15 yaşında bir gencin polis tarafından vurularak öldürüldüğü Cumartesi gecesinden itibaren Yunanistan’ın irili ufaklı hemen bütün şehirleri bir “sosyal patlamaya” tanıklık ediyor. Gösteriler düzenleniyor, yürüyüşler yapılıyor ve bunların çoğu polisle girilen bir çatışmayla sonuçlanıyor.
Resmi binalara, bankalara, McDonalds, Starbucks, Zara, Vodafone gibi uluslararası zincir mağazalarına saldırılar oluyor.
Yerli, yabancı basın yayın organları açığa çıkan tepkinin şiddet ve yoğunluğu karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor ve çareyi olur olmadık açıklayıcı şemaları tedavüle sürmekte görüyor.
Mesela BBC muhabiri, “böylesi bir öfke patlamasının nedeni ne?” gibi bir soruya karşılık olarak Yunanlıların ölümsüz “direniş ruhu”ndan bahsediyor.
Karamanlis hükümeti ise günah keçisini çoktan buldu.
Atina ve Selanik’ten başlayıp ülkenin hemen bütün kentlerini etkileyen olayları 300-500 anarşiste, “maskeli yağmacıya”, “demokrasi düşmanlarına” yüklemeye çalışıyor.
Böylece hem son olayda açığa çıkan ve son yıllarda giderek artan polis şiddeti meselesini unutturmaya çalışıyor hem de ülkede düzeni garanti edebilecek güvenilir tek güç olarak ortaya çıkmak istiyor.
Hükümetin kendisine karşı yönelen öfkeden sıyrılmak, tepkilerin boyutlarını küçük göstermek için elinden geleni yapmasında şaşırtıcı bir şey yok elbette.
Şaşırtıcı olan, yerli-yabancı birçok aklıevvelin de “300 psikopat Atina’yı yaktı” şeklinde özetlenebilecek fantastik senaryoyu içtenlikle benimseyip müdafaa etmesi.
Evet, ne Yunanlıların ölümsüz direniş ruhu ne de 300-500 “maskeli” gösterici söz konusu olan.
Bir kuşağın, öfkeli ve cesur bir yeni kuşağın radikalizmiyle karşı karşıyayız.
15-16 yaşlarında yüzlerce, binlerce genç polisle çatışıyor, barikatlar kuruyordu bugün.
Bu gençlerin örgütlü solla, anarşistlerle bağları oldukça esnek.
Birçoğu belki de hayatlarında ilk defa gösterilere katılıyor, dahası polise taş ya da Atina sokaklarında bol bulunan turunç atıyor.
Polisi adeta bir işgal ordusu gibi görüyor ve öfkelerini ATM’lere, bankalara saldırarak çıkartıyorlar.
Kimileri (bilhassa “eski” solcu kanaat önderleri), bu gençleri bir ideolojiye sahip olmamakla ve kör şiddete teslim olmakla suçluyor.
Bu aklıevveller bu gençleri kendi meşreplerince “apolitik şiddet tutkunları” olarak resmetme telaşı içindeler.
Oysa gençler gayet politikler, karşı tarafı da çok iyi tanıyorlar.
Kör şiddet uyguladıkları da açık bir yalan. Gerçeklikle ilişkileri ancak televizyon aracılığıyla kurulabilen insanlar dün Atina’nın bombardımana uğramış olduğunu tasavvur edebilir belki.
Çünkü siyasal ve toplumsal şiddeti neden ve sonuçlarından soyup çıplak bir holiganizm boyutuna indirgeyip abartarak servis etmekte ana akım medyanın üstüne yok.
Üç gündür medyanın büyük bölümü, “korkuyu” allayıp pullayıp pazarlıyor.
Gerçekte zarar verilen binaların çoğunun büyük iktisadi işletmelere ve bankalara ait olması, çok “bilinçli” bir şiddetin varlığına işaret ediyor ve bu konuda daha serinkanlı yorum yapmanın gerekliliğini ortaya koyuyor.
