriyarka ilişkisini soyut bir yapısal eklemlenme şeklinde kurmaz: Onun teorisi tarihsel somutluğu içinde patriyarkal kapitalizme ilişkin bir açıklamadır. (Hartmann, 1992)
Hartmann'a göre, patriyarkal iktidarın maddi temeli, gerek üretim gerekse yeniden-üretim ve cinsellik alanında, kadınların emek güçleri üzerindeki erkek denetimidir. Patriyarkanın özgül bir biçimi olan tekeşli heteroseksüel evlilik çerçevesinde erkekler bu denetimi, kadınları geçimlerini sağlamalarına imkan verecek işlerden dışlayarak ve cinselliklerini kısıtlayarak kurarlar: "...kadınların kaynaklara ulaşmasını ve cinselliklerini kısıtlamak, erkeklerin, kadınların emek gücünü denetlemelerini sağlar; hem pek çok kişisel ve cinsel yönden erkeklere hizmet verilmesi amacıyla hem de çocukların yetiştirilmeleri amacıyla." (Hartmann, 1992: 142) Yine tekeşli heteroseksüel evlilik ayrıca kadınların cinselliğini erkek hazzına ve üremeye yönelik cinsellik biçiminde kısıtlar. Ancak bu kurumun getirdiği denetleme ve kısıtlama, iki ayrı sistemin, üretim ve toplumsal cinsiyet sistemlerinin tarihsel olarak özgül bir eklemlenme biçimini ifade eder. Yoksa bütün toplumlarda bir ekonomik üretim sistemi, bir de insanların cinsellik, akrabalık ve bakım ilişkilerini düzenleyen bir de cinsiyet-toplumsal cinsiyet (sex-gender) sistemi vardır. Birbiriyle eklemlenmiş olan bu toplumsal sistemlerin her ikisi de değişkendir ve bunların baskıcı-olmayan, eşitlikçi sentezleri de tarihsel olarak mümkündür. Patriyarkal kapitalizm, bu sistemlerin günümüzde oluşturduğu toplumsal bütündür. Öte yandan, bunların her ikisi de üretim sistemleridir: Birinde giysi, yiyecek, konut, makine vb. türünden nesneler üretilir, diğerinde ise toplumsal varlıklar olarak insanlar.
Hartmann'ın teorisinin bence asıl çekici yanı, kapitalizm-patriyarka ilişkisini kuruş şeklidir: Ona göre, kapitalizm ile patriyarka arasında mantıksal bir bağlantı yoktur: Kapitalizmin patriyarka üzerinde yükselmesi her iki sistem açısından da mantıksal bir gereklilik taşımaz. Bu eklemlenme tarihsel bir olgudur. Dolayısıyla da Hartmann'ın yaklaşımı, bir işlevsel uyum teorisi değildir: Patriyarka ile kapitalizm birbirini besleyebilir de, birbiriyle çelişebilir de. Nitekim, kapitalizmin kadınları ücretli iş gücü piyasasına çekme eğilimi ile patriyarkanın kadınların ev emeğine duyduğu gereksinim çelişik dinamikler oluşturur ve bazen biri bazen diğeri baskın hale gelir.
Öte yandan, kadınların karşılıksız ev emeğinden hem kapitalizm yarar sağlar hem de bütün erkekler: Erkekler evde karşılıksız hizmet alırlar, çocuklarının bakımını yaptırırlar ve bu sayede de iş gücü piyasasında kadınlar karşısında ayrıcalıklı bir konuma sahip olurlar. Kapitalizmin kadınların ev emeğinden ve işçilerin özel birimler halinde yaşamalarından sağladığı yararlar arasında ise, kadınların ev emeği sorumluluklarına bağlı olarak ucuz iş gücü havuzu oluşturmaları, emek gücünün istikrarlı ve sağlıklı bir biçimde yeniden-üretilmesi ve bu tür bir aile örgütlenmesinin tüketimi arttırması sayılabilir. (Hartmann, 1992)
O dönemde Hartmann'a yöneltilen belli başlı eleştirilerle (Young, 1981; Vogel, 1981) genellikle başka iki sistemli teorilere yöneltilen eleştiriler örtüşüyordu. Hem patriyarkanın maddi temelinden söz ediyordu Hartmann, ama hem de, patriyarkayı başlı başına bir üretim tarzı olarak kavramlaştırmıyordu, yani üretim tarzı tahlilinde Marx'a bağlı kalıyordu. Bu sorunla tam anlamıyla yüzleşmeden patriyarkayı özerkleştirmenin bir yolu bir "yeniden-üretim tarzı"ndan söz etmekti. (Bridenthal, 1976) Bunun tam karşı kutbunda, patriyarkayı ayrı bir sistem olarak kavramlaştırmayıp genel bir toplumsal yeniden-üretim kavramına başvuranlar vardı. (Vogel, 1983) Bir başka uçta ise, cinsiyete dayalı işbölümüne Marx'ın sınıf tahlilinden daha temel bir statü atfederek, bütünlüklü ve tek bir üretim tarzı kavramının merkezine toplumsal cinsiyeti yerleştiren Iris Young (1981) yer alıyordu.
