1. Dil ve Evrim
Modern insan Homo sapiens sapiens büyük bir ihtimalle 100 bin yıl önce Doğu Afrika'da ortaya çıktı. Homo sapiens kendisine benzeyen kendisinden önceki türlere göre daha da gelişmiş bir türdür. Onlar gibi alet edevat yapan, hatta belki de bu zaman sürecinde konuşma yetisine sahip bir tür olarak ortaya çıktı.
Kendisinden önceki türler, homo erectus Java'ya, homo neandertalensis de Avrupa'ya kadar gelmişti. Bundan 100 bin yıl kadar önce, bu evrim süreci iÇinde ciddi bir gerilimin yaşandığını söylemek mümkün, ama bu gerilime neden olan sebeplerin tam ne olduğunu bugün hala bilmek mümkün değil. Bu gerilim dil/lisan ile ilgili olabilir. Belki de dildeki kategorilerin gelişmesiyle alakalı olabilir.
Tek seslilerin gelişmesi ve dolayısıyla benzer seslerden oluşan kelimelerin gelişmesi (toprak, topak, çorak, çapak örneğinde olduğu gibi) dildeki kelime ve gramerin hızlı bir sıçrayışla gelişmesine önayak oldu. Kelimelerin farklılığa ve çokluğa uğraması, cümle kurmanın iç yapısına şüphesiz önemli yenilikler getirerek, (Edat, fiil, bağlaç vs) insanların iletişimdeki ifade etme gücünü geliştirdi.
İnsan olmanın gizemi, dillerin ortaya çıkmasının gizemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Dillerin ortaya çıkışını anlamamıza yardım eden her şey, aynı zamanda insan olma sürecini algılamamıza da yardım eder. Bugün ki modern insanın bazı grupları zamanla Güney Asya kıyılarına yerleştiler.
Bundan 70 bin yıl önce Çin'e, 50 bin yıl önce de Avustralya'ya vardılar. Hatta tahminlere göre aynı dönemlerde Amerika ve Avrupa önlerine kadar dayandılar. Homo sapiens Asya'ya da Homo erectus ile Avrupa ve Ön Asya'da da Homo neanderthalensis ile birlikte uzun süre birlikte yaşadı. Homo sapiens bu yakın akrabalarına göre büyük ihtimalle dil ve kültür açısından daha üstündü.
Birbirinden ayrılan insan grupları, ki en küçük grubun 100 en büyüğün ise 500 kişiden oluştuğunu tahmin edilmektedir, kendilerine ait dil ve kültürü geliştirmeye devam ettiler. İnsan dilinin gelişmesiyle, yani yazılı dokümanlarla ilgili elde bulunan en eski veriler ancak 6 bin yıl öncesine, diğerleri daha yakın tarihlere ait bulunmaktadır. Günümüzde bilim insanları ve araştırmacılar insan dil tarihçesinin ancak yüzde 10 unun çözüldüğünü söylemektedirler.
Günümüzde 40 kadar dil grubu bulunmaktadır. Bunlardan Hint- Avrupa, Altay, Austrornes gibi dil grupları büyük dil gruplarıdır ki, bu dil grupları çok sonra oluşan dil gruplarıdır. Araştırmacılara göre, tahminen günümüzden 10 bin yıl öce 6 milyon insan yaşıyordu, ama buna karşılık 3 bin farklı dil vardı. Günümüzde 5 milyar insana karşılık, 6 bin dil var. Kısaca 10 bin yıl önce 2 bin kişiye bir dil düşerken günümüzde 6 milyona bir dil düşmektedir. Geleceğe yönelik yapılan hesaplara göre, 100 yıl sonra 12 milyar insan yaşayacak, ama sadece 600 kadar dil geriye kalacak!
10 bin yıl önce dünyanın değişik bölgelerinde birbirinden bağımsız şekilde yaşayan insan kümeleri, bir çok teknik gelişme ve tarım çeşitliliğini keşfettiler. Buğday ve arpayı Mezopotamya'da, pirinç ve darıyı Güneydoğu Asya'da, şeker kamışını Yeni Gine'de, yam köklerini Afrika'da, mısır ve fasulyeyi Orta Amerika'da, manyoku Güney Amerika'da evcilleştirdiler.
