Orta Anadolu’da tüm akrepler zehirli oldukları düşünüldüğü ve geleneksel olarak da lanetli ilan edildikleri için temas edilmeden öldürülürler. Bugüne kadar kimse akrep sokmasından ölmediği halde görüldükleri yerde akreplerin etrafına küçük bir saman kümesinden dairesel bir ateş yakılarak alevlerin ortasında kalan hayvanın zehirli iğnesini kendine batırıp kendi kendini öldürmesi sağlanır. Alevlerin yaydığı sıcağa dayanamayan zavallı akrepler bir süre sonra, acıdan kurtulmak için yaşamlarını devam ettirebilmenin temel aracı olan zehirlerini yokolmak için kullanır ve kendi iğnelerini batırırlar bedenlerine. Temiz iş! Büyük olasılıkla bu akrepler aslında alevlerin yaydığı sıcaktan kavruldukları için ölüyorlardır ama kurbanının kanını eline bulaştırmayan katillerin de bir vicdanı olmalı ki, bu vicdanı aklamak akreplerin zehirli iğnesine düşer hep.
Eşcinsellik ve ölüm/öldürme arasındaki ilişkiye baktığımızda çoğu zaman herhangi bir dolayıma gerek duyulmadan öldürülen eşcinseller, öldürmenin olanaklı olmadığı ya da göze alınamadığı durumlarda bütün yaşam alanlarında dayanılmaz bir baskı altına alınır ve bu baskı altında nefes alamamanın bir sonucu olarak da kendi kendilerini öldürürler. Yaşadığımız coğrafyanın eşcinsellere sunduğu homofobik atmosferde boğulmamak için nefeslerini tuta tuta yaşayan eşcinsellerin intihar öykülerinin kendi iğnesiyle kendini öldürmek zorunda bırakılan akreplerin hüzünlü öyküsünden ne farkı var? Hiç!
"Zayıf, narin ve güçsüz erkekler"
Geçtiğimiz yıl Kaos GL’nin düzenlediği Yerel Muhabir Ağı eğitimine birlikte katıldığımız ve hem eğitim boyunca her söz aldığında hem de eğitim sonrasında gönderebildiği birkaç haberde eşcinselerin özgürleşmesine dair hevesini, inancını, umudunu yansıtan Ege Tanyürek, bu eğitimden yaklaşık iki ay sonra Adıyaman’da bulunan evinin tavanına astı kendini. Ailesinin bu intihar-cinayetle ilgili polise verdiği ifade bir çocuğun bile inanmayacağı türdendi; Ege internette biriyle sohbet ederken “şaka” olsun diye kendini tavana asmış ancak ipten kurtulamadığı için boğulmuştu. Gürültüler üzerine odasına koşan kardeşinin tüm çabasına (!) rağmen boynu kırılmıştı Ege’nin... Kaldırıldığı hastanede birkaç ay yaşama tutunmayı başarabilmiş olsa da, biz böylesine hevesli birinin bir daha Kaos GL’ye neden yazmadığını merak ederken Ege’nin Haziran ayının ortalarında öldüğünden habersizdik. Ta ki bir gün bir arkadaşı Kaos GL’yi arayarak öldüğünü söyleyene dek...
Ege’nin ölümüyle sonuçlanan ve kayıtlara sıradan bir intihar olarak geçen bu öyküde de olduğu gibi kayıtlara nefret cinayeti olarak geç(e)meyen binlerce eşcinsel cinayeti, intiharı var ve bu ölümlerin kayıtlara “eşcinsel cinayeti, intiharı” olarak geçememesi tam da ölenlerin-öldürülenlerin zaten birer eşcinsel birey olarak hayata kayıt geçememiş olmalarından kaynaklanıyor mu? Nefretin ürettiği katiller, etrafınıza ördüğü ateş duvarının içinde eşcinselleri usul usul yakarken, eşcinsellere dönük nefrete dair şuncacık olsun sorumluluk duymadan, aksine çoğu zaman bu ölümler aracılığıyla daha “arı” bir topluma bir adım daha yaklaştığı için sevinir, kurbanına dokunmadan öldürmeyi vicdanlı bir öldürme biçimi sayarak vicdanlarını aklarken, “ölen ölüyor, kalan sağlar” kimsesiz geziniyor hayatın içinde. Ve biz eşcinseller kalan sağlar olarak bir gün sıranın bize de gelebileceğini, bir üçüncü sayfa haberinin altına süpürülerek görünmez kılınan şiddet dolu hüzünlü öykülerimizi kimseciklere anlatamadan, ölümümüzün sorumluluğu bir tek bizim zaten birçok şey yüklenmiş omuzlarımıza yüklenerek bu dünyadan ayrılabileceğimizi biliyoruz. Çünkü Ege Tanyürek de bir eşcinseldi ve bir önceki eşcinsel cinayetinin-intiharının ardından hayatın içinde gezinen kimsesiz sağlardan biriydi. Yazık ki artık sağ değil...