Özellikle Vogel, bunu izleyen yıllarda tüm teorik çabasını, "birlikli" (unitary) bir teori geliştirmeye yoğunlaştırdı. Ona göre, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin temelinde kadınların, hem üretim hem de yeniden-üretim alanlarını içeren toplumsal yeniden-üretim sürecindeki konumu yatar. Oysa iki sistemli tahliller sınıf ve toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini birbirinden özerk görüngüler olarak kavramlaştırırlar ve bu yaklaşımda, sınıf mücadelesi ile feminist mücadele birbirinden tümüyle koparılır. (Vogel, 1983 ve 1995)
Yukarıda Marx'ı eleştirirken Vogel'ın bu yaklaşımından bazı yönleriyle yararlandım. Ancak, üretim ile yeniden-üretimi bütünleştirmekle Hartmann tarzı bir "iki sistemli" yaklaşımın ille karşıt kutuplar oluşturması gerekmediği kanısındayım. Hartmann patriyarkayı, örneğin Delphy'nin yaptığı gibi, bağımsız bir ev-içi üretim tarzı üzerinde temellendirmez. Dolayısıyla da, Delphy'nin teorisinde olduğu gibi iki paralel yapı söz konusu değildir burada. Hartmann patriyarkal kapitalizmde kadınların üretim ve yeniden-üretim alanlarındaki konumlarını birbirleriyle bağlantılı olarak açıklar: Ona göre, kadınların iş gücü piyasasındaki ikincil konumlarını, karşılıksız ev emeği olmaksızın kavramak mümkün değildir; evliliğe ve dolayısıyla da ev emeğine mahkûm oluşları ise, bu ikincil konumları göz önüne alınmaksızın açıklanamaz. Ev dışında ücret karşılığı çalışan kadınların da ev işlerinin neredeyse tümünü üstlenmeleriyle ilgili olarak şöyle der Hartmann: "Bu hiç de şaşırtıcı değildir çünkü aile dışındaki, iş gücü piyasasındaki cinsiyete dayalı işbölümü, kadınların erkeklere maddi bağımlılıklarını korur -kadınlar kendileri ücretli olsalar bile." (Hartmann, 1992: 155) Daha baştan bu karşılıklı ilişki kurulmuş olduğu için, bu çerçevede, kadınların karşılıksız ev emeği ile ücretli emekleri toplumsal yeniden-üretim sürecindeki konumlarının somut dolayımları olarak görülebilir. Daha önce patriyarka kavramıyla ilgili olarak söylediklerime dönecek olursak: Patriyarkanın kendi özgül ilişki biçimleri ve dinamikleri vardır; ancak bunlar kapitalizmin üretim ve yeniden-üretimden oluşan maddi süreçlerinde kök salmıştır. Bu patriyarkal ilişkiler ve dinamikler hem kapitalizmi biçimlendirmiş, hem de kendileri ona uygun hale gelmişlerdir. Böyle bakıldığında, bu ilişki biçimleri ve dinamikler patriyarkal kapitalizmin toplumsal yeniden-üretiminin dolayımlarıdır. Tarihsel olarak oluşmuş bu karmaşık bütün içinde patriyarka ile kapitalizm yer yer çatışır, yer yer birbirini pekiştirir.
Christine Delphy ve "ev-içi üret