Gördün mü Aleksandros (Alexandros Grigoropoulos), hayat nasıl da devam ediyor tam da bittiğini sanırken? Nasıl da ardı arkasına ipe diziliyor gencecik ömrünün öfkesini adadığın karanlıklar.
Hayat, Aleksandros, hayat tam da hayat gibi karşımızda dikiliyor uzunca bir zamandan sonra. Hayat, kendisini katleden failinin yüzüne nasıl da vuruyor rezilliğini. Nasıl çıkarıyor acısını onca sinmiş ve sus pus kesilmiş anların. Kaçıp merdiven altlarına saklanan, atılan gaz bombalarının üzerine giderken nefesi gırtlağında tıkanıp kalan; şakağından, göğsünden, ama sen de bilirsin ki en çok sırtından vurulan çocuklarının çığlığını, nasıl devasa bir seste toplayarak çıkıyor meydana hayat, baksana.
Duydun mu Aleksandros, onca zaman sözü edilmeyen her şey yeniden, en başından sorgulanır oldu şimdi. Katledilen bütün yaşıtların çıkarıldı mezarlarından. En son sana isabet eden o kurşunla herkes, her millet, yani aslında dünyanın tek milleti olan insanlık, kendi yitirdiklerinin hesabını da sormaya ayaklandı. Ve bu hesabın oldukça kabarık olduğu işte o zaman anlaşıldı. Çünkü yeryüzünün her köşesinde vurulup düşen gencecik bedenler, aslında hepimizin birer parçasıydı. Tümüyle yabancı sandıklarımızın genleri, bizim genlerimizde karılmıştı. İşte o zaman sırrını bir kere daha fısıldadı kulaklarımıza hayat, senin düştüğün yerden yükselip, gökyüzünü ele geçiren kocaman çığlığıyla; bu kez duymamız umuduyla, bu kez gerçekten duymamız ve ayaklanmamız umuduyla fısıldadı: Üveylik diye bir şey yok! Hiçbir zaman olmadı.
İnanma Aleksandros, sakın yenildiğine, kaybettiğine, ebediyen kaybolduğuna ikna etmesin seni düştüğün boşluk. Başını doğrultup baktığında, kısacık ömrünün kattığı renkten türettiği yeni renklerini göreceksin dünyanın. Zamanın, yaşadıkça öğrendiğin kadar acımasız, evet, ama bir o kadar da merhametli olduğunu fark edeceksin. Zaman, en çok o taşıyacak çünkü geleceğe, hevesi kursağında ölen çocuklarının düşlerini. Bizler yalnızca, ondan öğrendiklerimizi tekrar edeceğiz bu amansız seyrimizde.
Biz, Aleksandros, biz senin dünyada tesadüfen kalmayı başarmış kardeşlerin, daha 16 yaşında seni bu denli öfkelendiren neyse, işte onun yakasından tutacağız gücümüz ve soluğumuz yettiğince. Biz seni burada tutacağız Aleksandros. Siluetin gökyüzünden göz kırparken bizlere, biz seni inatla yeryüzünde tutacağız. Biz senin düşlerini, kimseye bırakmayacağız.
Sakın bırakma olur mu? Hayatın, seni hala sımsıkı tuttuğu gibi tut sen de toy omuzlarında taşıdığın cesaretini, aynı yerinde. Yüreğini, vicdanı kin kirine bulanmışların gölgelerinden koru.
Onlar, Aleksandros, onların ne kadar hiç olduklarını bilemezsin. Onlar, yani seni düşürdüklerini sananlar, nasıl da silikler şu koskoca yeryüzünde. Nasıl yoklar, bilemezsin. Bu dünyanın zavallı hayaletleri olarak yaşadıklarına inanarak “yaşayacaklar” kendilerine, kendi yarattıkları tanrılarının biçtiği kadarını… Ya ondan sonrası? Ondan sonrası yok Aleksandros.
Senin, alnının teriyle hak ettiğin bu hayat, onlara asla bahşetmeyecek sana bahşettiğini. Buna inan, 16 yıllık ömründe inandığın bütün gerçekleşmesi imkansız gerçekler gibi inan buna.
Şimdi uyu Aleksandros, ama bir daha uyanmayacağına inanma olur mu?
Çünkü biz, yeni rüyalarını anlatmanı sabırsızlıkla bekliyor olacağız.
Biz, yani şimdilik hala burada olan, öz be öz kardeşlerin… (ED/BÇ)