"Dünya hayatı gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgarın savurduğu kuru bir çer çöpe döner". (Kehf Suresi - 45. Ayet)1
Mutlaka hatırlayacaksınızdır, 2009'un ilk gününde, Ankara Çankaya'da bir apartman dairesinde, yılbaşı eğlencesi sonrası doğalgaz zehirlenmesi sonucu ölen yedi gencecik insanın öyküsü günlerce gazete ve televizyonlarda yayımlanmıştı.
Ölen gençlerin hayat hikayeleri, sevgileri, sevgilileri, aileleri, okul arkadaşları, başarıları... Neredeyse hepsinin kısacık ömürlerine sığdırdıkları her şeyi öğrendik. Giden gitmişti, geride öyküsünü bırakarak. Ve kalanlar bu öykülerden devşirdikleri vicdan güzellemeleriyle birkaç hafta doğalgaz tesisatından sorumlu kurumlara öfke kusmuş, sonrasında da olan biten her şey gibi, bütün genç ölümler gibi unutup gitmişlerdi bu yedi genci. Malumunuz belleksizliğimiz ezeli ve ebedidir.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul'da 30'dan fazla kişinin ölümüne neden olan sel felaketi sonrasında, ölümün uğursuz rakamı yedi, bu defa, kapısız penceresiz bir panelvana sığıştırıldıkları için sele kapıldıklarında kurtulamayan işçi kadınların ölüm sayısı oldu2.
Yedi işçi kadın göz göre göre öldü. Peki doğalgazdan zehirlenen yedi genç insandan söz ettiğimizde, üzerinden dokuz ay geçmiş olmasına rağmen neredeyse yeniden gözlerinizin önünde canlanan o fotoğrafların ve isimlerin yanına henüz dün ölmüş yedi işçi kadını koyduğunuzda, kaç isim ve fotoğraf geldi gözünüzün önüne?
Hemen hemen hiç. Çünkü varolmanın, "varlıklı olmak"la anlamlandırıldığı bir yerkürede yoksulların öyküleri yoktur. Okulları yoktur yoksulların, arkadaşları yoktur, fotoğraf çekecek bir fotoğraf makineleri, elele tutuşacak bir sevgilileri yoktur, onların ölümünün hesabını sorabilecek "eğitimli" yakınları yoktur. Onlar bu dünyaya öykülerini yazmak için değil, alın yazılarına katlanmak için gelmişlerdir. Ve bir gün, penceresiz evlerinden çıkıp, penceresiz servis araçlarına bindirilerek, birçoğumuzun evinin penceresinden romantik bir İstanbul manzarası olarak izlediği yağmurun taşıdığı sularla, nereden geldiğini bile anlamadıkları bir ölümün kurbanları olduklarında, geriye sadece bir istatistiğe dönüşen sayıları kalır. Öyküsüz ölülerdir artık onlar, sadece ve sadece; yedi işçi kadındır işte...
Benzer olayların hemen tümünde olduğu gibi, burada da sorumlu ivedilikle bulundu; sorumsuz bir patron ve sorumsuz bir araç şoförü! Örneğin İsmet Berkan 10 Eylül tarihli Radikal'de "O minibüse bir daha bakın" başlıklı yazısını "İsterim ki o fabrikanın patronu da iyi baksın resme. Kendini hayal etsin o minibüsün içinde veya ailesini, çocuklarını" cümlesiyle bitirirken, ölümlerinin tüm yükünü sorumsuz bir patronla, araç sürücüsüne yüklüyordu.
Oysa İsmet Berkan da dahil olmak üzere, benzer ölümlerde (mesela her biri profesyonel birer cinayet olan Tuzla ölümlerinde) sorumluluğu "sorumsuz patronlara" yükleyerek vicdanını rahatlatmaya çalışan herkes, adı gibi biliyor ki bu ölümlerin, bu yedi kadının yok oluşunun nedeni sorumsuz patronları değil, yoksulluklarıydı. Bu kadınlar "sorumsuz bir patronları" olduğu için değil, bizzat "bir patronları olduğu için" öldüler.
Birçoğu Anadolu'dan (özellikle de savaşın sürdüğü bölgelerden) göç eden/ettirilen bu kadınlar penceresiz evlerinin patronlarının dayatmasıyla herhangi bir sosyal güvence gözetmeden, sadece o günkü yevmiyelerini kaybetmemek amacıyla o penceresiz servis aracına binerken sele kapılma ihtimallerinin olacağını biliyorlardı belki de.
Ama onlara bu ihtimal gözler önündeyken çalışma zorunluluğunu dayatan, koca bir hayatta öyküsüz bırakan yoksulluk çemberi, taşan bir dereye dönüşerek canlarını aldığında bile, yaşadıkları ülkenin muhalif kabul edilen bir gazetesinin genel yayın yönetmeni yoksulluğu değil sorumsuz patronlarını suçlayarak, onları ve yaşamak zorunda bırakıldıkları hayatı bir kez daha yok sayıyor, görmezden geliyordu...
