Yeni kültürle, dille karşılaşma farklı tepkilerin gelişimine sebep olabiliyor. İnsanların anlayışları, düşünceleri, geçmiş yaşantıları ve deneyimleri bu tepkinin yönünü ve düzeyini belirliyor. Bu durumu gözlemlemek için neredeyse en uygun alan göç olayıdır.
Yıllar boyunca sürgünde yaşayan yazar Mehmed Uzun bu ilişkiyle ilgili “hepimizi etkileyen bir evrensellik ve dünya insanı olma duygusu çoğu zaman farklı dil ve kültürlerin karşılaştığı yerlerde mümkündür” belirlemesini yapar.
Yazar kendi sürgün deneyiminden hareketle şunu ekliyor: “Benim, insanlarımın ve sorunlarımın bir merkez olmadığını, benim dışımda da kocaman bir dünyanın var olduğunu gördüm. Diğer insanların da en az benim kadar değerli olduklarını öğrendim. Hayretle bir Arap, Letonyalı, Çek, Uruguaylı, Çinli, Kongolu ile aynı duyguları hissettiğimi gördüm.”
Türkiye’deki mültecilerin, sığınmacıların durumuna bakarak bir değerlendirme yapacak olursak Uzun’un vurguladığı evrensellikten ve dünya insanı olma duygusundan uzakta olduğumuzu belirtmek yanlış değil.
Ama eğer yaşanan gelişmelere sadece olumsuz tarafından bakılmayacaksa, o evrensel insani duygu ve sorumluluğa bir nebze de olsa işaret edilebilir. Bu elbette yaşanan onca olumsuzluğu görmezden gelme anlamında değerlendirilmemeli.
Ayrılmanın yarattığı mahrumiyet duygusu
Sadece yaşanan onca yanlışa, haksızlığa, önyargı gibi temelsiz bir yapıya dayanan tutumlara karşın olumlu, insani duygu, dayanışma ve sorumluluk temelinde ilişkilerin de var olabildiğini göstermesi açısından değer taşıyor.
Mültecilerle çalışmam esnasında onların bazı komiserlerin, polis memurlarının, BMMYK çalışanlarının, hastane, vakıf, sivil toplum örgütü çalışanlarının onlarla çalışamayacak olmalarına (çalışanların görev yerlerinin değişmesinden veya sığınmacıların ikamet yerlerinin değiştirilmesinden dolayı) çok üzüldüklerini ve bu durumun onlarda, onları anlayan insanlardan mahrum kalma duygusuna sebep olduğuna şahit oldum.
Bu duruma diğer bir açıdan baktığımızda manzara sevindirici olmaktan çok ürkütücü. Mültecilerin yaşadığı bu duygu kendilerini anlayan, anlamaya çalışan, dinleyen, yargılamayan insanların azlığından kaynaklandığını, buna karşın önyargılarıyla onlara karşı acımasız, haksız tutum geliştiren kalabalığın tepkilerinden korkmalarına bağlamak gerek.
Herkes göçten geçiyor
Biraz yakından baktığımızda göç olgusu hiçbirimizin yabancısı olduğu bir konu değil. Öğretmen, öğrenci, memur, işçi neredeyse herkes bu süreçten geçiyor. En basitinden bir şehirden diğerine gitme, uzun bir süre yerleşik olduğu yerden uzaklaşma, geçici süreliğine de olsa, bir zorunluluktan ötürü olmasa da göç hareketidir.
Böylesi bir göçün etkisi bilinmeyen bir şehre gidilmesi, gidilen yerde tanıdığı insanların olmaması, orada farklı bir dilin ve kültürün olması durumunda daha iyi gözlemlenebilir.
Bilmediğimiz, tanımadığımız, farklı dil ve kültürün hakim olduğu, evimizin olmadığı bir yerde kendimizi nasıl hissederiz? Herhalde öncelikle barınmak için bir yer bulmaya çalışırız. Sonra acemi biri gibi şehri, kültürü ve insanları tanımaya çalışırız. Ama bu tanıma ve alışma çabası kelimelerin dilden dökülmesi gibi kolayca gerçekleşen bir durum değil.
Bu süreç bir sıkıntı, stres, kaygı kaynağıdır. Stres, kaygı şehre biraz aşina olduktan sonra yerini alışmaya ve sevmeye terk edebilir. Bu durumda olumlu bir ilişkinin geliştirilmesinden bahsedebiliriz. Gittiğiniz yerdeki insanların sizi kabullenmesi, size kolaylık göstermesiyle yakından ilişkili bir durumdur bu. Aksi bir durum, sıkıntılı bir süreci ekonomik ve sosyal varlığınız, gücünüz doğrultusunda yaşamanız anlamına gelir.
Aynı durumu bir mülteci için düşündüğümüzde durum daha sıkıntılıdır. Az önce bahsettiğim göç hareketinde gerçekleştirilecek insani duygunun, dayanışmanın değeri yadsınamaz.
Ama bir dünya insanı olma duygusunun ve sorumluluğunun mülteciye gösterilecek hoşgörüyle yakından ilişkisi vardır. Farklı dili, kültürü, olan, belirli bir amaç gayesinde değil, hayatını kurtarmak için zorunlu bir temelde göç etmiş ve neredeyse sırf ülkesinden ayrılmak zorunda kalmasından ötürü en büyük cezayı çeken bir kişiye gösterilebilecek hoşgörü, dayanışma herhangi bir çıkar temelinde olmadığında, daha insani ve yazarın belirttiği gibi dünya insanı olma duygusu ve sorumluluğuyla bağdaşıktır.
Bu anlamda bir polisle mülteci arasındaki ilişkinin yasalarda belirtilen hak ve sorumluluk çerçevesinde gelişmesi, hatta bunun ötesine geçerek insani duygu ve karşısındaki anlama çabasıyla yoğrulması çok değerlidir.
İnsanların farklılıklardan anlayacakları çok şey var. Kendinden farklı olanla yüzleşebilme, tanışma ve onu anlama çabası insana çok şey katar. Bir mültecinin bir komiseri, polisi, kendisini anlayan, ona saygı gösteren kişi olarak değerlendirmesi ve mültecinin o polisin, komiserin yokluğunda eksiklik hissetmesi bu güzel ilişkiye örnek niteliğindedir. Isparta’da katıldığım bir toplantıda polis memurlarının yıllardır sorunları çözülmeyen İranlı Kürt mültecilerle ilgili üzüntü duyduklarını belirtmeleri ve sığınmacılara kolaylık gösterme çabalarını, heyecanlarını belirtmeleri benim için etkileyici bir deneyim oldu. (SA/TK)