Sen bir bilgelik kitabısın, ilk bunu diyeceğim. Sen de de! Sokaklar sır hamalı, odalar keza. Otellerden otellere, telgrafın tellerine konan bir kuzgun, kanadını alevlerden kaçıran. Perdeler tütün karası, kırk ampüllük bir ışık ki kırk ampüllük bin ışıkla aynı ‘aydınlık‘. Ama illâ bir masa pencere kenarında, illâ bir mürekkep demi, illâ bir sazın teli.
Perdeler tütün karası, sabunlar yarım, insan ekşisi çarşafların üzerinde pırıl pırıl bir şiir atlası. Bir lûgat olabilir misin, kendini tanımlayan? Bir kurşun kalem misin yoksa, kavını bağrında taşıyan? Yolunu yordamını ararken kavağın gölgesinde, bir meşe oduyla cehenneme çevrilen dünyanın demine devranına ağlayan? Bir bilgelik ağıdısın sen, gök kubbeyi dağlayan:
Biri mutlaka vardır
Zonguldak’ta, Sivas’ta,
Yakında ya da uzakta,
Binlerce baca arasında
Dumanı lekesiz biri.
Ama ben anlaşılan
Biraz karıştırıyorum kendimi.
Nasıl büyür o küçücük oteller, rüyalar kâbusa döndüğünde ve nasıl da küçülür koca bir ömür, gözüne hiç gibi göründüğünde. Macunu gevşek, ahşabı titrek bir pencere. Sokaklar sır hamalı, odalar keza. Kaç zemheriden aşırıp kolladığımız çocukluğumuzla girdik en sıcak yaza. Bir merdiven ki sonsuzluğa uzanır. Bir merdiven ki zulümden her basamağı. Kaçıncı otel kim bilir, basamaklarında kendini sürüklediğin? Konakladığın kaçıncı oda, ‘bir acıya kiracı’? Kaçıncı merdiven? Son merdiven bu! Son merdiven! Son! İnsan her basamakta yine kendine çıkar. Boğulurken durursun bir nefes: "Kalanlar, gidenler için şiirler yazar."
Şiirin kaldı. Ardından çok söylendi, çok yazıldı. Ama şiirin bir kül değil, bir köz olarak kaldı arkanda. Dumanı ufak ufak tütüyor hâlâ. Damarların tutuşmuş da öyle yazmışsın gibi. Kitabın her sayfası, her satırı bam teli. Senin atlasın mı şiirin, kalanların diyeti mi? Ben o sayfalara düştüğümden beri susmadı içimin iniltisi. Ah Altıok Metin, her bilgeliğin bunca ağır mı olmalıydı bedeli?
Ey otel; ülkemin ta kendisisin sen benim!
Bazen seni küçültmek için otellere giderim.
Bilgelik kitabında tam on iki kez geçiyor ‘yangın’ kelimesi... Daha acemice yaşayıp da eceliyle ölmüş rastgele bir şair seçsek, bundan daha fazla ‘yangın’ bulunabilir elbet, iş değil. Ama zaten senin şiirinin alâmet-i farikası da yalnız bu değil: Yanıyorsun sen. Yanıyorsun. Enikonu. Şiirin, imgen, ömrün yanıyor. Diyalektiğe bunca düşmüşe metafizik kâr etmiyor ama insan sormadan da edemiyor: Hikâyenin sonuna bunca gönderme nasıl? Cellâdı bunca anmak neden? Niye bunca yanmak cayır cayır, daha yakılıp yanmadan?
Yüreğime benzin döküp kibrit çakan
Ey usta kundakçım iz bırakmayan
Kav, kor, köz, alaz, alev, ateş, yangın, kül... İnsanın elinde tutuşuyor sayfalar. Nereden artırdın bunca alevi, nereden taşırdın kim bilir? Koca bir okyanusu adımlayarak arşınlayacak ruhun denize akıtacağı nehrin yollarını bile tıkayan kem karanlık. Ülke. Bu ülke. Öyle. Sonra küçük sancılardan koca bozgunlara daldık. Ve bir ömrün inlediği odalarda bin ömür kundaklandı. Kırk yobazlık bir tuzak ki kırk yobazlık bin tuzakla aynı karanlık. Düello değil, pusuymuş ya bu toprağın yazgısı, kin kirinden söndü şiir atlası...
Heybesinde yılan
İşaretleri,
Baldıran zehiri
Yüzüğünün içinde
Ve yanında
Kav taşıyan ben
Tekinsizim size göre
İbret için
Yakılması gereken.
Köz kaldı. Kül değil, köz kalırmış çünkü böyle iklimi sise boğulmuş ülkelerde. Tüter dururmuş sonra. Yanmak, kavrulmak hak getire tütmek denen mefhumun yanında. Nasıl ülke bu böyle? Bu nasıl memleket, bu nasıl tanık? Yakan belli ama yanan sanık. Bu nasıl şiir Altıok Metin, bu nasıl ağıt?
Bize senden kalan da bu artık, söyleyeceğiz uzun uzun susarak:
Yaşamak görevdir yangın yerinde
Yaşamak insan kalarak
(ED/HA)