Bu kültürel devrimler, yeni beslenme olanakları yaratığından nüfusun artışında da bir patlamaya neden oldu. Bu nüfus artışı da büyük kültürlerin ortaya çıkmasına yol açtı. (belki Yeni Gine ve Afrika dışında). Bu gelişmeler yönetim ve sayımı kolaylaştırmak açsından rakam ve daha sonrada yazıyı öngören icatlara olanak verdi. Bu büyük kültürel devrimlerin bir çok yeni buluşlara ve tarihsel toplu göçlere neden olduğunu biliyoruz.
Bu tarihsel dönem tabi aynı zamanda, dünyanın kültür ve dil haritasının da dramatik olarak değişimine yol açtı. Bu süreç bugün adını dahi bilmediğimiz bir dizi dilin kaybolup gitmesine yol açtı. Buna karşılık yine de büyük insan gruplarının birbirinden kopmasından, farklı mekanlarda, farklı karşılaşmalarından ve farklı grupların aralarındaki iletişiminden dolayı, çok sayıda yeni diller ortaya çıktı.
2. Büyük ve küçük diller
Günümüzde durum dramatik bir şekilde değişmektedir. Bir çok dil öyle bir hızla ölmektedir ki, insanlık tarihinin hiç bir döneminde böylesi bir duruma rastlanmadığını söylemek mümkün. En iyimser tahminlere göre 100 yıl sonra şu anda var olan dillerin sadece üçte biri geriye kalacak. Hatta bazı kötümser araştırmacılara göre, yaşayan bu dillerin sadece yüzde 10'u yaşayabilecek. Şu anda var olan dillerin yüzde 20 si neredeyse tamamen ölü durumdalar. Bu dilleri konuşan insan sayısı 5 ila 20 kişi arasında değişmektedir. Yine şu anda konuşulan dillerin diğer yüzde 20 si de, ölmeye mahkum diller kategorisindedir. Çünkü yeni kuşaklar ve çocuklar artık bu dilleri konuşmuyor veya öğrenmiyorlar. Yine günümüzdeki konuşulan dillerin diğer yüzde 50'si de, az konuşuluyor olmasından dolayı, ileriye doğru yok olma tehdidi ile karşı karşıyadır.
Bu dillerin yok olma tehdidinin asıl motorunu şüphesiz, ekonomik ve siyasal globalizmin yanı sıra; medya, TV ve film endüstrileri oluşturmaktadır. Bir diğer neden de, şüphesiz savaş, milliyetçilik ve çok bildiğimiz yasaklardır. Maalesef bu konuda da sosyal Darvinizm, yani güçlü olan kazanmaktadır. Dünya dil haritasına bakıldığında bunu saptamak mümkündür; insanların sadece bazı dillere yönelmeleri dillerin eşitsiz bir şekilde kıtalar ve devletler üzerinde dağılmasına neden olmuştur.
Bazı az sayıdaki dilin çok fazla konuşanına karşılık, bir çok sayıdaki dilin çok az sayıda konuşanı var! Günümüzdeki dillerin yüzde 2 sinin 7 milyon konuşanı varken, yüzde 90'ının sadece 5 bin konuşanı var!
Dünyanın 10 büyük dilini ele alırsak Çince'nin mandarin denilen lehçesi en çok konuşulan dil, 900 milyon, bu dünya nüfusunun yüzde 15'ini oluşturur. Çince'yi bir çok Hint- Avrupa dilleri izlemekte. İspanyolca 330 milyon, İngilizce 320 milyon, Bengalce 190, Hintçe 180, Portekizce 170, Rusça 170 ve bunların dışında Japonca 125 milyon insan tarafından konuşulmaktadır. Bir kaç farklı örnek daha vermek gerekirse; Almanca 98, Wu Çince'si 77 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Dünyanın bu en büyük 10 dilini konuşanlar dünya nüfusunun yüzde 42,5 oluşturmaktadır.
En tepede 2 milyar 300 milyonla tüm alt gruplarıyla Hint-Avrupa dil grubu bulunuyor. Bunu Çin dilleri 1,2 milyarla takip etmektedir. En çok konuşulan 100 dil içinde 40'ını Hint- Avrupa dilleri oluşturmaktadır, bunlar: Hintçe, Latin (yani roman)dilleri, germen dilleri, Slav dilleri, Farsça, ve Yunanca... Diğer diller ve dil grupları şunlardır; Daravidi (Güney Hindistan ve Siri Lanka), Arapça, Endonezce, Altay dilleri, Japonca, Korece ve Filipin'ce. Afrika'da da bazı büyük diller bulunmakta; Hausa, Zorubai, Igbo gibi. Ama bu büyük diller arasında ne Amerika'nın yerli dilleri yani indigene dilleri ne de, Avustralya ve Yeni Gine yerlilerinin dilleri bulunmaktadır.
