95 Newroz’u baharı getirmemiş, aksine bir baharbozan kasırgası koparmış, güneşi ertelemiş, soluğu pıhtısız bir sürgüne çıkarmıştı.
Ona da "ıztırari muhaceret" diyelim şimdilik. En azından vicdan uyanıncaya kadar. Zorunlu göç! Ucu ve oluru memleket sathından verilmiş ebedî istikamet; zifirî, gayrimuayyen bir ikâmet.
(İşaretle!)
95 Newroz’unda bir çocuk, 95 Newroz’unda bir adam; aynı yerden, aynı bedenden alındılar birlikte.
Diyorlar ki, ‘komutan’dır. Yalan! Turgut Uyar yine sevsin apoletsiz omuzlarını da öyle güzel gülemedi, gülemez hiçbir ‘komutan’. Esasen kardeşindir, tanımazsın. Bırakmazlar sana kendi kardeşini, anlamazsın.
Baharbozan Newroz bile yokken henüz ortalıkta, çift dikişli kırımdan bir gün sonra “İşte provokatörler” diye boy boy fotoğraflarla çıktı, dün sürgün edildiğin memleketinin gazeteleri. İçlerinde sen de vardın, gördük seni. Gördük, tanımadık.
O gün yer değiştirdi kalbimiz. Kulağımıza fısıldanan isimleri duyamadık. Kardeşindik, tanımazsın! Biz ki bütün dostları kemiklerinden tanıdık.
“Katletmek” fiilinin altını çift çizgiyle en güzel devlet çizermiş.* Çift çizgi. Kalınlaştırılmış, katmerlenmiş kara tarih, derinleştirilen kanlı darbe. 12 Mart –ki hafızanın hâlâ usul usul, uzun uzun kanadığıdır- 95’e de düşürdü kem yüzlü zalimin gölgesini. Gazi Mahallesi’nde 18 canı söküp aldılar etimizden. Etindi senin. Kardeşin. Tanımazsın!
(Sen yine de evvela 18’i işaretle!)
Ve doymadı yine de. Pusuya yattı hain. İzini sürdü bir adamın yüzünde bir çocuk gülümsemesinin. İstanbul’un Aksaray’ından alındı bir adam, bir çocuk. Aynı yerden, aynı bedenden. 25 Mart 95 diyordu takvim. Sen de öyle de!
(İşaretle!)
Galatasaray Meydanı ilk kez o tarihten bir ay sonra doldu. Ahbaplar gelip oturdular gadrin orta yerine. Uzun uzun konuştular bir Cumartesiyi.** Sürgünü kadar uzun, yitirdiklerinin…
Hasan Ocak’ın gözaltına alını, ‘ayakkabı bağı’ ya da ‘kablo’ olduğu düşünülen bir cisimle boğulan gülüşüne ilk hıçkırıklı çentiği o hafta attı anneler. Senin de annendiler, tanımazsın!
Yitmiş sesiyle o meydana lisan veren, har veren Hasan Ocak’ın ağabeyi Hüseyin Ocak, geçtiğimiz Cumartesi günü elinde kardeşinin fotoğrafıyla o meydandaydı işte. “Kemiğim etim kapı önlerinde / Can kayıp can kayıp” der gibi oradaydı. Anneleriyle; yeni, taze kardeşleriyle oradaydı. Senin de annen olan anneleri ve senin de kardeşin olan kardeşleriyle…
(İşaretle!)
“Normal” dedi, Hüseyin Ocak. Dilinden dökülüp de aklıma yer eden o oldu bir tek. Sonrasını duydum mu, bilmiyorum. Dinledim mi, bilmiyorum. “Normal” dediğini biliyorum.
“Mutki’de 18 kişinin (18 mi? Bir daha işaretle!) kemikleri çıktı Jandarma bölgesindeki toprağın altından. Bize göre o kadar normal ki bu sayı. Yıllardır kaybettiklerimizin sayısını hatırımızda tutamadık.”
Tutamadık… Uzun uzun işaretle!
Mutki’ye gömülmüş bedenlerin, artık yalnız kemikleri kalmış o bedenlerin hâlâ anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri, dostları, yarenleri, yoldaşları var desem, inanmazsın.
Sen kemiğe eş, sen kemiğe dost olanları tanımazsın.
Onlar önümüzdeki Cumartesi günü Galatasaray’da olacaklar. Mutki’den gelip, kemiklerinin akıbetini bir daha soracaklar… Ve sen bu hafta gelirsen eğer, hepsini ilk bakışta tanıyacaksın. İnan olsun, tanıyacaksın!
(ED/EMK)
*Hasan Ali Toptaş’ın, “Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizermiş” cümlesinden ilhamla…
**Edip Cansever’in, “uzun uzun konuştuk bir pazartesiyi” dizesinden ilhamla…