Kimi yaşadıkları topraklarda süren savaştan, kimi yaşadıkları toprakların kendilerine bir türlü bereket bahşetmemesinden, kimi yaşayabileceği bir toprak bile bulamamaktan, açlıktan, soğuktan, hastalıktan kaçarak, kurtuluş ve hayat umudu vadeden büyük şehirlerin, ucuz emek piyasasına birer köle olarak düşen bu insanlar, yaşayabilmek için geldikleri şehirlerde yaşam umutlarının bedelini ölümleriyle öderken geriye solgun bir fotoğraf altına sıkıştırılmış, isimlerinden ve yaşlarından başka hiçbir bilgi içermeyen, birer not dışında hiçbir şey bırakamadılar.
Tıpkı Tuzla'da daha önce yok olan "1293 işçi" gibi, tıpkı birkaç ay önce Bursa'da bir fabrikada diri diri yanan "Beş kadın işçi " gibi, tıpkı Kemalpaşa'da gaz sızıntısı sonucu ölen "Üç işçi" gibi...
Tüm bunlar olup biterken aylardır suni bir gündemin baş maddesi olan Münevver Karabulut cinayetinin failinin ortaya çıkmasıyla, mahrem bir günlüğün yırtık sayfalarını bulmuşcasına coşkulanan medya, kenarlarından salyalar akan manşetlerle "Ölüm Pornografisi"4nin her gün yeni bir sayfasını neşrediyor ve bu pornografik fotoroman aracılığıyla bir yandan ölümün kaydadeğerliğinin bile katilin ya da failin varsıllığıyla belirlenebileceğini imlerken diğer yandan yoksulluğun yol açtığı hazin sonların failinin varsılların zalimliği olduğunu ispat etmeye çalışıyordu sanki...
Münevver'in öldürülmesinden bu yana geçen 200 gün içinde, hayatları Münevver kadar hazin bir sonla biten onlarca kadın ya da erkeğin ölümü kimseyi enterese edebilecek bir unsur olarak kabul edilmemesine rağmen Münevver'in öldürülmesinden sorumlu tutulan failin varsıllığı, kendilerini Münevver'in tarafında bulan milyonlarca yoksulun öfkesini yoksulluklarına değil de varsıllığa yönlendiriliyor, yoksulluğun sebep olduğu ölümlerin bir sistem problemi olmadığı, acımasız varsılların, sorumsuz patronların, şımarık zengin aile çocuklarının vahşiliği olduğuna ikna edilmeye çalışılıyordu herkes.
Yoksulların hayatı bir kez daha zenginlerin, zenginliğin insafına ve vicdanına terk ediliyor, yaşam hakkı bir kez daha "vicdan sahibi zenginlerin" iyikalpliliğine havale ediliyordu. Münevver yoksul dünyasından sıyrılma çabasının bedelini yaşamıyla öderken, C.G. zenginliğe yönelmiş öfkeyle dünyanın en azılı cinayet failine dönüşüyordu...
Yoksulların kaderinin zenginlerin insafına terk edildiği, sadakanın kurumsallaştırıldığı, emek sömürüsünün "onuruyla çalışmak" adı altında erdeme dönüştürülerek kutsandığı, bir evleri olmadığı için dere kenarına ev yapanların, üç kuruş için diri diri yananların "dikkatsizliklerinin bedelini ödediği", bir yevmiyeyi kaybetmemek uğruna ölüme giden kadınların "e canım onlar da ayakları ıslanmasın diye arabadan inmemiş" gibi vicdan ve kalp taşıyan kimse tarafından kurulmayacak cümlelerle uğurlandığı bir dünyada yağmur'un getirdiği bereketle boy verip yeşermek yerine rüzgarın savurduğu kuru birer çer çöpe dönen yoksullardı Özlem, Naciye, Bircan, Nebahat, Altun, Nuriye, Güldane... Ve Fikriye...
Ne ilktiler ne de o minibüsün resmine uzun uzun bakması; kendini, ailesini ya da çocuklarını o minibüsün içinde hayal etmesi gereken, sadece o kadınların patronu olduğu sürece son olacaklar. Çünkü yoksulluk, sebep olduğu korkunç ve hazin ölümler sonrasında birilerini katil ilan ederek vicdanlarımızı aklayabileceğimiz bir ağlama duvarı değil, hepimizi sağında solunda, kıyısında köşesinde, ortasında ya da kenarında kümelendiğimiz bir düzen aracılığıyla cinayete ortak kılan acımasız bir gerçekliktir. Vicdanın olmadığı yerde acımasızlığın hüküm süreceğini bilen herkes de masum olmadığını bilmelidir!
Ve çünkü; yedi ölüler bir daha uyanmamacasına öyküsüz ölürler... (SC/EZÖ)
[1] Kehf Suresi Kuran'da, Hristiyanlığın Yedi Uyurlar Efsanesi olarak bilinen efsanesini anlatır.
[2] Bu yazı yazılmaya başlandığı zaman 7 olan ölü sayısı, hastaneye kaldırılan yaralılardan birinin daha yaşamının son bulmasıyla maalesef 8'e yükseldi.
[3] 14 Ağustos'ta yaşamını yitiren İrfan Uçkur isimli işçi 129. kurbandı...
[4] Nurdan Gürbilek, 80'lerin ilk yarısında gazetelerin 3. sayfalarında yer alan cinayet haberlerinde kullanılan görsellerde yer alan parçalanmış, yaralı, kanlı bedenler aracılığıyla, okurun cinayet gibi "mahrem" bir alana sokulduğunu belirterek bu durumu "ölüm pornografisi" olarak tanımlar.