Asya'nın nüfusu, Afrika'nın beş katı olmasına rağmen, neredeyse aynı sayıya varan dili var. Amerika'nın nüfusu, Avrupa'ya neredeyse eşit olmasına rağmen, Avrupa'nın dil sayısının beş katıdır. Pasifik Adaları dünya nüfusunun sadece yüzde 0,5 oluşturmasına karşılık, dünya dillerinin yüzde 19'u bu coğrafyada konuşulmaktadır. Sadece Papua-Yeni Gine'de 3,5 milyon insan 850 farklı dil konuşmaktadır. Papua-Yeni Gine, Endonezya, Nijerya'nın yanı sıra, Hindistan, Kamerun, Meksika ve kısmen de ABD'de 2 hatta, 2 den fazla dili birden konuşmak kural.
Günümüzde çok az konuşanı olup da, yok olma tehlikesi altında olmayan diller çok az. Bu diller ya yakınında rakip olacak hakim bir dil ve kültür olmadığından (mesela Yeni Gine'de olduğu gibi), ya da doğa koşulları itibarıyla cazip olmayan bölgelerde konuşulmaktadır, (dağlık bölgeler, çöl ve kutup bölgelerindeki diller gibi).
Çağımızdaki diller atlası, çok uzun bir tarih sürecinin ürünü olarak günümüze kadar gelmiştir. Birbirinden uzakta yaşayan topluluklar yeni diller bulmuşlardır. Birbiriyle ilişki içinde olan dil toplulukları ise, birbirlerinden kelime ve gramer yapıları alış verişinde bulunmuşlardır. Bu olumlu denge ancak bir kültürün hakim olma girişimiyle bozulmaya başlanmıştır. Güçlü olan sonuçta kazanmıştır. Bu gelişme Avrupa'da, özellikle de ulusalcılıkla, kendisini tek ulus, tek dil anlayışıyla dayatmıştır. Bundan dolayı Avrupa tüm kıtalar içinde en homojen dilleri olan kıtadır.
Bu süreç kendisini sömürgecilik dönemiyle sınırlamakla kalmamış, bunun etkisi Amerika ve Avustralya'da olduğu gibi, günümüze kadar gelmiştir. 20 yy. da SB, ABD ve Avustralya'da yatılı eğitim sistemiyle bir çok azınlık diller baskı altına alınmıştır. Günümüzde ekonomik küreselleşme, kırsaldan kentlere göçün sebep olduğu mega kentleşme, artık vazgeçilmez bir aygıt olan TV, diğer medya araçları ve İnternet gibi faktörler azınlık dillerinin yok olmasını hızlandırmaktadır.
3. Diller yok olmaktadır
Bir toplum kamusal alanda anadilini konuşmayı bölgesinde hakim olan bir başka kültürün dili lehine terk ettiğinde, o dilin ölüme mahkum edilişi başlamış demektir. Sonunda dil sadece eğlence amaçlı, aile içi iletişim ve dostlar arasında konuşulmakla sınırlanmış olur. İnsanlar giderayak kendi dillerine karşı olumsuz bir yargıya sahip olmaya başlayarak, kendi diline yabancılaşır. Çocuklarına dillerini öğretmekten vazgeçerler. Bu ortamda, çocuklar da imajı ve prestiji olan hakim dile yönelirler. Buna paralel olarak hakim kültürün eğitim sistemi, hakim dilin öğrenimini adeta zorlayarak, azınlık dillerin küçümsenmesinin olanaklarını adeta körükler.
Bu arada çok geniş alanlara yayılmış dillerin de yok olma tehlikesi içinde olan diller arasında olduklarını vurgulamakta yarar var.