Aslında büyük gazete yazarlarının ve haber müdürlerinin, kendilerini yanan bankalarla özdeşleştirmeleri, büyük marka mağazalarının sahipleriymiçesine feryat etmeleri saldırıların ve eylemlerin gerçek niteliklerini gayet iyi anladıklarının en büyük delili.
Yunanistan aslında son yıllarda toplumsal hareketlerin oldukça canlı olduğu bir ülke. Özellikle eğitimin ticarileştirilmesine ve sosyal güvenliğin piyasalaştırılmasına dönük “reformlar” ciddi bir tepkiyle karşılandı, karşılanıyor.
Bundan daha bir buçuk yıl önce, özel üniversitelerin kurulmasına olanak veren anayasa değişikliği, üniversite öğrencilerinin kitlesel hareketine çarpıp yerle yeksan olmuştu.
Üstelik ülkede sosyal demokrasinin (artık “sosyal liberallerin” demek belki daha doğru), yani PASOK’un solunun (radikal solun) bugün seçim olsa yüzde 15 ile 20 gibi çok ciddi bir oy oranına sahip olduğunu da aklımızın bir köşesinde tutmakta yarar var.
Yani bu yeni genç kuşağın radikalizmi sıfırdan başlamıyor ya da bir tesadüfün eseri değil.
Alexandros Grigoropoulos adlı gencin sudan bir sebeple bir polis tarafından öldürülmesi, bardağı taşıran bir damlaydı.
Son yıllarda özellikle göçmenlere ve öğrencilere dönük polis şiddetinde ciddi bir artış vardı. Hükümetin sırtını sıvazlayıp kolladığı, Olimpiyatlar vesilesiyle modernize ettiği polis teşkilatında coplar daha hızlı inip kalkmaya, eller kemerdeki tabancaya daha rahat inmeye başlamıştı.
Ancak “patlama” sadece kolluk kuvvetlerine karşı değil. Karamanlis önderliğindeki Yeni Demokrasi hükümetinin neoliberal itikada olan sorgusuz sualsiz imanı (yeminli neoliberallerin “acaba hata mı ettik” diyebildiği uluslararası kriz ortamında bile ülkenin limanları özelleştirilip Çin firmalarına satılıyordu) ve son dönemde hemen her gün bir yenisi patlak veren skandallar bardağı taşma noktasına getirmişti zaten.
İşin garibi, hükümeti istifaya çağıran PASOK’un özelleştirme ve “terörizme karşı savaş” (!) konusunda hükümetin birçok politikasının başlatıcısı, hatta esinleyicisi olması.
Aleksis’i öldüren polisin bağlı olduğu birimi kuran da geçen PASOK hükümetiydi.
Hal böyleyken PASOK lideri Papandreu’nun hükümetin düşmesi ve kendisinin başbakanlık konutuna yerleşmesi için göstericileri “sağduyuya” çağırmasını yorumlamaya gerek dahi yok. Hasılı yıpranan sadece mevcut hükümet değil, cuntanın sona erdiği yıllardan bugüne iki partinin (PASOK-Yeni Demokrasi) hakimiyetine dayanan siyasal sistem özellikle genç kuşak nezdinde büyük bir itibar yitimine uğramış durumda.
İşin komiği ise sözde “tehdit altında olan” demokrasiye ilişkin atılan nutuklar.
Aslında demokrasiden ancak sermayenin hareket serbestini anlayanlar açısından haklı bir yorum bu.
Bu anlamda, evet “demokrasi” tehdit altında. Ancak bir başka açıdan, tam da gerçek ya da klasik manada (madem konumuz Yunanistan “antik” anlamda) demokrasi yolunda büyük bir adım atılıyor belki de.
Zira Yunan cumhurbaşkanının iddiasının aksine demokrasi kanunlara saygıda ısrar etmek değil, kanunları özgürlük yolunda zorla genişletmektir. (FB-YDÇ/EZÖ)