İşte kalan sağlar olarak herhangi bir gazetede Taksim Gezi Parkı civarında dolaşırken tanıştığı "zayıf, narin yapılı, güçsüz" erkekleri öldürdükten sonra kuyuya atan bir "yerli seri katil"in haberini okurken, biz eşcinseller için bu haberin diğer haberlerden ve diğer okurlardan ayrı bir anlam taşımasının sebebi; görünmezleştirilen, dolayısıyla olağanlaştırılarak hayatlarımızı sonlandıran nefretin aslında nasıl da açık seçik, nasıl da orta yerde olduğunu sık sık deneyimlemiş olmamızdan kaynaklanıyor. Öldürülmeye “alışmış” bir kimliğin pek aşina olduğumuz kodlamalarının bilgisine sahip bireyler olarak, öldürülen “zayıf, narin, güçsüz” erkeklerin eşcinsel olup olmadığını bilmiyoruz, katil “itiraf etmedikçe” de öğrenemeyeceğiz ama bildiğimiz birşey var ki yaşarken eşcinsellikleriyle yaşayamayan “zayıf, narin yapılı, güçsüz” erkekler zaten birer eşcinsel olarak ölemiyor da.
Kimi zaman bir kuyunun karanlığında, kimi zaman evinde cansız bedeni kokana kadar kapısı çalınmayarak, kimi zaman E-5’te paramparça edilerek, kimi zaman da Ankara'nın orta yerinde kafasına bi' tane sıkılıp işi kolaycacık bitirilen, cenazesi ailesi tarafından alınmayan, alınsa bile asla eşcinsel olduğu kabul edilmeyen, hiçbir eşcinsel arkadaşı mezarlığa bile yaklaştırılmayan öksüz ölüler olarak üçüncü sayfa vesikalıklarına dönüşen bu insanların kimlikleri nedeniyle organize bir nefretin odağında oldukları için öldürülmüş olabileceklerini önesürmek de vicdansızlıkla zehirlenmiş akıllar için “kendini mazlum kılmaya” çalışan eşcinsellerin, "eşcinsel cinayetleri politiktir katili biliyoruz" diyen eşcinsellerin durumdan vazife çıkarma çabaları olarak algılanabiliyor. Oysa durumdan vazife çıkarmayı layıkıyla yerine getirebilseydik belki de bugün Ege aramızda olabilir, aramızda olmasa bile hiç değilse onu saran ateşi harlayan eller “nefret suçlusu” olarak yargılanabilirdi. Yargılanamıyorlar... Çünkü nefret suçu yasalarca tanınmadığı ve tanımlanmadığı gibi, öldürülen her eşcinsel toplumsal vicdansızlığın bir uzantısı olarak yorumlayabileceğimiz gazetelerin internet nüshalarında bulunan "okur" yorumlarına "dünyadan temizlenen bir pislik daha" olarak düşüyor...
"Her şey yerli yerinde kaldı..."
"Taşrada eşcinselin bir günü daha sona erdi. Hala karmaşık düşüncelerle boğuşarak evine ve o en mahrem olan, kendi dünyası haline gelen odasına, sudan çıkarılmış bir balığın tekrar suya atılması gibi çıkmayı hiç düşünmeden kendisini kapatır. Kilitlidir, hem dili, hem kalbi hem de odasının kapısı… Ne kendisini anlayacak, ne sevgisini paylaşacak ne de kapıyı açacak kimsesi vardır. Her şey yerli yerinde kaldı." diyordu Ege ölümünden hemen önce Kaos GL'de yayımlanan "Taşrada Eşcinsel Olmak" başlıklı yazısında. Herşeyi yerli yerinde bırakıp gitmek zorunda bırakılan diğerleri gibi; Dilek İnce, Baki Koşar, Saim Kayhanmete, Yelda Yıldırım, Neşe Yalçın, Ahmet Yıldız ve adını sayamadığımız onlarcası, yüzlercesi gibi Ege de usulca ayrıldı bu dünyadan.
Öldürülmüş de olsalar, intihar etmiş de olsalar herşeyi yerli yerinde bırakıp gitmek zorunda kalan bu insanlar birer nefret cinayetinin kurbanları değil mi? Eşcinsel olmasalardı yazgıları böyle sonlanacak mıydı? Hepimiz biliyoruz ki hayır! İster intihar etmiş ister öldürülmüş olsunlar onları dipsiz kuyulara attıktan sonra gömleklerine bir geyiğin kanını sürüp "kurt kaptı" diyenlerin o kuyular kadar derin ve karanlık sevgisizliğiyle mücadele edebilmek, başkalarının o kuyularda bir başına kalmamasına çabalamak bizim elimizde. Eşcinseller için hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığını bildiğimiz bir ülkede şekli nasıl olursa olsun homofobi ve nefret varoldukça yarın o kuyuya itilen kişi olmayacağımız, yarın etrafımıza ateş duvarları örülmeyeceğini garantisini kim verebilir ki? (SC/BÇ)
* Salih Canova, [email protected], Kaos GL Dergisi Yayın Kurulu üyesi
** Bu yazıyı Kaos GL dergisinin çıkacak olan "Nefret" konulu mart-nisan sayısından kısaltarak alıntıladık.