Konuşan sayısının az olduğu dillerin yok olma tehlikesi bir kaç nesil sürecinde sonuca ulaşabilmektedir. Bu genellikle 3 nesil içinde cereyan etmektedir. 2. nesil dilini çok seyrek kullanır ve kendi diline karşı bir antipati duymaya başlar. Onların çocuklarını artık bu dille ilgileri sadece deyimler ve bazı sözcükler düzeyinde vardır. Bu kuşak artık dilin morfolojisine, ses ahengine ve gramer kurallarına dikkat etme gereği duymaz.
Ola ki gramerine ilgi duyanları çıksa bile, kendilerine yardımcı olacak, onlara örnek teşkil edecek kişileri bulmaları neredeyse imkansızlaşır. Artık bu dili bu kuşak, gelişigüzel ve genellemeleri içinde kullanır. Üçüncü kuşak konuşma güvenini bile yitirerek, bir deyimin bile nasıl söyleyeceğini bilemez duruma gelir. Dördüncü kuşak için bu dil artık, sadece ad olarak vardır.
Dilleri kaybolan toplumlar bu yok olma sürecini çok farklı biçimlerde yaşamaktadır: Bazıları ana dilinin aslında gerçek bir dil olmadığı düşüncesiyle hareket ederken, başka yerlerde de tersine anadillerinin yaşanması için özellikle de yaşlılar, dille ilgili geleneklerin yaşatılması için özel çaba sarf ederler. Bir dilin yok olmaması, için; bilgisine ve yardımına güven duyulacak, örnek alınacak insanlara ihtiyaç vardır.
Dilbilimciler tehdit altındaki dilleri araştırıp, dokümantasyonunu yaparak, bu konuda önemli katkıda bulunabilirler. Tehdit altındaki dilleri konuşan toplumlar, kimlik bilincine sahip olduğu sürece, dilbilimciler söz konusu dilin yeniden yazımını ve kodlamasını yapabilir, eğitim programları ve dil geleneklerinin oluşmasına önemli katkılar sunabilirler.
Yok olma tehdidiyle yüz yüze olup da, dilini yeniden yaşatmak ve çocuklarına güven duygusu vermek isteyen azınlıklarla ilgili olarak, kayda değer bir kaç örnek projeden bahsetmek mümkün. Bunlardan birsinin adı kohanga reo, kelime anlamıyla 'dilin yurdu' anlamına geliyor. Bu Yeni Zelanda'da yaşayan Maori çocuklarıyla birlikte yetişkinlerin de gittiği bir okul projedir.
Benzeri projeler Güney Amerika'da da yürütülmektedir. Arizona da Grand Kanyon'un kuzeybatısında yaşayan Hualapais'ler bu konuda örnek olarak verilebilir. Ana okulundan 8. sınıfa kadar tüm dersler Hualapai ve İngilizce olarak bilingual yani iki dilde verilmektedir. Aslında bu konuda yeni medya araçları önemli olanaklar sağlayabilmektedir. Toplu yerleşim alanları için köy radyosu veya dağınık yerleşim alanları için internet yeni olanaklar sunmaktadır.
4. Dilerin yok olması bize neyi kaybettirir?
Bu soruya karşılık genellikle iki türlü naif tepki verilir. Bir kesim; 'bırakın bu ilkel diller kaybolsun gitsin, yararlı olanlar ayakta kalır', diğer bir kesim de; 'bu kadar dile ihtiyacımız yok, az sayıda dil ile dünya çapında iletişim daha kolaylaşır.' şeklinde tepki göstermektedirler ...
Birinci cevabı irdelersek: dil bilimi şu ana kadar ilkel dil diye bir şeyi tespit etmedi. Hala yaşamakta olan dilerin hepsi çok/aynı ölçüde değerli ve yüksek bir esnekliğe sahip iletişim sistemleridir. Dayanak olarak kullanılan kelimeleri içine alabilmekte, istediği yeni kelimeleri işleyerek onların yapılarını geliştirebilmektedirler. Mesela Amerika yerli (Kızılderili) dillerinden Cayuga dilinde at 'kütük çeken' anlamındadır.
Türkçe bir örnek verirsek 'mantar çekeceği', kelime olarak şişe mantarını çeken anlamına gelir. Veya 'cam sileceği' ile eş değerdedir. Bu örnekler isimlemeden çok tanımlamaya dayanan resimli ifade şekilleridir. İlkel olarak yaşadıkları farz edilen halkların (kısa bir süre öncesine kadar Gine kabilelerinin sürdürdüğü yaşam örnek verilebilir) dilleri ilkel olduğu yargısı tamamen yanlış ve yersizdir. Tam tersine; bu dillerin kelime hazineleri, yüksek düzeyde morfolojik, ve gramatik farklılaşmalara ve en ince nüanslara bile olanak vermektedir.
Bu toplumların kültürü her şeyden önce konuşma/sözel kültüre/ kültürüne dayanmaktadır. Yazılı kültürleri olmadığından; dil onlar için deneylerini topladıkları tek hazinedir. Dil onlar için sosyal ilişkilerini ve törelerini düzenleyen çok önemli bir araçtır. Her dil kendi başına bir insanî kimliği, aidiyeti ve kültürü temsil eder.
Bu sözde geri koşullarda yaşayan insanlar modernleşme adına dillerini terk ederlerse; gelişime karşılık ilkellik terk edilmiş olunmayacak. Aslında burada gelişmeden kasıt kapitalizm ve onun kültürel değer yargılarıdır. Beşeriyet bu durumda çok özel ve hatta karşılaştırılması imkansız bir kültürel kimlik biçimini kaybetmiş olacak. Kısaca kaybolan diller sanıldığının tam tersine yaşayan dillere göre daha karmaşık ve güçlü olan dillerdir.
İkinci cevabı irdelersek: Küreselleşme her kültürel gelişmede olduğu gibi, bir dizi olanağın yanı sıra bir o kadar da tehlikeyi birlikte getirmektedir. İnsanlık kendi özgür iradesiyle eşitsizliği yıkıp gerçek anlamda özgürleşinceye kadar; insanlar yurt, soy, aile, arkadaş çevresi gibi bir takım kavramlara uzun bir süre ihtiyaç duyacaktır. Öyle ki hepimizin aynı dili konuştuğu koşullarda bile, aramıza farklılık koymaya ihtiyaç duyarız.
Gençlik gurupları, tüccarlar, denizciler alt dil biçimlerini oluştururlar. Buna jargon denilir. Bu gruplar toplumun diğer kesiminden kendisini sınırlayarak, farklılığını göstererek, sadece kendi aralarında kullandıkları dil kodlarıyla anlaşma sağlarlar. Diğer taraftan her zaman yabancı ve farklı olan ilgimizi çeker, dikkatimizi celp eder. Tatile gittiğimiz yer, yaşadığımız yerin benzeri çıktığında herhalde hayal kırıklığına uğrarız değil mi? Bu örnek bile kuracağımız ilişkilerle kendimizi değiştirmek istediğimizin bir göstergesidir.
Diller arasında ilişki her zaman var oldu. En ücra köşede olan ve birbirinden hayli uzak insan grupları komşu gruplarla ticaret yapmak ihtiyacı duymuştur. Taş devrinde bile ticaret yolları bugün sandığımızdan daha çok gelişkin ve karmaşıktı. Belki de neanderthalensis bile ticaret yapmıştır. Bir çok etnik gruplar kabile içi evliliği yasaklayarak, sadece kabileler arsındaki evliliklere izin veriyorlardı. Bu biçimiyle çocuklar bir ikinci dil daha öğrenmiş oluyorlardı. Yani çok dillilik insana yabancı bir olgu değil. Tam tersine; doğal bir durum. İnsanlar küresel dillerin yanında bir çok bölgesel dilleri de pekâla konuşabilir.
Ölen dillerin yaşayan dillere göre daha karmaşık diller olduğunu söylemiştik. Bu konuya biraz daha yakından bakmakta yarar var.
Çok kompleks olan bir dili daha az kompleks olan başka bir dille değiştirmek herhalde daha yararlıdır. Küçük dillerin büyük dillere göre morfolojisi ve düzensiz dil ansiklopedisi daha zengindir. Bu insanlar arasında anlaşmayı hızlandırır.
Büyük dillerin güçlenmelerinin sebebi aslında daha çok insan tarafından konuşulmasından öte, büyük toplumlara uyum sağlamalarıdır. Bu değerlendirmeler ışığında ilkel dil diye bir kavramın olmadığını rahatlıkla söylemek mümkün.
Sonuç
Bir toplum dilinin ölmesi durumunda, o toplumun yaşayan kuşakları atalarının kültürünü, insanlık kültürünün kendisine ait olan bir parçasını yitirmiş olur. Kültürü oluşturan öğelerin bir çoğu dille doğrudan bağlantılıdır. Gelenek, edebiyat gibi... Çok dillilik insanların entelektüel hazinesidir. Toplumsal ritüeller, edebiyatın biçimleri, insanlar arası ve insan-doğa ilişkilerinin ve özel konumların en ince detayına kadar tarifi gelişir. Bugün bile bir çoğumuz egzotik dillerdeki farklı algılama, ruhi durumunu tanımlama biçimine ilgi duyar ve o dilleri öğrenmek isteriz. Çok dilliliğin yok olması durumu bu entelektüel olanağın ortadan kalkması demektir.
Dillerin kendisini yenilemesi nasıl oluyor? Çocukların dil ile oynamaları bir çok yeni olanaklar yaratır. Bu yeni şeyler büyüklere başlangıçta yabancı gelse de onların ufkunu açar. Çok dil konuşan bir insanın hareket alanı doğal olarak daha geniştir. Bu imkana sahip olan bir dilden diğer dile önemli aktarımlarda bulunur.
Bir çok dil bu olanaklar sayesinde özellikle de daha çok gençlerin vasıtasıyla yeni gramer imkânlarına kavuşur. Örneğin: Quechualar'ın Peru'da ve Mayalar'ın Meksika'da sömürgecilik döneminde İspanyolca ile tanışmış olmaları bu yerli dillerin gelişip zenginleşmelerine katkıda bulunmuştu. Sömürgeciler bu halkları ve dil dahil kültürlerini yok etmeseydi bu diller bu gün Latin Amerika'nın güçlü dilleri olarak yaşıyor olacaklardı.
Dillerin bu alış verişle gelişimi prensipte biyolojideki türlerin gelişmesini sağlayan zengin rezervden farklı değildir. Dillerin çeşitliliğini koruması dil araştırmaları iÇinde temel imkan oluştururlar.
Kaybolan dillerin yeniden ortaya çıkarılması durumunda dil bilimciler bir çok sürprizlerle karşılaşmışlardır. Her dilin kendisine ait farklılıkları, sistematiği, güçlü ve zayıf yanları vardır. Örneğin, Kuzeybatı Kafkaslardaki Ibıhça adlı dilde mesela 80 değişik sesli var. Türkçe dahil bir çok dilde bulunan seslilerin 3-4 katına denk geliyor.
Bu dili bilen şu anda tek bir kişi var. Son bilgilere göre maalesef bu dilin son konuşan bu kişi de birkaç yıl evvel Bursa'da ölmüş bulunuyor. Mesela Kalahari çölünde yaşayan Khoi denen bir halk vardır. Bunların başka dillerde olmayan çok farklı seslileri var. Yutkunma aracılığı ile ağızdan çıkardıkları çeşitli sesler var. Günümüzde hala Kalahari çölünde 10 değişik dil konuşan 150 bin insan yaşamakta ve bazı dilbilimciler tarafından, bu diller en eski dil ailesi olarak değerlendirmektedir.
Geriye kalan küçük diller tarih öncesini ve sonraki tarihsel buluşları anlamamıza yardım eden en önemli izleklerdir. Bu konuda neyi kaybedeceğimizi anlamak için şöyle bir örnek verilebilir: Bask dilinin Avrupa'da izole olmuş küçük bir dil olduğu bilinir. Son araştırmalar Avrupa dillerinde ki bir çok dağ ve nehir isimlerinin kökeninin Baskça'dan geldiğini ortaya çıkardı.
Eğer Fransa ve İspanya arasında sıkışmış bu toplumun dili yok edilmiş olsaydı, bu bahsettiğimiz bilgi ortaya çıkmayacaktı. Bu araştırmayla; hem Baskların Avrupa'nın çok geniş bir alanında yaşadıkları ve daha da önemlisi Hindo-Germenlerden çok daha önce bu kıtaya geldikleri ortaya çıktı, hem de Batı Hindo-Germenlerin, Baskları bugünkü coğrafyalarına geri püskürttükleri ve onlar üzerinde kültürel hakimiyet sağladıkları öğrenilmiş oldu.
Benzeri örneği Hititlerin Anadolu'daki ve Hindo-Aryenlerin de bugünkü Hindistan alt kıtasında yaşayan diğer halklara karşı hakimiyet kurmaları için verebiliriz. CE/AD)